80'lere Geri Dönüş: Sosyo-Kültürel Bir İnceleme
(…) Adalet öldü. Düşünmek yararsız, dünya anlamsız. Kötülük dünyanın tek sürekliliği. Aşka güvenilmez. Yüzey, yüzey, yüzey, insanın anlam bulabildiği tek şey yüzey. Benim gözümde uygarlık buydu, devasa ve tırtıklı bir bıçak ağzı gibi (… ) Dünyaya lanetler yağdırıyorum ve de bana öğretilen her şeye; ilkelere, seçkinliklere, seçimlere, ahlak derslerine, uzlaşmalara, bilgiye, birlik olmaya, dua etmeye – hepsi yanlıştı, hiçbirinin kendi başına bir amacı yoktu. Hepsinin dönüp geldiği şu: öl ya da uy. Kendi bomboş suratımı gözümün önüne getiriyorum, bedeninden ayrılmış sesi, ağzından çıkan: Bunlar korkunç zamanlar…
(American Psycho, Bret Easton Ellis, çev. Fatih Özgüven)
Patrick Bateman: He was into that whole Yale thing.
Donald Kimball: Yale thing?
Patrick Bateman: Yeah, Yale thing.
Donald Kimball: What whole Yale thing?
Patrick Bateman: Well, he was probably a closet homosexual who did a lot of cocaine. That whole Yale thing.
(American Psycho 2000, Mary Harron)
Dünya başta sinema ve müzik olmak üzere popüler kültürün tüm alanlarında müthiş bir geriye dönüş yaşıyor. Bu, artık yaratıcılıkta insanlığın sona geldiği ve eski modaları, eski anlayışları bir geri dönüşüm “recycling” süreci içinde yeniden yaratmak zorunda kaldığı gibi de yorumlanabilir; post-modern zamanların “anything goes” anlayışı içinde her şeyin “geçer akçe” haline geldiği gibisinden kültürel bir saptama ile de.
Sanatın tarihsel gelişimi bize insan yaratıcılığın sınırı olamayacağını göstermektedir. Bu anlamda bu retrospektif eğilimin nedeni yaratıcılığın sonunun gelmesi olarak açıklanamaz. Aynı şekilde evet, post-modern kültür her şeyin geçerli olabileceği, her şeyin bir ‘trend’ halini alabileceği yeni bir kültürel atmosfer yaratmıştır ama bu açıklama bütün bu eğilimi açıklamak için yetersiz kalacaktır. O halde nedir tüm bunların altında yatan neden ya da nedenler?
Öncelikle nostalji ya da geçmişe dönüş merakı şimdiki zamanın politik, ekonomik ve toplumsal koşullarının, nostaljisi yapılan dönemin koşullarına benzer bir hale gelmesiyle ilişkilidir. Şayet böyle bir örtüşme yoksa o zaman da mevcut zamanın koşulları insanlarda geçmişte bir yerlerde onun yerine koyulabilecek bir takım farklı- o döneme göre yeni sayılabilecek- unsurlar aramaya itecek kadar istenmez olmuştur. Son zamanlardaki 80’lere dönüş daha çok ilkini, yani benzer kültürel-politik-ekonomik koşulların ortaya çıkmasını düşündürtüyor.
1980’lerin başı insanlığın 70’lerin kaotik atmosferinden çıkıp yeni bir on yıla girdiği ve hala bir kurtuluş umudu taşıdığı yıllardı. İngiliz elektronik-pop grubu Yazoo 1982 yılında yaptığı Good-bye Seventies (güle güle yetmişler) şarkısında şöyle diyordu:
“Moda savaşlarında yenik düşmekten yoruldum
Seni bir daha görmeyeceğimiz için mutluyum
Güle Güle 70’ler“
1970’ler bir taraftan 60’ların liberal hareketlerinin, başarısız toplumsal dönüşüm projelerinin; Prag Baharı’nın, 1968 Paris Ayaklanması’nın bedelinin ödenmeye başlandığı; petrol krizini izleyen dünya çapındaki ekonomik çöküntü ile işsizlik dalgasının ve toplumsal sorunların yaşandığı bir dönemdi. Öte yanda da müthiş bir dekandan ruh hali içinde pornografik özgürlük, uyuşturucular, abartılı kıyafetler ve disko müziği ile nihilizmin ve hedonizmin etkisi altında insanı yorgun bırakan kaotik yıllardı. 70’ler dönemin simgesi haline gelen New York’un meşhur Studio 54 diskosundaki gibi hiç bitmeyen bir partiydi ve herkes bir “freak out” peşindeydi, Le Chic grubunun 1978 tarihli disko parçasında söylendiği gibi.
