Sona Ermesinin 100. Yılında: I. Dünya Savaşı Filmleri
Dünya ve insanlık tarihinde bu kadar derin izler bırakan bir savaşın sinemaya konu olmaması elbette düşünülemez. II. Dünya Savaşı kadar fazla film ve diziye konu olmasa da I. Dünya Savaşı hakkında da dikkate değer sayıda film çekilmiş ve bunlardan bazıları sinema tarihinin en önemli başyapıtları arasına girmiştir. Bu kısa yazıda bu filmlerden bazıları, benim sevdiğim ve seçtiğim 10 tanesi hakkında görüşlerimi paylaşacağım.
II. Dünya Savaşı’na kadar dünya tarihinin gördüğü en büyük, en kapsamlı, en vahşi ve kanlı savaş olan I. Dünya Savaşı, resmi olarak 28 Temmuz 1914’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Sırbistan’a savaş açması ile başlamış ve bundan 100 yıl önce, 11 Kasım 1918’de 16 Milyon asker ve sivilin ölümü ve daha fazla sayıda insanın yaralanma, ruhsal çöküntü, evini –yurdunu terk etmesi gibi savaşın yan etkileri altında acı çekmesi ile sonlanmıştır. Savaşın sonuçları yeni bir dünya düzeni oluşmasına neden olmuş ama bu düzen istikrar getirmemiş; Avrupa’nın büyük güçleri arasındaki hesap kapanmamış ve sonuç olarak aradan 20 yıl geçtikten sonra II. Dünya Savaşı patlamıştır.
Dünya ve insanlık tarihinde bu kadar derin izler bırakan bir savaşın sinemaya konu olmaması elbette düşünülemez. II. Dünya Savaşı kadar fazla film ve diziye konu olmasa da I. Dünya Savaşı hakkında da dikkate değer sayıda film çekilmiş ve bunlardan bazıları sinema tarihinin en önemli başyapıtları arasında girmiştir. Filmlere geçmeden önce, seyrettiğim ve beğendiğim ancak listeyi 10 film ile sınırladığımdan dolayı listede yer veremediğim A Farewell to Arms (Frank Borzage, 1932), War Horse (Steven Spielberg, 2011), The Red Baron (Nikolai Mullerschön), Sergeant York (Howard Hawks, 1941) ile savaşın hemen ardından çekilen ve I. Dünya Savaşı temalı filmler arasındaki ilk örneklerden biri olan, sessiz dönemin savaş başyapıtları arasında yer alan Big Parade (Kind Vidor, 1925), Should Arms ve Howard Hughes yapımı Hell’s Angels, Edmund Goulding’dan Dawn Patron (1938), Jack Gold’dan Aces High (1976) gibi filmleri anmadan geçmeyeceğim. Listeye alamadığım ancak haklarında birkaç kelam etmek istediğim iki film daha var: İlki gerçek bir olaydan esinlenen Joyeux Noel (Christian Carion, 2005). 1914 yazında savaş çıktığında neredeyse tüm Avrupa ilk Noel’e kadar savaşın sona ereceğinden ve tüm askerlerin Noel’de evde olacaklarından emindir. Ancak askerler
dört Noel daha eve gidemeyecek ve o Noelleri cephede, siperlerin insanlık dışı sefil ortamında geçireceklerdir. 1914 Noel’inde Batı Cephesi’nde askerler kendiliğinden geçici bir ateşkes yapar ve birlikte Noel’i kutlarlar. Bu olayı anlatan film I. Dünya Savaşı ile Noel filmleri / yılbaşı filmleri türlerini bir araya getiren duygusal, sıcak bir yapım. Listeye doğrudan I. Dünya Savaşı filmi olmadığından alamadığım Michael Haneke’den Das Weisse Band (2009) ise savaşın hemen öncesinde, bir Alman köyünde geçen garip olayları konu alır. Film bizlere savaşı mümkün kılan toplumsal ruhu, disipliner, ataerkil ve otoriter yapıyı Haneke sinemasının kendine has rahatsız edici ve sarsıcı sinemasal diliyle bizlere aktarır.
