Prag'ı Anlamak: Kafka'nın İzinde Şehir Turu
Daha önce hiç Prag’a gittiniz mi? Cevabınız hayır ise devam edelim. Evet derseniz şunu sorayım, Franz Kafka olmak nasıldır hiç düşündünüz mü? Eski Kent Meydanı’nda dolaşırken onun ruhunu hissetmeye çalıştınız mı?
Şöyle şeyler duyar oldum son zamanlarda: “Avrupa’da birkaç yer görünce her yer birbirine benziyor ya” diyorlar. Neden diye sormaktan kendimi alamıyorum. İlk olarak şunu söyleyeyim, inanmayın onlara. Bilmiyor musunuz? Şehirler yaşayan varlıklardır. Her biri içinde farklı yaşanmışlıkları barındırır, farklı mimariler sunar, yeni insanlarla tanıştırır sizi. Elinizden tutar bir sürü yeni deneyime, dünyaya sürükler. Başınız dönüverir, yolculuk bitince ne olmuş bana dersiniz. Bazen o yolculuk hiç bitmez. Yol biter ama siz kafanızın içinde hala orada yol almaya devam edersiniz.
Daha önce size söyledim mi bilmem, deli değilim ben sadece fazla romantik düşüncelere sahibim. Bir de şehir romantiğiyim. Şehirler diyorduk, yaşayan varlıklardır. Bazıları kural koyar ama düşüncelidir. Bazıları çok nazik davranır. Bazıları omuzlarınızdan silkeler. Hiçbir yer birbirinin aynı değildir. Ortak noktaları olabilir. Önemli olan o farklılara yakından bakmaktır, gerekirse büyüteçle. O yüzden inanmayın onlara.
Kafka’nın Peşinde Prag Deneyimim
Noel Günü. Prag’dayım, Kafka’nın peşinde. Bütün yabancı arkadaşlarım kendi ülkelerine dönmüş biz Türkler de iki haftalık tatili fırsat bilip gezi planlarımızı uygulamaya koymuşuz. Polonyalı bir ailenin Noel yemeğine konuk olmayı da ucundan kaçırmışım. Ben de önüme beni aşırı heyecanlandıran bir rota koyuyorum. Uzun zamandır yapmak istediğim ama ne vakit ne de para bulabildiğim bir rota. Klasik bahaneler işte, bilirsiniz.
Ben yalnız çıkmıştım yola. Prag üçüncü durağımdı. Otobüsteyim. Ben cam kenarlarını kapmayı severim. Yine şansım yaver gitmiş. Yanımda Çinli bir kız oturuyor. O zamanlar COVID-19’un C’si epey silik tabi. Tanışıyoruz. Birkaç tanışma cümlesinden sonra yol boyunca arada kafamı ona çevirince göz göze gelip gülümsüyoruz birbirimize, o kadar.
Aralık ayının son günleri Prag güneşiyle karşılıyordu beni. Ellerini fazla dışarıda tutma, haritana çok bakma, çok da fotoğraf çekme diyordu. Üşütürüm, soğuktan çatlatırım ellerini. Kuralları baştan koydu. Hostele eşyalarımı bıraktım, Eski Kent Meydanı’na nasıl gidilir, baktım. Kuralı koyan şehrin sunduğu güzellik vardı. Bu taze, sırt çantalı gezgine o kadar sert davranamazdı. Uzunca bir süre dümdüz yürüyüp sonra iki defa zikzaklar çizmem gerekiyordu haritaya göre. Tamam dedim işimiz kolay. Bunu yazdım kafaya ve telefonu cebe attım, başladım yürümeye.
Karnım çok acıkmıştı. Noel Pazarına ulaşmak için can atıyordum. Yolda sadece iki defa haritayı kontrol ettim. Hep başım havada, ağzım bir karış açık yürümeye devam ettim. Henüz başlangıçtı bu, biliyordum. Günümüze kadar bozulmadan gelen tarihi yapılar, Hitler’in el süremediği bu şehir beni çok heyecanlandırıyordu. Zikzakları atlattıktan sonra sokakta birlikte nefes aldığım insanlar artmaya başladı. Anladım. İşte geliyorduk. Yol ayrımlarına geldikçe içinde beğendiğim bina olan sokak hangisiyse ona giriyordum. Biraz yol uzasa ne fark ederdi?
Fontana Di Trevi
Eski Kent Meydanına yaklaştıkça sokaklar daralıyor, sokaklar daraldıkça benim midemden boğazıma doğru bir şeyler yükseliyordu. Yok, açlıktan değil. Kelebek de değil. Ama bir çeşit heyecan. Artık insan trafiği artmıştı adım adım ilerliyorduk. İşte o an anladım az sonra karşıma çıkacaktı. Ben biraz garibim bu konuda çünkü Fontana Di Trevi’yi gördüğümde ağlamaya başlamıştım. “İnsanın adı kendisiyle en alakasız olan yanıdır” diyor Sayın Atılgan. Ah! İlk ve son defa size hak veremiyorum Sayın Atılgan. Benim adım kendimle en alakalı olan yanım.
Ben bunları size söylerken karşımda Eski Şehir Belediye Sarayı ve onun dış cephesinde bulunan Astronomik Saat Kulesi belirdi tabii. Herkesi başına toplamış fotoğrafını videosunu çektiriyordu. Ben de telefona sarıldım hemen. Minik kız trajedisi yaşadım ama sürekli kafalar vardı videoda, fotoğrafta. Bir denedim, iki denedim. Sonra peşinen kabul ettiğim kuralı çiğnediğimi gören Prag devreye girdi. Ellerim üşüdü deyip sadece izledim.
