Piazza Navona: Roma'nın Ruhuna Bir Bakış
Ruhum bu dünyaya tekrar gelecekse, lütfen Piazza Navona’da bir sokak sanatçısının bedenine yerleşsin, olmaz mı? Olur mu bilmem ama benim ruhum zaman zaman hala o meydanda geziniyor. Aklım hala oradaki ressamlarda, ağzımda hala yediğim dondurmanın tadı, kulağımda sakin bir cümbüşün ortasında çeşmelerden akan suyun şırıltısı… Ve şimdi birazcık Roma’nın en ayrılmak istemeyeceğiniz meydanı Piazza Navona’ya hayali bir yolculuk yapmak istiyorum. Olmaz mı?
Roma’nın turuncu renkli sokaklarındayım, boynumda kırmızı bir fular, neden bilmem şehrin bir parçası olmak istercesine, kırmızı… Ne sıcak ne soğuk, rahatsız etmeyen bir hava var dar sokaklarda. Tüm anları ruhuma mıhlamak üzere her şey yerli yerinde sanki. Kalabalık, renk renk insan cümbüşü… Irk denen sınıflandırma, ten rengi, cinsiyet ayrımı yokmuşcasına herkes bir gibi, tek, hür ve sadece insan işte. Her kıyafet, her bakış, her ses bir ilham.
Kırmızı, sarı, mavi, beyaz… Ve her yer scooter kullanan kadınlar, erkeklerle dolu. Ah Roma, her caddesi ve her sokağı ile yaşadığını buram buram hissettiren, bir zamanlar gladyatörlerin kan revan savaştıkları arenalara ev sahipliği yapmamışcasına romantik şehir…
Kolezyum’da hissettiklerimi bir ömür üzerimde taşıyacağım sanırım. İnsan dövüşlerinin çılgınca eğlenceye dönüştürüldüğü, vahşi hayvanların birbirini parçaladığı, idamların gerçekleştiği yapının içinde korkuyor, hüzünleniyor, heyecanlanıyor ve bazı şeylere inanamıyorum. Tarih, ne çok şey yaşanmış, şimdiki birçok yasak bir zamanlar olağanmış diyorum. Biraz hafiflemem lazım…
Trevi Çeşmesi’ ndeyim, nam-ı diğer Aşk Çeşmesi. Para atmadan geçmek olmaz! Sırtımı çeşmeye dönüyorum ve sol elimle sağ omzumun üstünden bozuk parayı atıyorum. İşte orada, içinde… Ben gerçek aşkı bulmak için değil de Roma’ya bir daha gelebilmek niyetiyle bu ritüeli tamamlıyorum. Mis gibi pizza kokuyor etraf, acıkıyorum; çeşmenin yanındaki pizzacıdan birkaç dilim Margherita lütfen…
Kalabalığın ortasında bir yer bulmak, eldeki pizzaları bir çırpıda yemek, sonra bir bardak kahve kapıp sokaklarda kaybolmaya devam ediyorum. Dar sokaklardan geçerken küçük bir meydana varıyorum. Karşımda kubbeli devasa bir yapı çıkıyor. Sütunlardan oluşan bir giriş ile karşımda; Pantheon: Tüm Tanrıların Tapınağı. An duruyor, büyü mü bu? Neden bu kadar etkileniyorum, koşuyorum, sütunların arasından geçiyorum, her birine tek tek dokunmak istiyorum, içeri giriyorum… Kocaman bir kubbenin altındayım şimdi, burada birçok kralın mezarı varmış, ama beni daha çok Rönesans döneminin ünlü ressam ve mimarı Raffaello’nun 37 yaşına bastığı gün ölmesi etkiliyor. Raffaello’nun bedeni burada yatıyor. “Hayatta iken, tabiat, o beni geride bırakacak diye korkardı ; öldükten sonra da ben onunla öleceğim diye korktu.” diye yazıyor içinde bulunduğu lahitin üstünde.
