Red Hot Chili Peppers - I'm With You
Ne olduysa 2006 sonbaharında, Stadium Arcadium turnesinden sonra oldu, pepperlar tek tek ayrı projelerle ilgileneceğini belirtirken bizleri de yuvarlak açıklamalarla yalnız bıraktılar.
Flea mektepli olmaya karar verdi ve müzik teorisi dersleri almaya başladı, başta komik gelse de 9 albümü, sayısız Grammy’si olan bir müzisyenin egosunu kenara bırakıp müzik dersleri almaya başlaması emsalsiz bir erdem olsa gerek. Kiedis’in pek sesi soluğu çıkmıyordu. Frusciante solo albümüne dalmış, Chad Smith ise Joe Satriani ve Van Halencıları toparlayıp “Chickenfoot” u kurmuştu. Grup iyi müzisyenler bir araya gelince çıkardıkları işlerin iyi olmayabileceğini göstermesi açısından benim için önemli bir yere sahip; nitekim Chickenfoot performanslarından aklımda kalan tek şey Chad’in giydiği “I am not Will Ferrell” t-shirtüdür.
2. Frusciante dönemi John’un “dönmem gayrı” açıklamasıyla resmen bittiğinde durum hiç iyi gözükmüyordu, ta ki 2009’un sonbaharında grup gitarda Josh Klinghoffer ile tekrar kayıtlara başladığını açıklayana kadar. Josh Klinghoffer Kiedis’ten 20, Frusciante’den ise 10 yaş küçük, “one man symphony” denecek kadar fazla enstrüman çalabilen bir deha. 23 yaşında Frusciante ile kayıtlara giren Josh zaten turnelerde gruba eşlik etmekteydi ve “5. Pepper” olarak anılıyordu. Meşhur Stadium Arcadium turnesinin sonlarında grup ile çalmışlığı bile vardır. Buna rağmen Kiedis ve Flea’nın Josh gruba geldikten sonra yaptıkları “John gibi bir yaratıcı gücü kaybettik ama Josh gibi bir deha ile çalışacağımız için çok heyecanlıyız” açıklamalarının satır aralarında güvenden ziyade endişe vardı.
Bu tercihi yorumlamak için 1993’e dönelim. John uyuşturucu sorunları yüzünden gruptan ilk kez ayrıldığında yerine Jane’s Addiction’ın distortion’u ve egosu bol gitaristi Dave Navarro gelmişti. Dave ile çıkarılan “One Hot Minute” (1994) Peppers’a karakterini veren funk altyapısının Seattle’dan kovulmuş bir gitar ile birleş(eme)mesinden ortaya çıkmış bir hilkat garibesidir. Gruba 5 sene kaybettiren bu fetret devri’nin Çelebi Mehmet’i ise gruba geri dönen John Frusciante olmuştu (1999) Bu açıdan bakıldığında Josh hem grup ile iyi geçinecek hem de müzikal olarak kolaylıkla uyum sağlayabilecek bir isim. Ben de çoğu Frusciante hayranı gibi “yeri dolmaz abi” ekolünde seyretmekle birlikte Josh’un olabilecek en iyi tercih olduğunu düşünüyorum. Zaten ikinci bir Dave Navarro vakasının artık yaşları 50’lere yaklaşan ve orta yaş kriziyle mücadele eden bir grupta ölümcül olacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Bu kadar girizgahın ardından albüme gelelim. Maçta yeni transferden gözlerini alamayan taraftar gibi ilk birkaç dinleyişimde gayrıihtiyarı Josh’a odaklandım ve performansı tek kelimeyle “temkinli”. Scar Tissue ya da Can’t Stop gibi gitarın alıp götürdüğü şarkıları özleyenlerin en az bir albüm daha beklemeleri gerekeceği kesin.
