Endülüs Seyahatnamesi 4: Sevilla - Endülüsün Ruhu
Sadece Sevilla’yı ziyaret etmek bile Endülüs kültürü, tarihi ve iklimini hissetmek için yeterli olabilir. Sevilla Endülüs’e ait ne varsa hepsini farklı boyutlarda içinde barındırır. Adeta her sokağında Albeniz’in Suite Espanola’dan ‘Sevillanas’ çalan gitarlar eşliğinde yelpazelerini sallayan dansçılar geçit yaparlar. Canlılığı, renkliliği, otantikliği, yemeklerinin lezzetleri, insanlarının güler yüzü ile tüm duyuları-duyguları okşayan, her anında insana damarlarına kadar yaşadığını hissettiren; Endülüs’ü kırmızıya boyayan şevk akşamlarının yaşandığı, yüz kere öpülmeyi hakeden bir şehirdir Sevilla…
Endülüs’ün diğer önemli şehirleri Cordoba ve Granada gibi Sevilla da içerde yer alır; denize kıyısı yoktur. Şöyle der Lorca ‘Sevilla Ninnisi’ başlıklı şiirinde:
‘Ya! denizi yok,
yo! denizi yok;
denizi yok,
salıvermişler sokağa’
Sevilla’nın denizi yoktur ama tüm Endülüs’e olduğu gibi ona da tarih boyunca Guadalquivir Nehri hayat verir; şehri dünya ticaretine ve ekonomisine bağlar. Yüzyıllar boyunca çok önemli bir şehir olan Sevilla günümüzde de Endülüs’ün en büyük şehri, merkezi ve başkentidir. Hatta Endülüs’ün ötesinde, İspanya’nın da en önemli şehirleri arasında yer alır: Günümüzde Seville, nüfus açısından ülkenin Madrid, Barcelona ve Valencia’dan sonra en büyük dördüncü; Barcelona ve Madrid’ten sonra da turistler tarafından en çok ziyaret edilen üçüncü şehridir. Futbolseverlerin içinse şehrin futbol takımı sadece İspanya’nın değil Avrupa’nın başaltı takımlarının en iyilerinden biri, belki de en iyisidir (Sevilla FC üç tanesi son dört yılda üst üste olmak üzere UEFA Avrupa Ligi’ni beş kez ile en çok kazanan takımdır). Sevilla belki ne Cordoba’nın şiirsel hüznüne ne de Granada’nın El-Hamra ile taçlanmış büyüleyiciliğine sahiptir ama Endülüs ruhu şehrin her sokağına her taşına öyle işlemiştir ki Endüslüs demek Sevilla demek Sevilla demek Endülüs demektir. Aynı zamanda güzel, çok güzel ve gezilmeye değer tarihi bir şehirdir. Eski şehir merkezi Napoli ve komşusu Cordoba’dan sonra benzerleri içinde Avrupa’daki en büyük üçüncüdür.
Sevilla 712 yılında Arap-Müslüman egemenliğine girmiş ve Cordoba Emirliği’nin yıkılması ile birlikte 11.Yüzyıl’da da Müslüman Endülüs’ün merkezi haline gelmiştir. Bu durum Sevilla’yı Endülüs üzerindeki amansız Hristiyan – Müslüman mücadelesinin tam ortasına yerleştirmiştir. Sevilla’nın Hristiyanlar tarafınan fethi Reconquesta’nın, yani Hristiyanlar’ın Endülüs’ü yeniden kontrolu altına alması sürecinin belki de en önemli aşamasını oluşturmaktadır; çünkü Sevilla, Hristiyanların Müslüman Araplar’dan geri aldıkları ilk büyük ve önemli Endülüs şehridir. Sevilla’nın Hristiyanlar’ın eline geçisi ile Endülüs’teki Arap-Müslüman egemenliği ciddi bir gerileme dönemine girmiştir. Bu gerileme, o dönemde yükselişe geçen radikal İslamcı düşüncenin etkisi alında cihat ilan eden ve Kuzey’deki Hristiyan Krallıkları’na doğru İslamı yaymak için savaşa giren siyasi, dini ve askeri liderler sayesinde daha da hızlanmıştır. Müslüman radikalliğinin bir sonucu olarak başlayan savaşlar dizisi hem Sevilla’nın kaybı hem de bir başka bir siyasi, dini ve kültürel radikallik örneği olan Hristiyan köktenciliği ve militanlığının güçlenmesi ile sonuçlanmıştır.