En İyi I. Dünya Savaşı Filmleri
10. Passchendaele | 2008, Paul Gross
Resmi olarak 3. Ypres Cehpesi olarak adlandırılsa da tarihte ve anılarda yarattığı terör, dehşet ve sefalet tek bir adla yer etmiştir: Passachendaele. Somme, Verdune ve Bahar Saldırısı gibi I. Dünya Savaşı sırasındaki en epik, en büyük ve kanlı cephelerinden biri olan Passachendaele savaşın sembollerinden biri haline dönüşmüştür. Temmuz 1917’de Britanya ordusunun başkomutanı General Dougles Haig, Belçika’nın kuzeydoğu sahillerinde bulunan Alman denizaltı üslerini ortadan kaldırmak istiyordu ve bunun için Ypres’te bulunan birliklerine saldırı için emir verdi. Saldırının yapıldığı arazi kalın killi bir toprak yapısına sahipti ve ayrıca deniz seviyesinin altında bulunuyordu. Yoğun top ateşi, bölgedeki drenaj sistemini yok etmişti. Saldırı başladığında Ypres son 30 yılın gördüğü en şiddetli yağmura maruz kaldı ve toprağın yapısı ile altyapının olmaması sonucunda her iki taraftaki askerler sadece birbirleri ile değil 105 gün boyunca yağmur ve çamur ile de savaştı. Film, işte bu cephenin; yağmurun ve çamurun insanları, atları, tankları yutmasının, toplamda 500 bin zayiatın hikâyesini, Kanadalı askerlerin gözünden anlatıyor. Kanadalıların gözünden; çünkü Gelibolu (Çanakkale) Savaşı Avustralya ve Yeni Zelandalılar için ne ifade ediyorsa Passchendeale de Kanadılar için benzer bir öneme sahip.
Kanadalı sinemacı Paul Gross’un yazdığı, yönettiği ve başrolde yer aldığı Passchendeale, değeri yeteri kadar verilmeyen ama çok iyi filmler kategorisinde yer alıyor. Özellikle kimi anlarda ‘gore’ sınırlarına ulaşan savaş sahnelerinin sertliği ve dehşeti, sürekli yağan yağmurun yarattığı gerçekçi ve rahatsız edici atmosfer çok başarılı. Gross, yönetmenlikte olduğu kadar baş karakter Michael Dunne rolünde de çok iyi. Filmin müziğini yapan Jan A.P. Kaczmarek özellikle filmin ana teması ile sağlam, vurucu, dramatik yapısı çok kuvvetli bir yapıt ortaya çıkarmış ve diğer efsanevi yurttaşları gibi Polonyalı bestecilerin film müziğindeki büyük geleneğinin önemli bir temsilcisi olduğunu göstermiş.
IMDb Puanı: 6.5/10
9. King & Country | 1964, Joseph Losey
Sinema tarihinin en başarılı yönetmen-oyuncu işbirliklerinden biri Joseph Losey ile Dirk Bogarde tarafından gerçekleştirilmiştir. Toplam beş filmde bir araya gelen ikilinin bu işbirliği The Servant (1963) ve Accident (1967) gibi iki büyük başyapıt ortaya çıkarmıştır. King & Country ikilinin işbirliğinin üçüncü ürünü. Film Passchendaele muharebesinden sonra İngiltere’ye, evine geri dönen ve bu yüzden de firari olmak suçundan askeri mahkemeye sevk edilen Er Arthur James Hamp’ın yargılanma sürecini ve bu süreçte onu savunmakla görevlendirilen Yüzbaşı Hargreaves’in ilişkilerini anlatan ve bu ilişkiler üzerinden de savaşı sorgulayan önemli bir film. Efsane Bogarde, Hargreaves rolünde çok iyi. Onunla birlikte çok takdir ettiğim İngiliz tiyatro ve sinemasının bir diğer büyük efsanesi, Doktor Jivago’nun unutulmaz ‘Pasha’sı Sir Tom Courtenay de Er Hamp rolünde büyük oyunculuğunun ipuçlarını gösteriyor.