1980’ler işte tam da bu krizlere bulunan çözümlerle başladı: çözüm yeniden eski değerlere dönüştü. Kendini kaybeden toplum yeni-muhafazakâr düşüncenin etkisinde Amerika’da Reagan, İngiltere’de Thatcher ile 1960’lar ve 70’lerin cinsel özgürlük, sosyal adalet gibi kavramlarını bir kenara bırakıp yeni bir on yıla girdi. Liberal kavramlar toplumu bu hale getirmişti; artık onlardan vazgeçme zamanı gelmişti. Kapitalizmin daha sert bir yorumu yapılıyor; yeniden laissez faire, laissez passer ilkesi ekonomiyi düzenliyordu. Kültürel krizin ortaya çıkardığına inanılan pornografik özgürlük ve uyuşturucu kullanımı yerini yeniden ailenin kutsanmasına, iffetin yeniden keşfedilmesine bırakıyordu. 1960’lar ve 1970’ler hippilerin, android görünümlü “gleam-rocker”ların dönemiydi; 1980’ler ise Ralph Lauren ve Hugo Boss kostümlü, ellerinde Salvatore Ferragamo çantaları ile Wall Street brokerlarının…
1980’lerde ekonomi düzeldi; başta Amerikan ekonomisi olmak üzere tüm dünya ekonomisi büyümeye başladı. Reagan Amerika’da, Thatcher İngiltere’de büyük bir kimlik buhranı yaşayan toplumlara yeniden eski özgüvenlerini geri verdi. Oysa bu sadece yüzeydi; yüzeyde görünendi: Dekandans tüm hızıyla devam ediyordu, hem de öyle bir ediyordu ki 1980’ler gelecekte “dekadansın en iyi on yılı” olarak anılacaktı.
1980’lerin “trend-setter”ları kesinlikle “yuppiler”di. Genç yaşlarda refah ötesi bir hayat yaşayacak kadar çok para kazanan yuppiler yeni bir tüketim kültürü oluşturdular. Mike Featherston’un tanımlamasıyla yaşamın üsluplaştırılmasına yönelik bu yeni tüketim kültürü beraberinde 80’lerin çok kimlikli, dekadan kültürel ortamını yarattı. Sosyolog Daniel Bell’in yakın geleceği görerek tartışmaya açtığı “gündüz püriten gece playboy” ikilemi 1980’lerin yuppi kültürünün bir özetiydi.
Bret Easton Ellis iki başyapıtı American Psycho ve Less than Zero ile şimdiye kadar yapılmış en başarılı, en karanlık eleştirisini yaparken, 80’ler yuppi kültürünün ikili ahlakını ve yüksek sosyete dekandansını da ortaya koydu diyebiliriz. Ellis’in yüzyılın en önemli yüz romanından biri olarak görülen ve daha sonra Mary Harron tarafından 2000 yılında sinemaya çekilen Amerikan Psycho (Amerikan Sapığı) romanı ironik ama alabildiğine karanlık bir üslupla kaleme alınmış bir 80’ler belgeselidir adeta.
Romanın kahramanı Patrick Bateman Harvard’da okumuş; yirmi altı yaşında olmasına rağmen büyük bir Wall Street şirketinde başkan yardımcılığına yükselmiş çok para kazanan bir yuppidir. O dönemin tüketim kalıplarına harfiyen uymakta; hatta tüketimi abartmakta ve sadece tüketmek için yaşıyor izlenimi vermektedir. Bateman’ın stil ve tüketim takıntısı öyle bir boyuttadır ki insanları sadece giysileri, kullandıkları kalem ve aksesuarlarla ve adeta bir fetiş objesi haline getirdiği kartvizitlerle tanımlamaktadır. Tipik bir 80’ler insanıdır: kim olduğunla değil nasıl göründüğünle, neye sahip olduğunla ilgilenir; yani sadece imajla, yüzeyle…
Aslında tüm 80’ler bir imaj dönemidir. Her şey yüzeyde, nasıl göründüğü ile dikkate alınır. Tüm varoluş adeta neon ışıklarının aydınlattığı bir vitrinde yaşamaktadır. Patrick Bateman sabah kalktığında kendi değildir; kimse değildir. Hepsi en son teknolojik gelişmeler sonunda üretilmiş pahalı ve marka kişisel bakım malzemeleriyle kendini yeniden yaratıncaya kadar bir hiçtir o. Filmin başlarında Bateman’ın yüzüne uyguladığı maskeyi çıkardıktan sonra aynada gördüğü şeydir artık gerçek olan.