Yine ara sokaklar, ellerinde biralar ile ayaküstü keyifli sohbet eden İtalyanlar, kahkahaları nefis… Bir kadın giriyor tarihi bir apartmana, elinde bir kese kağıdı, içinde bir şarap şişesi. Bir kutlama mı var, yoksa bir kadeh kırmızı şarap küçük bir yalnızlık senfonisine eşlik mi edecek diye düşünüyorum.
Bir meydan varmış, adı Navona. Sokak sanatçıları resim çizerlermiş, müzisyenler mini konserler verirlermiş, “mutlaka orada vakit geçirmelisiniz” diye okumuştum her yerde, Roma’ya gelmeden önce. İyi de orada ne yapacağım? Görülecek ne var mesela? Sadece Fontana dei Quattro Fiumi, Dört Nehir Çeşmesi, mi? Yürüyorum, elimde harita. Burası neresi? Ben neredeyim? Kulaklarımda nefis bir melodi, gözlerimi alamadığım resimler, portreler, insanları güldüren ve heyecanlandıran sokak sanatçıları… Meydana bakan kafelerde oturan onlarca turist şaraplarını, kahvelerini, biralarını yudumluyor. Bernini’nin dünyanın dört büyük ırmağından esinlenerek tasarladığı dört büyük nehir ve dört büyük kıtadan oluşan çeşme Fontana dei Quattro Fiumi…
Çeşmenin sağında ve solunda ona eşlik eden La Fontana del Moro, Moor Çeşmesi, ve Fontana di Nettuno, Neptün Çeşmesi, üçlü bir ittifak gibi Navona’ yı kapsıyor. Zaman yine duruyor ama bu defa başka, “oraya da gidelim, bunu da görelim” telaşı birden yok oluyor. Sadece gezinmek istiyorum ressamların aralarında. Ayaklarım hiç acele etmiyor, çeşmelerden akan suyu izliyorum, bir kap dondurma alıyorum, oturuyorum en uygun köşeye. Dondurma dilimde eriyor, gözlerim yanımdaki İtalyan kadının köpeğinde… Köpek çılgınlar gibi topuyla oynuyor, herkesi güldürüyor. Herkes köpeğin sevimliliği ile mutlu oluyor. Yanımdan yüzü olmayan bir adam geçiyor, evet, yüzü yok. Nasıl oluyor bu derken yanıma geliyor, sokak sanatçılarından biri işte… Bir fotoğraf çekiliyoruz, en tuhaf ve sevimli hatıra olarak kalıyor bana.
Meydanın ışıkları yanmaya başlıyor, akşam olmuş farkında değilim. Ressamlar yavaş yavaş toparlanıyor. Kafelerin kalabalığı asla azalmıyor, ben hala aynı yerdeyim. Acıkıyorum ama buradan ayrılmak istemiyorum. Yarın yine gelmeliyim diyorum ve arkama baka baka dar sokaklardan birine dalıyorum.
Bu hissi gitmeyenlere ne kadar anlatabildim bilmiyorum, ama oraya giden her arkadaşımda benzer hisler oluştuğunu muhabbetlerimiz dolayısıyla biliyorum. Ayrılmak istememe duygusu ilk defa geldiğin mekanlarda nasıl olabiliyor? Bu bir aidiyet hissi mi? Emin değilim… Ya da barok mimarinin göbeğinde, Bernini gibi dönemin en ünlü sanatçılarının yapıtlarının arasında, adeta onlara sahip çıkarcasına, adları belli olmayan ama aynı sanat aşkıyla yanıp tutuşan ressamların bu meydanı sahiplenişidir belki de bize bunları hissettiren, olamaz mı?
Kapak fotoğrafı: Instagram / @renzzzo83
İlginizi çekebilir: Selin Şen’den Roma’da Ne Yenir?
Şu ana kadar seyahat ettiğim yerler ile sınırlı kalarak, dünya üzerinde bana en iyi gelen, ruhumu besleyen, aşık olduğum yer Piazza Navona. Sayende yeniden yolculuk ettim kendisine. ❤️
evet yine şaşmadı; herkeste bıraktığı benzer his..