IMDb Puanı: 7.5/10
8. The Trench | 1999, William Boyd
Siper, hiç kuşkusuz I. Dünya Savaşı’nın en simgesel unsuruydu. Cephede insanların yaşadığı, yemek pişirdiği, yediği, traş olduğu, yazın sıcaktan pişen, kışın soğuk, ıslak ve çamura batan bu yerler “Büyük Savaşın” sefilliğinin ve insanlık dışı koşullarının da en büyük göstergesi olmuştur. The Trench, İngiliz tarihihin en büyük travmalarından biri olan Somme Muharebesi’nin hemen öncesinde siperlerdeki yaşamı ve askerlerin ruh halini yansıtmayı amaçlayan mütevazı bir başyapıt. Özellikle saldırı öncesinin sessizliğinde siperde bekleyen askerlerin garip bir huzur içinde dinledikleri kuş seslerinin saldırı emri veren acı bir düdük çığlığı ile bölündüğü sahne çok etkileyici. Başrolde henüz Bond Serisi ile dünya çapında büyük bir üne kavuşmamış Daniel Craig var.
IMDb Puanı: 6.1/10
7. Frantz 2016, François Ozon
Fransız sinemasının yaşayan en büyük yönetmenlerinden François Ozon’un filmografisinde ilk başta ayrıksı gözüken bir I. Dünya Savaşı, daha doğrusu I. Dünya Savaşı sonrası filmi… Savaşta kocasını kaybeden Alman bir kadın, kayınpederi ve kayınvalidesi ile beraber yaşamaktadır ve tüm aile kayıplarının yasını tutmaktadır. Bir süre sonra kocasının mezarını ziyaret eden gizemli bir Fransız ile tanışır. Fransız adam kısa sürede kadının ve ailenin kalbini kazanır ve zamanla farklı gerçekler kadının ve ailenin savaşı, ana vatanı, milliyetçiliği, aşkı, yası sorgulamasına yol açar. Ozon’un kadın kimliğine, kadın – erkek ve karmaşık insan ilişkilerine odaklanan sineması bu kavramları I. Dünya Savaşı’na taşıyor. Erdemleri üzerine herkesin uzlaşması zor bir film ama gerek ritmi, gerek derinliği, gerek oyunculuğu (özellikle baba Dr. Hoffmeister rolünde Ernst Stötzer çok başarılı) gerekse siyah-beyaz görüntüleri ile anlatmak istediğini ve oluşturmak istediği atmosferi çok başarılı bir şekilde yansıtmasından dolayı listede kendine yer buldu.
IMDb Puanı: 7.5/10
6. Un long dimanche de fiançailles / A Very Long Engagement | 2004, Jean-Pierre Jeunet
1991 tarihli Delicatessen ile bir anda dünya sinemasının dikkatini ve hayranlığını kazanan Jean-Pierre Jeunet, 1995 tarihli La cité des enfants perdus ve 2001 tarihli Le fabuleux destin d’Amélie Poulainile son 20 yılda gerek içeriği gerekse sinematografik üslubu ile Fransız sinemasının en dikkat çeken yönetmenlerinden biri haline geldi. Bu filmi ile Jeunet, I. Dünya Savaşı’na kendi üslubu ile bir bakış atıyor. Amélie’de en mükemmel örneğini gördüğümüz masalsı, trajikomik ve gerçeküstü görsel üslubu I. Dünya Savaşı’na taşıyor ve Amélie rolüyle büyük bir yıldız konumuna ulaşan Audrey Tautou’nun canlandırdığı Mathilde’in Somme Cephesi’nde kaybolan nişanlısını arama hikâyesini anlatıyor. Savaşın acımasızlığı ile romantik aşk arasındaki zıtlığı, ama aynı zamanda her ikisinin de yaşama dair oluşunu kendine özgü mükemmel bir görsellikle ve sinema diliyle anlatmayı başarıyor. Filmin hikâyesinin yoğunluğu, çok fazla karaktere sahip olması ve her bir karakterin karmaşık hikâyeleri dolayısıyla takibinin kimilerine zor geleceği düşünülebilir ama bu, filmi önemli bir yapıt olmaktan çıkarmıyor. Amélie’nin bir başyapıt olmasının nedenlerinden biri olan besteci Yann Tiersen ile çalışmak yerine Jeunet bu kez bir diğer büyük usta Angelo Badalementi ile çalışmış ama müzik Amélie’de olduğu gibi filmi güçlendiren unsurlardan biri haline gelmiş. Müziğin yoğun dramatik yapısı filmin atmosferini daha üst seviyelere taşıyor.
