27. İstanbul Tiyatro Festivali: Listeye Alınmayı Hak Edenler
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından gerçekleştirilen 27. İstanbul Tiyatro Festivali’nde yerli ve yabancı oyunlarla buluşmaya devam ederken ben de izlediğim performanslara dair yorumlarımı paylaşmaya ikinci yazımla devam ediyorum. Bir süre önce kaleme aldığım ilk yazımı okumayanlar buradan ulaşabilirler. Festival günlüklerimizin ikincisinde ise Ayazmanın Yılanı, Düğün ve Sen Hamlet Değilsin oyunlarına dair değerlendirmemi yapacağım. Keyifli okumalar dilerim.
27. İstanbul Tiyatro Festivali Öne Çıkanlar
Ayazmanın Yılanı
Festival bu yıl, İstiklal Caddesi’nin cıvıltısına tiyatronun sihrini katarken caddenin görkemli tarihinin tanığı birbirinden değerli mekânlarda geçmişimiz ile günümüz arasındaki bağları sorgulayan ve anlamlandıran oyunları da sunuyor. Kültürel belleğimizin vazgeçilmezlerinden, geçtiğimiz yıllarda tiyatro ve diğer sahne sanatlarına da ev sahipliği yapmak üzere yenilenen Atlas Sineması da bu yıl festivalde Ayazmanın Yılanı oyununa ev sahipliği yaptı. Sinema perdesinde hayranlıkla izlediğimiz ödüllü senarist-oyuncu Ercan Kesal, seyircisiyle bu kez yazıp oynadığı ilk tiyatro eseriyle buluştu. “Sert bir masal, biliyorum ama Akira Kurosawa gibi yapacağım, fonda neşeli bir çocuk şarkısı çalacak” diyerek tanımladığı oyunda Kesal, kişiliğinin en önemli parçası olan hikaye anlatıcılığını bu kez yazılı yerine sözlü bir şekilde gerçekleştiriyor.
Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki bugüne kadar hep sinema filmi ve dizilerde yer almış bir isim için ilk kez sahne deneyimi yaşayıp bunun ağırlığını kaldırmak göründüğü kadar kolay değil. Bu yüzden Kesal’ın sahneye çıkışı için en iyi yaptığı şey olan hikaye anlatıcılığı üzerinden kurgulanan oyunla sahne alması, en azından ilk tiyatro oyunu için doğru ve bir o kadar da stratejik hamle olmuş. Bozkırın ortasına doğmuş bir esnaf çocuğunun, aklı karışık bir ergenin, mecburi hizmette yaşlanmış bir hekimin gözünden bir Anadolu masalı anlatan Kesal, bu topraklar üzerinde yaşamını sürdüren insanların günlük yaşamlarına, dertlerine, hayallerine, mutluluklarıyla üzüntülerine bizi ortak ederken sosyal ve siyasi tarihimizin unutulmaz olaylarının zihnimizdeki tozlarını da dağıtıyor. Bunu yaparken de sakin fakat kendinden de bir o kadar emin anlatımıyla kendi yaşamının az bilinenlerini cömertçe izleyicisine açıyor.
Çocuklara, genç kadınlara, delikanlılara dair, bu topraklarda uzun yıllardır yaşanagelen ve her ne kadar unutturulmaya çalışılsa da belleğimizde hâlâ yaşanmaya devam eden 12 Eylül Darbesi’ni, faili meçhulleri, yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren’i, acımasızca dövülerek öldürülen Ali İsmail Korkmaz’ı, vahşice canına kıyılan Hrant Dink’i ve daha nicelerine de değinen Kesal, kişisel hikayesini toplumsal kodlarla örüyor. Hikâyeleri unutmamanın, hatırlamanın, anlatmaya devam etmenin adalet duygusuyla ilgisi olduğunu söyleyen Kesal’ın anlatımı ağırlığı olan bölümlerin yanı sıra güldüren anekdotlarıyla da izlemesi ve dinlemesi zevkli bir oyun ortaya koyuyor. Sahnede yer alan tek bir sandalye üzerine oturarak aktardığı hikayenin perdede zaman zaman yer alan görüntülerle desteklendiği oyunu Kesal’ın şu sözleriyle bitirmek isterim: “Anılar ayazmayı bekleyen yılanlar gibidir, kalbimizin çerini çöpünü temizlerler; suyu içilir hâle getiren yılanlar gibi gelecek günlerimizi de yaşanır kılar anılarımız. Anılar toplumsal belleğimizdir de aslında!”
