Berlin Yahudi Müzesi: Bir Müzeden Çok Daha Fazlası
Berlin’e gitmeden önce her turistin yapacağı gibi Google’a ilk yazdığım şey “Berlin gezilecek yerler” oldu. Müzeler Adası, Checkpoint Charlie, Berlin Katedrali, East Side Gallery, Tiergarten, Brandenburger Tor, Soykırım Anıtı, Alexanderplatz nereye tıklasanız karşınıza ilk çıkacak yerlerden. Berlin Yahudi Müzesi’nden pek söz edildiğini görmeyiz bu araştırmayı yaparken. II. Dünya Savaşı ve Yahudi Soykırımı’nın izlerini her köşesinde taşıyan bu büyülü atmosfere sahip şehirde Berlin Yahudi Müzesi, alışageldiğimiz tarzda bir müze olmanın çok daha ötesinde, kaçırmamamız gereken bir deneyim simülasyonu sunuyor bizlere.
Sokak sokak şehri yürümekten bitap düştüğümüz bir öğleden sonra varış noktamız olan Berlin Yahudi Müzesi için yola koyuluyoruz. Gitmeden önce müzeyle ilgili araştırma yapmamıştık, sonuçta Yahudi müzesi, soykırımla ve 2. Dünya Savaşı ile ilgilidir diye düşünüyoruz. Keşke araştırıp mı gitseydik, yoksa bizi neyin beklediğine dair en ufak bir fikrimiz olmadan bu eşsiz, insana karnına yumruk yemiş gibi hissettiren deneyimin içine hazırlıksız yakalanmamız mı daha etkileyiciydi bilemiyorum.
İlk kez 1933’te açılan Yahudi Müzesi’nin 1938’de Nazi yönetimi tarafından kapatılmasının ardından ziyaretçilerine 2001 yılında yeniden kapılarını açan müzenin tasarımı için 1988 yılında Batı Berlin Senatosu’nun açtığı yarışmada Polonya kökenli Yahudi mimar Daniel Libeskind’in “Between The Lines” projesi birinci seçiliyor.
Bu tasarımla birlikte mimar Libeskind tarafından, ziyaretçilerin yalnızca gelip gittikleri değil, deneyim yaşadıkları mimari dil kullanımı tercih edilmiş. Soykırımın Yahudi kültüründe bıraktığı boşluk, yokluk ve görünmezlik hislerinin ziyaretçiler tarafından da tecrübe edildiğine emin olduğu eşsiz bir iş ortaya çıkarmış.
Mimar Daniel Libeskind binanın çeşitli yerlerinde müze boyunca dikey olarak uzanan boş alanlar yaratmış ve Yahudilerin Alman toplumundan yokoluşunu kendine has üslubuyla sembolize etmeyi tercih etmiş.
Müzeye giriş eski binadan yapılıyor ve bir yer altı koridoru ile Libeskind tarafından tasarlanan zigzag formdaki yeni binaya geçiliyor. Bu koridordan geçtikten sonra ziyaretçilerin önüne üç yol ayrımı çıkıyor. Süreklilik Ekseni, Sürgün Ekseni ve Soykırım Ekseni olarak adlarındırılan rotaların her biri başka bir simgesel anlam taşıyor.
Soykırım Ekseni’ne çıkan yol boyunca soykırımda hayatını kaybeden Yahudilerin eşyalarından oluşan mini bir sergi bizleri karşılıyor. Yaklaşana kadar sonunda demir bir kapı olduğunu fark edemediğiniz bu koridorda gözle algılanması güç ancak hissedilen eğimler tasarlanmış. Demir kapıyı açtıktan sonra kendimizi oldukça yüksek tavanlı, karanlık, soğuk, kasvetli, dört tarafı beton bir odanın içinde buluyoruz. Yukarı köşeden incecik bir ışık huzmesi aydınlatıyor odayı. Sokaktan araba sesleri, çocuk sesleri geliyor. Yanlış bir yere mi girdim acaba diye düşünürken arkanızdan kapanan o ağır, demir kapının sesiyle irkliyorsunuz. Tam da tüm tasvir edilen hisleri yaşamamız için tasarlanmış Soykırım Kulesi’ndeyiz. Tasarıma hayranlıkla karışık garip bir korku kaplıyor içimizi. Libeskind, savaş boyunca Yahudilerin hissettiği kapana kısılmış çaresizliği ve her zaman içlerindeki umudu görmemizi sağlıyor.
Sürgün Ekseni ve sonunda Sürgün Bahçesi’ne çıkan yol Berlin’den göçe zorlanan Yahudilerin anısına tasarlanmış. Sürgün Bahçesi, eğik düzlemde kare olarak tasarlanmış, 12 metre uzunluğunda 49 adet sütundan oluşan bu labirenti gezerken deniz tutması gibi hissetmemiz arzu edilmiş. Sutünların üzerleri toprak doldurularak yeşillendirilmiş. Kafamızı kaldırdığımızda gördüğümüz gökyüzüne ve ağaçlara rağmen çıkabileceğimizi sandığımız ancak kapana kısıldığımızı hissettiren bu klostrofobik eğik düzlemde gerçekten midemiz bulanıyor ve Libeskind yeniden amacına ulaşıyor.
Süreklilik Ekseni ise bu üç rota arasında en uzun olanı. Yahudilerin binlerce yıllık varlığına atıfta bulunan eksenin sonunda bulunan Süreklilik Merdiveni ise ziyaretçileri müzenin belki de en etkileyici alanı olan İsrailli sanatçı Menashe Kadishman’ın “Shalekhet” adlı eserine yönlendiriyor. Bir anda kararan, aydınlanan, eşit genişlik ve yükseklikte olmayan merdiveni çıkıp sergi salonuna ulaşmaya çalışırken sendeliyor, dengemizi kaybediyor ve sersemliyoruz.
Tüm ziyaretimiz boyunca huzursuzluk, dengesizlik ve mücadele içinde gezdiğimiz müzenin en yıkıcı alanına ulaşıyoruz. Menashe Kadishman’ın “Shalekhet”‘i. Zemin boyunca yerleştirilmiş, soykırımda hayatını yitirmiş Yahudileri temsilen 10.000 demir levhadan yapılmış suratlardan oluşan yüksen tavanlı bir alana ulaşıyoruz. Ziyaretçilerin zemin üzerinde yürümesi isteniyor. Metallerin birbirlerine temas ettiklerinde çıkardıkları o sarsıcı sesin insan çığlığına olan benzerliğini fark ettiğimde bu ürkütücü atmosferden koşarak kaçmak istiyorum.
Ziyaretiniz sonlandığında tasarıma ve kurguya olan hayranlığımızla, hissettiğimiz güvensizlik ve boşluk birbirine karışıyor.
İlginizi çekebilir: Sine Magger’dan Yahudi Soykırımı Filmleri
Kapak Fotoğrafı: Photo by Marie Bellando-Mitjans on Unsplash
İlk yorumu siz yazın!