IMDb Puanı: 7.7/10
5. Gallipoli | 1981, Peter Weir
Kült seviyesine erişen ve neredeyse efsaneleşen bir film Gallipoli. Bunda elbette Avustralya sinemasının en bilinen yönetmeni Peter Weir ile en bilinen oyuncusu Mel Gibson’nun ortalığında Avustralya tarihinin ve ulusal kimliğinin en önemli olaylarından biri, belki de birincisi olan Gelibolu (bizdeki adı ile Çanakkale) Savaşı’nı anlatması büyük rol oynuyor. Film abartılı savaş sahnelerinden çok dramatik yapısı ile ön plana çıkıyor ve tüm benzerleri gibi sağlam bir savaş karşıtı tutuma sahip. Savaş öncesinde gençliğin tüm cesareti, özgürlüğü ve idealizmi ile savaşa katılan ama savaşın gerçekliği ile karşılaştıklarında nasıl bir insanlık trajedisinin içine düştüklerinin farkına varan kahramanlarının hikâyesini çok iyi anlatıyor. Özellikle final sahnesi ile sinema tarihine iz bırakan film, topraklarımızda meydana gelmiş ve Türk tarihi için de mitsel öneme sahip bir cephenin karşı taraf açısından nasıl görüldüğünü yansıtmasıyla da seyredilmeyi hak ediyor.
IMDb Puanı: 7.5/10
4. Lawrence of Arabia | 1962, David Lean
Lawrence of Arabia, uzun yıllar Türkiye’de sansür altında kalmış ve filmin gösterimi yasaklanmıştı. Bunun nedenini itiraf edeyim ki filmi ilk seyrettiğimde anlamamıştım. Belirli bir sahne yüzünden değil de filmin genel tarihi yaklaşımı yüzünden yasaklandığını düşünmüştüm ta ki bugün bile hala gerçekliği kanıtlanmamış bir ‘tecavüz’ iması yapan sahneyi yeniden seyredene kadar. Bu ‘ima’ edilen olay filmde de dramatik bir rol oynuyor: Lawrence, bu olaydan sonra değişiyor, adeta Osmanlı Askerleri ile kişisel bir intikam için savaşmaya başlıyor.
Lawrence of Arabia, sadece Türk değil İngiliz tarihi açısından bile tartışmalı tarihi ve politik bir karaktere ve olaylara yaklaşımı ötesinde sinema tarihinin en efsanevi biyografi örneklerinden biri. İngiliz sinemasının en büyük yönetmenlerinden biri olan ve bu film dışında Brief Encounter, Great Expectations, The Brigde on the River Kwai, Doktor Jivago ve A Passage to India gibi filmlerle sinema tarihine büyük imzalar atmış David Lean’in en bilinen başyapıtı. Lean’e özgü görkemli epik anlatımı; başta Lawrence rolünde sinema tarihinin en dikkat çekici canlandırmalarından birini yapan Peter O’Toole olmak üzere her biri büyük birer yıldız olan Alec Guinness, Anthony Quinn, Jack Hawkins, Ömer Şerif, Jose Ferrer gibi büyük aktörlerin oyunculukları ve Maurice Jarre’in sinema tarihinin en bilinen, en mükemmel temalarından birine sahip olan müziği ile sinema tarihinin en önemli klasiklerinden biri olmayı başarmıştır.