1248’de Sevilla Hristiyanlar tarafından fethedildikten sonra şehrin merkezdeki cami yıkılarak yerine dünyanın en büyük katedrallerinden birinin temelleri atılmıştır. Cami yerine yapılan katedral büyük bir depremde yıkılınca yerine 1401’de bir başka katedral yapılmaya başlamıştır. Tahminen 1528’de inşaası tamamlanan resmi adıyla Catedral de Santa María de la Sede, bilinen adıyla ise Sevilla Katedrali o tarihte dünyanın en büyük katedrali olma özelliğini İstanbul’daki Aya Sofya’dan almıştır. Bugün dünyanın en büyük Gotik Katedrali, üçüncü büyük kilisesidir. Sevilla Katedrali’nin bu ihtişamı ve görkemli büyüklüğü ile iç tasarımındaki gösterişi İspanya’nın yeniden fethedilmeye başlamasının bir kutlaması ve kutsanmasıdır. İlginç bir not: İspanya Kraliçesi Isabelle tarafından desteklenen ve Hindistan’a ulaşmak isterken Amerika kıtasını keşfeden ve dolayısıyla da Amerika Kıtası’nın yüzyıllar boyunca bir İspanyol toprağı olmasını sağlayan Kristof Kolomb’un mezarı da Sevilla Katedrali’nde yer almaktadır.
Sevilla Katedrali ile birlikte Endülüs’teki Hristiyan-Müslümanlar arasındaki epik mücadelenin ve Hristiyan köktenciliğinin en simgesel örneği aynı zamanda şehrin en önemli simgelerinden biri de olan La Giralda kulesidir. Şehir Hristiyanların eline geçtiğinde şehrin merkezindeki caminin kiliseye dönüştürülmesine benzer şekilde minare de çan kulesine dönüştürülmüştür. Bugün Sevilla Katedrali’nin çan kulesi olan La Giralda aslında eski bir minaredir ve Endülüs’te Müslüman ve Hristiyan Kültürü’nün sadece ruhsal değil fiziki olarak nasıl bir arada bulunduğunun sanatsal ve tarihsel bir ifadesi olarak göğe doğru uzanmaktadır.
Sevilla’nın simgesi olan bir başka tarihi ve mimari şaheser Reales Alcázares de Sevilla” da yine şehrin Arap-Müslüman geçmişini açık biçimde gözler önüne serer. Katedralin hemen yanında yer alan Alcazares ziyaretçileri tarafından ilk bakışta Arap-Müslüman döneminden kalan bir saray olarak algılanır. Cordoba Emirliği döneminde Sevilla Valisi tarafından bir kale olarak yaptırılmış; 11. Yüzyıl’da Sevilla Endülüs’ün merkezi haline gelince de dönemin Arap-Müslüman Emirleri tarafından Al-Muwarak (Kutsanmış) adıyla bir saraya dönüştürülmüştür. Saray 1248’de Sevilla’nın fethedilmesinden sonra bölgenin Hristiyan Kralları tarafından bir Gotik Saray’a çevrilmiş ve ikametgah olarak kullanılmıştır. Sarayın bugünkü haline gelmesi ve Arap-Müslüman saray mimari anlayışı geleneğinin ‘yeryüzünde cenneti yaratma’ hayalinin etkisi altında mimari bir ‘mücevher’e dönüştürülmesi ise hiç beklenmeyecek bir kişi, Zalim Pedro (Pedro El-Cruel) olarak da adlandırılan Pedro I sayesinde gerçekleştirilmiştir. Pedro I, bir Arap sarayı yaratılmak üzere inşa ettirdiği yapının tasarımı ve inşaası görevini Arap-Müslüman mimarlara vermiştir. Sevilla Katedrali’nin gotik ve yoğun Kuzey Avrupa havasına karşın Alcazares gündeliği, ilahiliği, zevki ve aynı zamanda da mimari bir fantaziyi yansıtır ve El-Hamra’nın ihtişamına ve derinliğine ulaşamasa da onunla çok ciddi benzerlikler taşıyan masalsı bir başyapıt olarak kabul edilir. Saray ne kadar nefret etseler de Endülüs’e hakim olan Hristiyan İspanyollar’ın bölgeye damgasını vuran Arap-Müslüman Kültürü’nden ve onun yarattığı büyüden kurtulamadıklarının mükemmel bir örneğidir. Meraklısına bir not, saray Games of Thrones’un çekimlerinde de kullanılmıştır.