Düğün
Mask tiyatrosunun dünya çapında yeniden keşfinin öncüsü kabul edilen Berlin merkezli Familie Flöz, festivalin bu yılın şüphesiz en ilgi çekici performanslarından birine sahne oldu kendi adıma. Ekibin alamet-i farikası olduğu üzere trajedi ile kara komediyi şairane bir şekilde birleştirdiği Düğün, sözsüz tiyatronun evrensel anlatısının tüm sınırlarını zorlandığı bir performansla unutulmaz bir akşam yaşattı. Bugüne kadar ürettiği 12 yapımla 43 ülkeye konuk olan topluluğun Düğün performansı ise her dakikasında farklı duygu kutucuklarının kapağını açan ve tüm ihtişamı eşliğinde salona yayan bir ödül oldu adeta.
Deniz kenarındaki malikânede gerçekleşecek olan bir düğünün hemen öncesine davet eden oyun, evin arkasındaki sokak arasının telaşını, karmaşasını ve sürprizlerini ve çok daha fazlasını kah hüzünlü kah kahkahaya boğan bir anlatımla aktarıyor. Kapıcısından aşçısına, temizlikçisinden yöneticisine herkes bir yandan bu düğünü unutulmaz kılmak için canla başla uğraşırken bir yandan da katı hiyerarşi içindeki yerlerini ve haysiyetlerini korumaya çalışıyorlar. Bu noktada dil engelinin tüm sınırlarını seyircisini her anıyla içine hapseden açık bir anlatım eşliğinde esneten oyun, melankolinin hakimiyetini reddeden eğlenceli bir anlatı tarzının peşini hoplaya zıplaya takip edip bir an olsun bırakmıyor. Bu biçimsel tercih de ister istemez bireysel mutluluk arayışı, sınıf çatışması, toplumsal roller ve ekolojik meseleleri de içine alan geniş bir çember içini ustaca kurgulanan mizahi bir seviyeyle dengeliyor.
Oyuncuların yüzünde yer alan o sabit ve şaşkın masklar her ne kadar donuk bir ifadenin tezahürünü sunsa da seyirciye yansıttıkları karakterin o ruhuna büründükleri ilk andan itibaren adeta canlanıp ikinci bir yüz oluyor. Sona erdiği an yüzümüzde farklı duyguların ahengini taşıyan bir karmaşanın yansımasını bırakan oyun; sahne düzeni, ses tasarımı ve ışık kullanımıyla hikayesinin ruhunu ve deneyimletmek istediğini ustaca yansıtıyor.
Sen Hamlet Değilsin
Usta tiyatrocu Nesrin Kazankaya’nın 2001’de kurduğu ve sanat direktörlüğünü üstlendiği Tiyatro Pera’nın sahneye koyduğu Sen Hamlet Değilsin, ismiyle merak duygusunu uyandıran ve karakterleriyle Shakespeare’in ünlü trajedisi Hamlet’e selam gönderen bir oyun olarak festivalde izlediğim işlerden biri oldu. Hoş müzikleriyle daha başlamadan hemen önce izleyicisinin dikkatini sahneye çeken oyunda yer alan üç karakter de sivrilen kişilikleriyle kendini kolaylıkla kabul ettiriyor.
Anne Leyla, ’68 kuşağından, hippi felsefesini içselleştirmiş, ona uygun yaşayan, seramik yaparak geçinebilecekleri hayalini kuran ve enerjinin hayattaki varlığına ciddi biçimde inanan aykırı bir kimlik rolüne sahip. Oğlu Taylan her ne kadar oyunculuk okulu mezunu olsa da asıl yapmak istediği mesleğinden çok farklı bir alanda garsonluk yaparak evin sorumluluğunu üstlenmeye çalışan ve bunun yanında oyun boyunca sık sık duyacağımız Hamlet tiratlarıyla yüzyıllar arasında bağlantı kuran bir karakter. Kızı Lerzan ise üniversitede matematik son sınıfı öğrencisi, üstün zekâlı, dünyada henüz çözülmemiş matematik problemlerinden birinin çözümü aşamasında ama sosyal ilişkilerde sorunlu bir profile sahip. Taban tabana kolaylıkla bir araya gelmesi mümkün olmayan bu karakterleri aynı hikayenin içine hassas bir biçimde yerleştiren oyun, anlatısını da bunun üzerinden inşa ediyor.
Oyundaki replikler ve küçük benzerlikler Hamlet’i anımsatsa da olay örgüsünün varlığı farklı bir yoldan ilerlerken bu noktada pek çok olayın tetikleyicisinin merkezinde anne oğul arasındaki sevgi-nefret ilişkisi yer alıyor. Karavanda yaşayan bir anne, oğul ve kızının hikâyesi üzerinden günümüz sosyoekonomik koşullarının yarattığı bunalımlara dair sözünü esirgemeyen oyunun yer yer uzayan diyalogları tempoyu düşürüyor. Buna karşın anlatının müzik ve absürt güldürü öğeleriyle bezeli yapısı, anlatıma renk katıp izleyiciyle kurduğu bağı güçlendiriyor.
Kapak Fotoğrafı: İKSV
İlginizi çekebilir: Halil Şimşek’ten 27. İstanbul Tiyatro Festivali
İlk yorumu siz yazın!