Atina'nın Tanrı ve Tanrıçaları: Kutsal Bir Doğum Günü Gezisi
Geçtiğimiz yaz doğum günümden önce bir uçak bileti aldım ve daha önce yaptığım tüm tanımların ötesinde bir kadınlığa büyüdüm. Pek de mutlu olmadığım, yaratıcılığımın acımasızca sınırlandığı bir işte gazeteci olarak çalışıyordum. Bir yandan da üniversiteden yüksek bir ortalamayla mezun olmak için aldığım fazla derslerle boğuşuyordum. Ardı ardına insan uğurluyordum hayatımdan, yerlerinde kocaman soru işaretleri kalıyordu. Bütün bir karmaşa içinde kendi doğrularıma sadık kalmanın bir yolunu arıyordum.
Kısaca, kendimi muhteşem hissetmiyordum çünkü ulaşmak istediğim yeri net görebiliyordum ama benim için oraya giden bir yol var mı bilmiyordum. Ben de, yirmi üç yaşıma yabancı bir şehirde girmeye karar verdim. Gerçekten bir yabancı olup kaybolduğumda kime dönüşebileceğimi görmek için. Atina seyahatim işte bu niyetle başladı.
Yunan filozofların kitaplarını okuyarak büyümüştüm. Sokrates’in ”Kendini bil” öğüdü her kararımda kulaklarımda çınlardı. Kendisiyle çoğu zaman aynı fikirde olmasam da Aristo’nun Politika’sı üzerine saatlerce konuşabilirdim. Bir de mitolojileri vardı tabii. İnsanlara epey benzeyen güzel tanrıları. Hatalar yapan, öfkelenen, seven ve pişmanlık nedir iyi bilen… İşte onlardan bir tanesi bana tam da aradığım gücü verecekti.
İlk günümü Lycabettus Tepesi’nde oturup Atina’ya bakarken defterime gelecekle ilgili bir soru yazarak geçirdim. Kendimi her zaman özgüvenli biri olarak tanımlamıştım. Eh, benim de zaman zaman güçlü şüphelerim olurdu ama sözümün doğruluğundan eminsem sesimi kimse kısamazdı. Yine de, artık tam olarak bağımsız olacağım yılların hemen başında, hedefleri yüksekte olan bir kadın olmak beni korkutuyordu. Yolun yarısında nefes nefese kaldığım Lycabettus Tepesi’nden çok daha yüksek patikalar tırmanmam gerecekti. Gözümü korkutan yolun zorluğu değildi, esas soru sahiden tepeye ulaşmanın mümkün olup olmadığıydı.
Atina sokaklarını kulağımda hep tatlı bir melodiyle dolaştım. Bu şehrin normali miydi, yoksa ben mi çok şanslıydım bilmiyorum. Ama neredeyse girdiğim her sokakta neşeli bir şarkı çalıyordu. Tavernalarla dolu Plaka semti boyunca yürürken kahkahalar arasından çok tatlı şarkılar keşfettim. Binlerce adım atarak bitkin düştüğüm ilk akşamda da bir turist klişesi olan lokal bir kahvecide şehrin tarihi hakkında okuma kısmına geldim. Aradığım ilhamıysa tam da burada, hostelimin yakınlarındaki bir tezgahtan aldığım eski şehir rehberinde bulacaktım.
Güneş, masmavi gökyüzünde Olimposlu’ların ihtişamını hatırlatır gibi tepemde parlarken Athena’nın şehre adını nasıl verdiğinin hikayesini okumaya başladım. Önce Posedion yani denizler tanrısı, şehri yönetmek istemişti. O, halka neler vadedebileceğiyle övünürken Athena belirmiş ve güçlü Tanrı’ya meydan okumuştu. Athena; savaş, strateji ve bilgelik tanrıçası. Onu dinleyenlere, meyvelerini yemeleri ve yağını ışığa dönüştürüp şehri aydınlatmaları için bir zeytin dalı hediye etmişti. İddasını kutsal bir mahkemeye kadar da sürmüştü, zaferine kadar. Athena’nın bir tanrıya karşı gelmesine bile yetecek cesaretinden, mücadelesini kazanmak için seçtiği yolun zarafetinden çok etkilenmiştim. Gücü; her baharda yeniden açan zeytin ağacının çiçekleriyle, feminenliği ve doğurganlığı kutsayarak hatırlanacaktı.