Sevilla’da görülmesi gereken bir başka önemli mimari yapı şehirle özdeşleşmiş Plaza de Espana’dır. Şehrin en büyük ve güzel parklarından biri olan Maria Luisa Parkı içinde yer alan meydan 1929 İber-Amerikan Expo Fuarı için mimar Jean-Claude Nicolas Frontier tarafından yapılmıştır. Fuara tam 19 yıl boyunca hazırlanan Sevilla şehri bu fuar sayesinde sadece Plaza de Espana gibi anıtsal bir yapı kazanmamış aynı zamanda modern bir altyapıya da kavuşmuştur. Eklektik bir mimari stile sahip olan yapıtta o dönemin popüler mimari anlayışı Art-deco yanında şehrin geçmişine gönderme yapan Arap-Müslüman ve Rönesans Mimarisi’nden de temalar yer almıştır. Yapıtın duvarları İspanya’nın farklı bölge ve şehirlerini temsil eden çiniler ile süslenmiştir.
1987’de UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne eklenen ve içinde İspanyol İmparatorluğu’nun politik ve ekonomik tarihine ait çok değerli arşiv belgelerine ev sahipliği yapan Casa Lonja de Mercaderes de Sevilla’da görüşmesi gereken çok önemli bir tarihi yapıdır. İspanyol Rönesansı’nın en önemli örneklerinden biri olan ve bir tür borsa – ticaret odası olarak yapılan saray 18.Yüzyıl’ın sonundan itibaren kral Charles III’ün emriyle dünyanın en büyük imparatorluklarından biri olan ve Latin Amerika’dan Asya’ya uzanan geniş bir coğrafyada kolonilere sahip İspanya İmparatorluğu’nun kolonilerinin yönetildiği idari merkez haline gelmiştir.
Tarihi ve sanatsal açıdan önemli yapıtları yanında Sevilla’nın kültürel özellikleri de şehri ziyaret etmeyi zorunlu kılar. Sevilla Flamenco’nun başkentidir; dolayısıyla en otantik Flamenco gösterileri Sevilla’da izlenir. Sevilla’nın adeta her sokağında Flamenco dansçılarının ayak sesleri duyulur. Hem gösterileri izlemek hem de Flamenco’nun tarihini öğrenmek için The Museo del Baile Flamenco (Flamenco Müzesi) ziyaret edilebilir.
Hayvan hakları açısından oldukça tartışmalı olsa da Endülüs ve İspanyol Tarihi’nin ve Kültürü’nün en ayrılmaz unsurlarından biri olan Boğa Güreşi de Sevilla ile özdeşleşmiştir. Konun tarihi ve İspanyol kültürü üzerindeki etkisini anlamak açısından şehirdeki Museo Taurino (Boğa Güreşi Müzesi) gezilebilir.
Triana ve La Macarena gibi tarihi mahalleleri, Murillo ve Zurbaran gibi en önemli İspanyol ressamlarının yapıtlarının yer aldığı Museo de Bellas Artes de Sevilla(Sevilla Güzel Sanatlar Müzesi) ve en önemlisi Parc de Marie Luisa olan parklar da Sevilla ziyareti sırasında kesinlikle görülmesi gereken yerler.
Endülüs ve İspanyol Mutfağı’nın en iyi temsil edildiği yerlerin başında da gelir Sevilla. En bilinen İspanyol yemeklerinden biri olan ve kökeni yine Arap-Müslüman kültürü olan Gazpacho’nun doğum yeri de Sevilla’dır. Sevilla tüm İspanya’da en iyi tapas yenecek şehirlerden biridir. Yine İspanyol Mutfağı’nın en bilinen ‘fast-food’ yemeği olan sıcak sandviç serranito Sevilla’da tadılması gereken yiyecekler arasında yer alır. Bunun dışında da farklı türde etlerin kullanıldığı yemekleri ile Sevilla İspanya’da en iyi yemek yenilecek birkaç şehirden biridir.
Sadece Sevilla’yı ziyaret etmek bile Endülüs kültürü, tarihi ve iklimini hissetmek için yeterli olabilir. Sevilla Endülüs’e ait ne varsa hepsini farklı boyutlarda içinde barındırır. Adeta her sokağında Albeniz’in Suite Espanola’dan ‘Sevillanas’ çalan gitarlar eşliğinde yelpazelerini sallayan dansçılar geçit yaparlar. Canlılığı, renkliliği, otantikliği, yemeklerinin lezzetleri, insanlarının güler yüzü ile tüm duyuları-duyguları okşayan, her anında insana damarlarına kadar yaşadığını hissettiren; Endülüs’ü kırmızıya boyayan şevk akşamlarının yaşandığı, yüz kere öpülmeyi hakeden bir şehirdir Sevilla…
İlk yorumu siz yazın!