1980’lerin bu imaj takıntısı ölümle, daha doğru bir deyişle yok oluş ile yan yanadır. Filmin başında beyaz bir fona düşen kırmızı damlaların kan değil de bir tabağı süslemek için kullanılan sos olduğunu anlarız. Bateman’ın ceset koyduğu bavulu çok beğenen ve nereden aldığını soran birine Jean-Paul Gaultier cevabını verir. Bateman’ın bir sanat yapıtını andıran tatlı tabağının yanında işlediği cinayetlerin resmini çizer ve seyirci cinayet çizimi ile tatlı tabağını aynı karede görür: Ölümle imajın nasıl birbirinden ayrılamaz artık, çünkü 1980’lerde her şey imajdır. İnsanlar hep “mış” gibi yaparlar. Bateman detektifin yanında telefonla konuşuyormuş gibi yapar; Dorcia’da yer ayırtmış gibi yapar; Barcadia’ya gider ama Dorcia’daymış gibi davranır. Fahişeler başka isimler takar; kendini Paul Allen olarak tanıtır ve sonunda gerçeklikle imaj o kadar birbirine karışır ki işlediği cinayetleri işleyip işlemediğinin bile farkında değildir. 1980’lerde hiçbir şey olduğu, göründüğü gibi değildir; her şey bir yalan üstüne kuruludur; hatta bütün bir sistem yalandan ibarettir. Filmin sonlarına doğru sistemin başındaki insan, Reagan, televizyonda İrangate skandalında yalan söylediğini söyler: yalan kurumsallaşır, resmileşir…
İmaj ve yüzey o dönemin müziğine ve zevkine de yansır. Müzikler plastiktir; yapaydır; sadece dinlenilip atılma üzerinde kuruludur. Görüntü müzikten önemlidir. Dönem MTV dönemidir: Dire Straits efsanevi şarkısı ‘Money for Nothing’de ne der: ‘‘Money for Nothing and Chicks for Free…/I want my MTV’’. Bateman sıkı bir müzik hayranıdır ve 1980’lerin kültürel ortamına uygun olarak yüzeysel olana abartılı değer verir. Pop müzik üstüne yaptığı analizler, özellikle Genesis ve Huey Lewis and The News yorumları, bir eleştirmenin büyük bir sanat yapıtı karşısında yaptığı yorumları aratmaz. Değerli olan genel geçer olandır. Önemli olan ise üzerinde düşünülmeyendir. Bateman pop müzik hakkında konuşurken sivil haklar, açlık, global fakirlik, evsizlik, terörizm ve nükleer tehlike hakkında olduğundan daha ciddidir.
1960’ların ve 70’lerin pornografik özgürlüğü ve uyuşturucu bağımlılığı 1980’lerin muhafazakâr atmosferinde kaybolmamış; dönemin iki yüzlü ahlak anlayışı doğrultusunda boyut değiştirmiştir sadece. LSD gibi tehlikeli uyuşturucular yerini kokain gibi fiziksel bağımlılık yapmayan uyuşturuculara bırakmıştır. Kokain 1980’lerin uyuşturucusudur: enerji arttıran, hijyenik, pahalı… Cinsel özgürlük yerini pahalı fahişelere, geceliği birkaç bin dolar olan eskortlara bırakmıştır. Patrick Bateman en kaliteli kokaini kullanır ve paranın satın alabileceği güzel kadınlarla yatar. Ahlakın da paran kadardır artık.
1980’lerde önceki on yılların dekandansı devam etmiştir. 80’ler göstermiştir ki düşmenin sınırı yoktur; düşme ancak şekil değiştirmektedir. Patrick Bateman plazada çalışıp, lüks sitede oturur ama düşüşü de o denli yüksekten ve hızlıdır aslında. Yaşadığı hayat karşılığında ödediği; sadece onun değil onun gibi olan diğerlerinin de ödediği bedel çok ağırdır. Genesis’in o yıllardaki en büyük hitlerinden biri olan ve Bateman’ın çok sevdiği In Too Deep şarkısındaki gibidir: diptedir ama kimse bunun farkında değildir; çünkü 1980’ler fakında olmanın, duyarlılığın bir daha asla geri gelmeyecek bir şekilde yitip gittiği yıllardır.
Suçlu elbette ki Bateman değildir: o da aslında bir kurbandır; onun gibi saldırgan cinsellik sahibi, kadın düşmanı, homofobik, kokainman, insanları kesip biçen birinden vazgeçemeyen ve bu yüzden de ona yılda $200 bin ödeyen toplumun kurbanıdır…
Leonard Cohen The Future şarkısında şöyle der:
I saw the future
It is murder
Bret Easton Ellis’in 1980’leri tümüyle bir cinayet ve yıkımdan ibarettir. Bu cinayet ve yıkım Less Than Zero’nun Julian’ında ya da American Psycho’nun Patrick Bateman’ında ete kemiğe bürünür. Onlar tüm bir on yılı ve onun olumsuzluklarını üstlerinde Bateman’ın Cerruti paltosu gibi taşırlar; bir nefes kokain olarak çekerler. Ben şahsen cinayeti gördüm mü bilmiyorum ama 1980’lerin bugünlere hiç de iyi bir miras bırakmadığına eminim. Ya 1980’lere göre döndük ya da zaten 1980’ler hiç gitmemişti.
O zamanlar korkunç zamanlardı, bu zamanlar da…
Kapak fotoğrafı: Cine Insomnia
İlginizi çekebilir: Bülent Tunga Yılmaz’dan “Gençlik Filmleri Dosyası”
İlk yorumu siz yazın!