İçinde büyüdüğüm toplum, kendini ifade edişi ya da özgüveni maskülen olarak değerlendirmeye yatkın. Oysaki aslında feminen enerji yalnızca yaşamı yaratmakla değil, onu korumak ve savunmakla da ilgili. Athena pasif davranmak yerine Posedion’la savaşmayı tercih ettiği için ”daha az feminen” hale gelmemişti. Onun topraklarını ziyaret ederken bana sayfaların arasından, eğer gerekliyse savaş ama kendi silahlarını bilgece yaratmaktan da korkma diye fısıldıyordu. Tüm dünya aksini söylese bile, kendi gerçeğinin arkasında dur ve kendini gerçekleştirirken yaşamın döngüsüne zarar verme. Aksine, ona katkıda bulunmak seni her zaman güçlendirir. Onu duymuştum.
Benim için Atina’nın sihri burada da bitmiyor, hayır. Ertesi günün akşamında hostelin terasında Acropolis’i izleyip şu an adını hatırlayamadığım nefis Yunan kokteylini yudumlarken gerçek bir Athena’yla tanıştım! Bugün bir kadının gücünü kutsamak için bir tapınak yapmanın ne kadar radikal olacağından bahsediyordu. Sohbete katılıp adını sorduğumda Athena cevabını almanın beni ne kadar şaşırttığını tahmin edersiniz… Amerika’da yaşıyor, vegan besleniyor, hafta sonu aktivitesi olarak insan hakları protestolarına katılıyor ve Atina’yı da LGBTQ+ bireylerinin farklı toplumlardaki temsilini konu alan akademik bir araştırma için ziyaret ediyormuş. Kesinlikle adına yaraşır bir karakter!
Antik müzeler ve tapınaklarda dolanarak, tanrıçaların güçlerini dinleyerek geçirdiğim bir haftanın sonunda tamamen şarj olmuştum! Yani, hedeflerimin artık bana kolay gözüktüğünü söylemiyorum tabii ki ama başarıya giden henüz keşfedilmemiş başka yollar da olduğunu fark etmiştim. Ne olmuş yani erkeklerin dünyasında izi belli olan yollarda yürümeye uygun değilsem? Belki benim kendi yolumun manzarası çok daha güzeldir.
İlgimi çeken bir hikaye daha: Athena, annesi ona hamileyken bir adam tarafından yutulmuştu (sahiden!). Ama öyle bir baş ağrısı olmuştu ki, en sonunda onu kesip çıkartmak zorunda kalmışlardı. Evet, bir tanrıça böyle doğmuş! Doğrularımı savunurken başını ağrıttığım insanlar olduğunu bildiğimden hikayenin bu kısmı özellikle hoşuma gitti. Farklı yöntemler başta tepki çekse de beni hedefe götüreceğini biliyorsam, asla susmayacaktım. Belki bu mitte daha da önemli bir kısım vardı, o da şuydu: Athena tamamen zırhlı bir şekilde doğmuştu. Kapana kısıldığı zamanlar aslında onu güçlendirip silahlandırmıştı.
Şimdi anlıyorum ki bir kadının özüne ulaşması, özgürleşmesi için korkuyu yenmesi şart: ”Herhangi bir role” sadık kalma korkusunu. İş arkadaşlarının cinsiyetçi şakalarını duymak istemedikleri için laboratuvara giderken makyaj yapmayan kadınlar tanıyorum mesela, ne üzücü. Ama ben artık yalnızca benimkinden farklı bir karakterin tanımında kabullenilmişler diye bu ”kadınsı” taraflarımdan vazgeçmek istemiyorum.
İlginizi çekebilir: Gizem Kalaç’tan İş Yaşamında Kadına Psikolojik Şiddet
Dönüş yolunda, insanların benden beklediğini yapmak için kendimden ödün vermeyeceğime dair kendime söz vermiştim. Egomun sesinin, iç gerçekliğimi bastırmasına da… İşte yaklaşık bir yıl sonra benimle aynı endişeyi taşıyan herkese ulaşabilmek için hikayemi paylaşıyorum, uslu kadınlar için yapılan o yolda yürümek zorunda olmadığımızı hatırlatmak için. Güçlü durmak, risk almak, bilinmeye dalmak iç sesinizin size söylediğiyse hiç durmayın. Bu geçen sürede hayatımdaki her şey mükemmel hale mi geldi? Elbette hayır! Kağıt kesiği gibi ufak ama yakıcı birkaç hayal kırıklığı biriktirdim hatta. Ama bunların beni kendimle ilgili şüpheye düşürmesine izin vermedim. Bir sonraki adımım ne olacak henüz emin değilim ama bu yolu sonuna kadar kendim için yürüyeceğimi biliyorum ve bu da yeterli…
Kapak fotoğrafı: Unsplash / Evan Wise
İlginizi çekebilir: Yücel Babadağ’dan Atina Yeme İçme Rehberi
"Ardı ardına insan uğurluyordum hayatımdan, yerlerinde kocaman soru işaretleri kalıyordu. Bütün bir karmaşa içinde kendi doğrularıma sadık kalmanın bir yolunu arıyordum." okumaya başladım ve bu cümlede takılı kaldım..