Grup, Frusciante’nin yerini doldurmaya çalışmamış, gitarı daha “süsleyici” bir role sokmuş ve şarkıların liderliği çoğunlukla Flea’ya verilmiş. Flea her zaman muhteşem bir basçı olmuştur ama şarkı liderliğini de bu kadar başarılı yerine getirdiğine bakılırsa final dönemi bolca sabahlanmış. Kiedis her zamanki gibi, anlattıklarının çoğunu anlamasam da bu sevmeme engel değil (zamanında “Teenage Mutant Ninja Turtles’ın jenerik müziğini tek kelime İngilizce bilmeden söyleyen jenerasyon hissiyatımı anlayacaktır) Chad Smith’in vuruşları her zamankinden biraz daha şiddetli ya da Frusciante’siz çıplak kaldığı için öyle duyuluyor. Albümün açılış şarkısı Monarchy of Roses’in ilk saniyeleri bir metal albümünde sırıtmayacak sertlikte başlayınca “ne oluyoruz?” dememek elde değil. Neyse ki daha ilk dakika dolmadan gelen nakarat ile Peppers eski funky haline dönüyor ve rahat bir nefes alıyoruz. Açılış için ideal bir şarkıyla karşılıyorlar bizi, tempolu, son derece basit kurulmuş ve nakaratı akılda kalıcı şarkı bir “opener” için gerekli tüm maddelere tik atmayı başarmış. Factory of Faith albümdeki diğer birçok şarkı gibi Flea’nın baslarıyla açılıp liderliğinde devam ediyor. Kiedis’in imzalı rap vokallerinin süslediği şarkının nakaratı da akılda kalıcı. 3. şarkı Brendan’s Death Song grubun kayıtlara başladığı gün vefat eden arkadaşları Brendan Mullen için yazılmış bir ballad. “Like I said, you know I’m almost dead” diye başlayan nakarat her dinlemede tüyler ürpertecek kadar güzel. Akustik gitarla başlayıp sonlara doğru pepper standartlarına göre bile sert hale gelen şarkı iki haliyle de “cuk” oturmuş (özellikle son 2 dakika Flea’ya ve dizginlerinden boşalmış gibi gelen baslara dikkat)
Nakaratına doyamadan biten Brendan’s Death Song’un ardından gelen Ethiopia etkin bas, aksak davul ve “twangy” gitarlarıyla klasik bir RHCP şarkısı. Annie Wants a Baby tınısı alışılagelmişin dışında seyreden nakaratı ve düşük ısınması çok kolay bir parça değil ama grup Look Around ile tempoyu hızlıca toparlıyor. Nakaratı biraz tekdüze kalsa da albümün en kısa şarkısı dinamik ve hareketli tarzıyla kendini dinletiyor. Sonrasında gelen The Adventures of Rain Dance Maggie “Kalburüstü bir RHCP şarkısı + cowbell” işleminin sonucunun tahmin ettiğimizden de büyük olabileceğinin bir kanıtı. Şarkının albümün ilk single’ı olduğunu hatırlatayım -bu yazı yazıldığı esnada ikinci single olarak da Monarchy of Roses’e klip çekmekle meşgul pepperlar- Did I Let You Know latin ezgili süslemelerin yanısıra çok karakteristik bir gitara sahip. Klinghoffer’ın baştan sona kumanda ettiği tek şarkı ve performansını Frusciante-esque bir solo ile taçlandıran Josh taklitçiden ziyade ustasına selam çakmış gibi duyuluyor. Albümde yerinde duramayan çok şarkı var ama hiçbiri sıradaki Goodbye Horray kadar saldırgan değil. Flea’nın bas solosu ve ardından emniyet freni çekilmiş gibi durup silkinen ve sonradan tekrar gaza basan yapısıyla grup, ustalığını bir kez daha gözler önüne seriyor. Happiness Loves Company’nin standart bir şarkıdan tek farkı piyano hakimiyetinde ilerlemesi. Police Station nedense bana Venice Queen’i çağrıştırıyor, tıpkı onun gibi kişisel ve yarattığı hissi tanımlamak zor -Venice Queen “By the Way” albümünün son şarkısı olup Kiedis’in ölen terapistine yazdığı, içerisinde 2 ayrı şarkı barındıran 6 dakikalık bir şaheserdir-
Even You Brutus hiddetli vokali dışında akılda kalacak bir unsur içermiyor- bir kez daha Kiedis’in neye bu kadar sinirlendiğini merak ettiğimizle kalıyoruz- Meet me at the Corner albümdeki en sakin ve yumuşak şarkı, eksiği ya da fazlası olmayan bir akustik ballad. Dance Dance Dance’in adını okuduğumda daha agresif bir kapanış bekliyordum ama belli ki pepper’lar albümü nispeten düşük bir tuşede bitirmek istemiş. Doğrusunu söylemek gerekirse yaratıcılığın neredeyse Californication seviyelerinde seyrettiği albüm bence daha orjinal bir kapanışı hak ediyor.
“I’m With You” muhtemelen hiçbir zaman bir Californication olmayacak çünkü sansasyon yaratacak “smasher”lar içermiyor. Milenyumun başlarındaki kadar etkin ve medyatik bir RHCP görmeyeceğiz önümüzdeki yıllarda. Bunun sebebi kesinlikle müziğin kalitesinin düşmesi değil, bu geri plana geçme bilinçli bir tercih. Grup biraz daha içine kapanıp “core pepper” lara dönmek istiyor ve I’m With You, eleman ve sound değişikliği olmasına rağmen bu kitleyi yakalayabilecek bir albüm. Bunun yanında “temkinli iyimser” dinleyiciler için de grubu daha yakından tanımak için iyi bir fırsat çünkü albüm klasik “çekirdek kitlemize dönmek için çok kişisel bir albüm yapalım ki en az 7-8 dinlemede tadı farkedilsin (bkz. Arctic Monkeys- Suck It and See)” mantığında yapılmış bir iş değil. Eğer pepperlar ile tanışıklığınız kafa selamı seviyesinde ise bu 59 dakika 21 saniyelik yolculuğun sonunda -biraz geç kalınmış da olsa- iyi bir dost kazanacağınıza eminim. Hatta belki “Altın Çağ” zamanları neden bu kadar samimi olmadığınıza hayıflanabilirsiniz bile.
İlk yorumu siz yazın!