IMDb Puanı: 8.3/10
3. La Grande Ilussion | 1937, Jean Renoir
Savaşın bitmesinin yaklaşık 20 yıl sonrasında çekilen bu film cephede değil bir esir kampında geçer. Almanlara esir düşen iki Fransız askerden biri sivil hayatta bir aristokrat diğeri ise sıradan bir ustadır. Tutuklu olarak yollandıkları kampın komutanı da sivil hayatta bir aristokrattır. Kendisi gibi aristokrat bir kökenden gelen Fransız subaya diğerlerinden farklı davranır ve zamanla bu ikili arasında bir yakınlaşma meydana gelir. Renoir, diğer savaş filmlerinden farklı bir şekilde cepheye, savaşın kötülüğüne, anlamsızlığına ve şiddetine değil savaşın farklı taraflarını oluşturan kişilerin karakterlerine ve onların politik-ekonomik-kültürel köklerine eğilir. Derinlemesine bir okumada görüleceği üzere yoğun bir psiko-politik bağlamı olan film, düşman bile olsalar kişiler arasında aynı snıfa ait olmanın getirdiği ‘evrensel’ bir ittifaktan, farklı bir sınıf bilincinden bahsetmesi açısından da ilgi çekicidir. Sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri olarak da kabul edilen bu büyük klasik, üzerinden 90 yıl geçmesine rağmen hala önemini ve ilgi çekiciğini korumaktadır.
IMDb Puanı: 8.1/10
2. All Quiet On the Western Front | 1930, Lewis Milestone & 1979, Delbert Mann
I. Dünya Savaşı hakkındaki simge filmlerinden biri, belki de en çok bilinenidir. Büyük Alman Yazar Erich Maria Remarque’ın aynı adlı romanından uyarlanan ilk versiyon 1930’ta Hollywood stüdyo geleneğinin en büyük ustalarından biri olan Lewis Milestone tarafından çevrilmiş ve sinema tarihinin en bilinen savaş karşıtı yapıtlarından biri olmuştur. 1978’de bir başka önemli Hollywood yönetmeni Delbert Mann tarafından televizyon için yeniden uyarlanmıştır. Bu yeniden çevrim ilk versiyon kadar sinema tarihinde iz bırakmasa da bu büyük romanın modern sinemaya aşina genç kuşaklar tarafından da tanınmasına olanak sağlaması açısından önemli bir iş yapmıştır. Film, savaşın ve savaşa yol açan milliyetçiliğin retorik düzeyde nasıl bir yanılsama olduğunu, savaşın gerçeklikliğini ancak savaşanların yaşadığını, Batı Cephesi’ndeki siper savaşlarının anlamsızlığını anlatan epik bir başyapıttır.
IMDb Puanı: 8.1/10, IMDb Puanı: 7.1/10
1. The Paths of Glory | 1957, Stanley Kubrick
Sinema tarihinde belki de en çok bilinen savaş karşıtı film… Kubrick’ten, Savaşın anlamsızlığı, yüksek rütbeli komutanların yozlaşmışlığı, savaşta insan hayatının değersizliği üzerine bir başyapıt. Bir Fransız generalin kendi ünü ve prestiji için bir ‘imkansız’ görev emri vermesi ardından geri çekilen askerlerin ‘korkaklık’ ile suçlanıp örnek olmaları için haksız yere, önceden planlanmış bir davada Divan-ı Harp’te yargılanmalarını anlatan ve ağırlıklı olarak cephe dışında geçen film, mahkeme sahneleri, ama özellikle de duygu yüklü etkileyici sonu ile sinema tarihine geçmiştir. Divan-ı Harp sırasında askerleri savunan Albay Dax rolünde Kirk Dougles, yozlaşmış
general rollerinde Adolphe Menjou ve George McReady çok iyiler.
IMDb Puanı: 8.4/10
İlk yorumu siz yazın!