Ön Yargılarımız: "Ben Eski Film İzlemiyorum"
Çevremden duyup da hoşuma gitmeyen bir cümle varsa, o da bir film önermemi isteyen arkadaşlarımın kurduğu şu cümledir: “Ben eski film izlemiyorum.”
Bu yazıda; eski diye nitelendirilen filmlere olan bu ön yargıyı yıkabileceğine inandığım, birbirinden bağımsız türlerde birkaç film önereceğim.
“Ne izlesem?” diye düşündüğümüzde imdadımıza en kolayından eş dost yetişir, ya da öyle görünür. Öyle görünür dememin nedeniyse; on tane film de önerilse, genelde gidip hiç sözü geçmemiş bir tanesini seçiyor olmamız.
Bir filme herkesin aynı değeri vermesini beklemesek de, önerilerini aldığımız insanlar, fikirlerine önem verdiğimiz insanlar olur. Bana göre bu fikirleri yıllara göre sıraya koymak ve elemekse, onlara ve bilhassa filmlere yapılan büyük bir haksızlık, ve izlemeyene kayıp. Zamanında benim de yaptığım ve kaybettiğim gibi.
Bir filme “eski” demenin kriteri ne bilmiyorum. Yıl, görüntü kalitesi, renk, efekt? Temelde hepsini etkileyen yıl sanırım. Doğduğumuz yıldan sonrasına eski diyorsak vay halimize! Hele daha da öncesiyse; at Kubrick’i, Bergman’ı, Hitchcock’ı, Polanski’yi ve daha nicesini kenara. İzlediğimiz filmleri, televizyon ya da vizyonda denk gelenlerin dışında, kendimiz seçtiğimizde bu ayrımı yapmaya başlıyoruz. Ne yazık ki benim gözlemlediğim kadarıyla, sinemaya az çok değer verenler dışında, başyapıtlar hep bu “eski”likten dolayı göz ardı ediliyor.
Peki yok mu “eski”cilere de hitap edecek, onları bir filmi izlemeye karar verirken yılına artık pek de dikkat etmemeye itecek filmler? Bence var, tam da burada!
Rififi (1955)
Ön yargımın yıkılmasına vesile olan, izlediğim ilk siyah beyaz filmdir kendisi. Bana izledikten sonra Oceans’s Eleven’ın esinlendiği film diye düşündürtmüştür hep. Fakat onun kadar aksiyonu başka ögelere bel bağlamamıştır tabii ki. Jules Dassin’in yönettiği 1955 yapımı Rififi, soygun filmlerinin klasiklerinden. Aslında ana konusu soygun olmayan Auguste Le Breton’un kitabından uyarlama bir film olan Rififi‘nin can alıcı soygun sahnesini çarpıcı kılansa, hiçbir repliğin ve müziğin dahil edilmemesi. Hal böyle olduğunda sanki soygun esnasında siz de orada bulunuyormuşsunuz gibi heyecanlanıyorsunuz. Vurdusuz kırdısız, tetikleyen müziksiz, tertemiz bir soygun başyapıtı izlemek isteyenler için tadından yenmeyecek bir eski film alternatifi.
Ikiru (1952)
Aslında bu filmi, ön yargı serimin (seri olur umarım) Uzak Doğu kısmına dahil etsem diye düşündüm önce. Ne de olsa Rashomon, Yojimbo, Seven Samurai gibi efsane filmlerin Japon yönetmeni Akira Kurosawa’dan bahsediyoruz. Ama eski, siyah beyaz filmlere iştahla yaklaşmama, hatta özellikle onları tercih etmeme vesile olan 1955 yapımı Ikiru’yu önermeden duramadım. Film, artık çoğu filme konu edilmiş “Üç aylık ömrüm kalmış, ne yapmalı, ne düşünmeli, ne yemeli, ne içmeli, nereye gitmeli?” sorusu üzerinden gitse de, bu durumu Ikiru gibi naif ve sıcacık anlatanını bulamazsınız. Bürokrasinin, yaşamın rutininin bizi kemiren asıl olgular olduğunu, yaşarken ne yaparsak hayatımızın anlam kazanacağını pek sevgili başrol oyuncumuz Takashi Shimura’nın filmdeki ruh halini yansıtış biçiminden de pekala anlamak mümkün. Efsane bir dram izlemek isteyen eskicileri Ikiru’ya alalım!
Sunset Boulevard (1950)
Tiyatral sahneleri, kendine has karanlık atmosferi, tekinsiz romantizm anlayışıyla bezenmiş sinematografisiyle 1950 yapımı bir Billy Wilder filmi olan Sunset Boulevard; bir zamanlar sessiz filmleri kasıp kavuran fakat artık dış dünyadan, film endüstrisinden ziyadesiyle korkan ve yaşlılığından, sönen şöhretinden ötürü paranoyak hallere bürünen, kompleksli, korkutucu fakat aynı zamanda şefkat uyandıran bir çaresizlik içerisinde eskide yaşayan bir film yıldızının hayatını ele alıyor. Günümüzde kolay kazanılıp daha da kolay kaybedilen şöhretin, o dönemde yaşamış bir yıldızın psikolojisini nasıl alt üst ettiğini çarpıcı bir şekilde önümüze seriyor film. Sessiz izleseniz bile Gloria Swanson’ın efsane oyunculuğu sizi yutacaktır eminim!
What Ever Happened to Baby Jane? (1962)
Geldik benim favori filmime. What Ever Happened to Baby Jane?‘i nasıl anlatsam, nereden başlasam bilemiyorum. Robert Aldrich’in yönettiği film, gerçek hayatta da birbirine düşman olan efsane oyuncular Bette Davis ve Joan Crawford’u bir arada görebileceğiniz tek film. Hiç mi hiç iyi geçinemeyen, birbirine mahkum iki kız kardeşin hikayesini gerim gerim gererek anlatıyor. Bu gerginlik, kendi kendine açılan kapılarla, aniden yüzümüze çarpan pencerelerle, beliren komşularla, yakın plan surat çekimleriyle olmuyor. İkilinin gerçek hayattaki çekişmesini hissediyorsunuz birbirlerine bakışlarından, diyaloglarından. Uzun bir film olmasına rağmen (uzun dediğim 135 dakika) Jane’in ruh halindeki değişimleri, olayın iç yüzünü, bu gerginliğin altında başka duygular yatıp yatmadığını öyle merak ediyorsunuz ki filmin çabucak bittiğine üzülüyorsunuz. Sizi bir güzel gerdikten sonra da tek bir cümleyle içinizi sızlatabilir benden söylemesi. İzleyin, izlettirin, izlettirirken bir daha izleyin. (Severseniz ve bu ikilinin gerçek hayatta nasıl fena, nasıl klas bir soğuk savaş içerisinde olduğunu merak ederseniz -ki lütfen edin, inanılmaz güzel bir dizi- Feud: Bette and Joan dizisini mutlaka izleyin. Minik bir ipucu olarak Bette, Joan için “Cayır cayır yanıyor olsa üzerine işemem!” demiş, kan davasının hiddetini siz tahmin edin!)
Şu yukarıda bahsetmiş olduğum filmleri izleyip de birinden bile memnun kalmazsanız, başka bir ön yargınızı yıkmak için burada olacak, pes etmeyeceğim 🙂
İlk yorumu siz yazın!