Céline Sciamma’nın Portrait de la Jeune Fille en Feu’sünün geçtiğimiz yıl dünya genelinde çok ses getirmesinden sonra, benim için 2010’ların en iyi 10 filminden biri olan, 2014 tarihli Peter Strickland muhteşemliği The Duke of Burgundy’nin neden çok daha iyi bir film olmasına rağmen bu kadar popüler olamadığı üzerine, karşılaştırmalı bir düşünceye girmiş buldum kendimi.

portrait
Portrait of a Lady on Fire | Fotoğraf: IMDb

Peter Strickland, bana kalırsa geçtiğimiz 10-15 senenin dünya sinemasındaki en aykırı yönetmenlerinden bir tanesi. Toby Jones’un da enfes katkısıyla birlikte kendisini dünya sinema sahnesine kabul ettiren ikinci uzun metrajı Berberian Sound Studio, bir İtalyan korku filmi için stüdyoda ses mühendisliği yapan ve bu esnada esrarengiz ve gizemli olaylar yaşayan bir adamı merkezine alıyordu. Brian De Palma ve John Travolta ikilisinin 1981 yapımı Blow Out’undan da ince nüanslar taşıyan film için daha sürreal ve daha modern bir korkuya yönelmiş, farklı bir haliydi diyebiliriz.

Gelelim esas konumuza. 2014 senesinde, tam emin olmamakla birlikte İngiltere kırsalları olarak düşündüğüm, harika bir evde yaşayan evin sahibesi ile hizmetçisi arasındaki sado mazo lezbiyen ilişkiyi inanılmaz bir görsel estetikle anlatıyordu Strickland. Filmin çizgileri, belli bir hikayesi ya da herhangi bir ‘plot’u olduğunu söylemek zor. Filmde zaman ilerledikçe patroniçe/köle arasındaki ayrım bulanıklaşıyor ve yönetmen bunu inanılmaz stilize bir biçimle izleyiciyle buluşturuyor. İnanılmaz görsellerle bezeli, yüksek dozda psikolojik şiddet içeren sado mazo bir queer filmi sunuyordu bize Peter Strickland. İzlemesi zor, çok iyi bir art house örneğiydi bana kalırsa. Yönetmen, ikilinin ilişkilerindeki dalgalanmayı, gerilimi ve stresi, anlam verilemeyen ama izlerken büyülenilen ve hipnoz durumuna geçilen muhteşem hareketli görsellerle anlatıyordu. Ekşi Sözlük’te bir yazarın “Hayatımda seyrettiğim en stilize saçmalıktı. Büyüleyici.’’ yorumu belki de film için söylenebilecek en kısa ama en net açıklayıcı cümle olabilir.

duke
The Duke of Burgundy | Fotoğraf: IMDb

Neden Sciamma’nın filmi kadar global bir popülarite yakalayamadığını kısaca en son yazdığım üç cümleyle açıklayabiliriz ama konuyu biraz daha irdelemek isterim. Kendimi uzun yıllardır sıkı ve iyi bir film izleyicisi olarak görürüm. Senelerdir çevrem ve genel sinema izleyicisinden gözlemlediğim kadarıyla, sinefil ya da sinemaya ekstra merakı olmayan veya sinema sektörü içerisinde bulunmayan kişilerin, haftada 2-3 film izleyen, sinemayı bir eğlence aracı olarak gören sıradan izleyicilerin, filmlerin içeriklerinde bir neden – sonuç ve bir yerden bir yere varma durumunun olmasını istediğini fark ettim. Bu izleyiciler için film esnasında neden, nasıl, kim vb. sorular sordurulması ve sonucunda bu soruların yanıtlanması gerekiyor. The Duke of Burgundy, -tabi ki de- bunların hiçbirini yerine getirmiyordu. Ne doğru düzgün bir plot’u vardı, ne de lineer bir hikaye anlatımı.

Portrait of a Lady on Fire da aslında standart bir izleyicinin koşarak gidip izleyeceği ve kolayca anlamlandıracağı bir film değildi ama baş karakterlerin arasında yaşanan yumuşak ve naif romans ve bunun dışında queer olsun olmasın izleyiciyi yaralayan o arabesk duygu aktarımı ve yaşanan zorlu aşk, sıradan izleyici çok usta bir biçimde etkilemeyi başarabiliyordu. Harika görüntü yönetmenliği ve kullanılan mekanların iç ferahlatıcılığı da anlatılan hikayenin yumuşaklığına bire bir oturuyordu. Diğer yandan The Duke of Burgundy’deki izleyici zorlayan s&m seks görüntüleri ve psikolojik şiddet konuşmaları, filmin istediği dozda izleyiciyi zorlayan ama buna pek fazla alışık olmayan izleyicinin iki saatlik keyfini mahveden bir düzeydeydi.

portre-3
Portrait of a Lady on Fire | Fotoğraf: IMDb

Tam olarak bilemiyorum ama aradan geçen beş sene içerisinde toplum içinde LGBT ve queer kavramlarının daha kabullenilebilmiş bir hale gelmesinin, filmin bu seviyede popülerleşebilmiş olmasında etkisinin olabileceğini de düşünmüyor değilim.

Filmin geniş kitleler tarafından izlenmesi ve ülkemizde bile uzun süre sinema gösterimlerinin dolu olması benim açımdan ve gerçek sinema açısından oldukça sevindirici. Beni üzen nokta, The Duke of Burgundy’nin geniş kitleler tarafından bu kadar konuşulmamış olması. Hak ettiği değeri belirli kitleler tarafından sonuna kadar verilmiş olan bu filmin, genel popülaritesinin de yüksek olmasını dilerdim. Sonuç olarak iki filmin de, iki yönetmenin de başarısı hiç azımsanamayacak bir noktada. Belki de Céline Sciamma bu filmi, Peter Strickland’in açtığı bir yolda, onun ayak izlerini kendi tarzında takip ederek ortaya çıkarmıştı. İki isme de sinemaya kattığı bu iki harika film için alkışlar ve saygılar.

Kapak Fotoğrafı: Youtube

İlginizi çekebilir: Sine Magger’dan Kuir Sinemanın Önemli Yapımları