Astronomik Saatin Hikayesi
Gökyüzünün rengi koyu lacivert. O rengi hiçbir renk skalasında bulamayacağımıza eminim. Ne gündüz ne gece. Saat 6’yı vurmak üzere. Herkes bildiği dilden bu saati konuşup duruyordu. Yarattığımız zaman akıp giderken dünyayı evrenin merkezi olarak gösteriyormuş meğerse bu saat! Gözlerim saatin üzerinde gezinirken saat başında yapılan meşhur gösteriyi bekledim ben de.
Çınlama sesini duyduk önce. Ölüm, çanlarını çalmaya başlamıştı. Kaç milletiz o an fikrim yoktu. Saat kulesinin üzerinde yer alan pencereden 12 havariyi temsil eden kuklaların geçişi ile gösteri başladı. Saatin her iki yanında bulunan 4 temsilci vardı. Biri iskelet, ölümü temsil ediyor, çanı çalan bu. Yanında da bir Türk, elinde mandolin ile keyif ve eğlence habercisi! Diğer yanda aynada kendisini seyreden kibrin temsilcisi ve elinde para kesesi tutan açgözlülüğün temsilcisi bir Yahudi. Derken horoz öttü ve gösteri son buldu.
Ben de pazarı dolaşmaya koyuldum. Viyana’dan sonra artık hiçbir pazarı beğenmem diyordum ama alt ediyordum. Sanırım kendimi bir masal içinde gibi hissediyordum. Şarkı söyleyen koskoca bir yılbaşı ağacı kurmuşlar. Ama yine de Tyn Kilisesi’nin heybetini saklamaya yetmemiş. Biraz Gotik, biraz Rönesans, biraz Barok stilinden karışımlarıyla, külaha benzer iki kulesini göğe doğru dikmiş bana bakıyordu.
Açlığımı unutmuştum. Durup sırıtarak ortamı izliyordum. İçimden binlerce kez teşekkür ettim. Kime ve neye ettiğimi bilmeden. Meydan o kadar kalabalık, ışıl ışıl, yılbaşı ağacı etrafına öyle huzurlu hissettiren müzikler yayıyordu ki içim içime sığmıyordu. Nerede bu Prag kasveti dedim. Demeye kalmadan alnıma düşen yağmur tanesini hissettim, sonra bir tane daha ve… Kalabalık yavaş yavaş azaldı. Ben başıma şapkamı geçirip olduğum yerde kalmaya devam ettim. Yağmur, Kafka ile yeryüzüne aracılık ederken Prag Kafkaesk bir havaya bürünüyordu. Nihayet!
Tam o an Kafka’nın hayatının merkezinde olduğumu fark ettim. Eski Kent Meydanı’ndaydım. Kafka’nın hayatının birçoğu burada geçmişti. Bakmayı bilirsem Kafka’nın okuduğu, dolaştığı, yaşadığı, nişanlandığı yerleri görmem çok da zor değildi. Kız kardeşi toplama kampına gitmeden önce son fotoğrafları bu meydanda çekilmişti. İlkokuldan sonra meydanda bulunan Kinsky Sarayı’nın içinde eğitim almıştı Kafka. Burası aynı zamanda sergilere ev sahipliği yapan Ulusal Galeri niteliğinde bir bina. Sonra merak ettim, nüfusunun 20 katı kadar turisti misafir eden bu şehirde acaba kaç turistin şu an Kafka’nın ruhundan haberi vardı?
Kafka
Kafka ile daha önce yollarınız buluştuysa bu yol Dönüşüm’de kesişmiş olabilir. Dönüşüm’de, Gregor Samsa bir sabah uyandığında kendisini dev bir böceğe dönüşmüş olarak bulur. Bir insanın böceğe dönüşme fikri ile karşılaştığınız anda hikayeyi okumaya devam ettikçe Kafka’nın betimlemeleri ile gözünüzde adeta yatağın içinde bir böcek canlanır.
Hakkında sayısız araştırmalar yapılmış, tezler, incelemeler yazılmış bu da yetmemiş filmlere, belgesellere, illüstrasyonlara hatta oyunlara kadar konu olmuş bir hikayeden bahsediyoruz. Her ne kadar Kafka bu böceğin resminin çizilmesini istemese de bu istek çoktan çiğnenmiş. Zira her okuyucu hali hazırda o betimlemelerden yola çıkarak kendi böceğini kafasında çizdi ve çizmeye devam ediyor. Herkesin böceği kendine tabi de eğer Kafka’yı biraz anlarsanız hele babasının baskısını siz de omuzlarınızda hissetmeye başlarsanız işte o zaman Gregor Samsa’nın aslında Kafka’nın ta kendisi olduğunu anlarsınız.
Evet, Hermann Kafka’nın Franz üzerindeki etkisi oldukça fazladır. Bunu Baba’ya Mektup’ta şöyle anlatır: “Asker selamı vermeyi ve asker gibi yürümeyi becerdiğim zaman desteklerdin beni, ama ben geleceğin askeri değildim ya da iştahla yemek yiyebildiğim, hatta yanı sıra bir bira da içebildiğim zaman desteklerdin ya da anlamadığım şarkıları tekrar edebildiğim veya senin en sevdiğin lafları senin peşinden geveleyebildiğim zaman, ama bunların hiçbiri benim geleceğimin bir parçası değildi.”
İşte bu otoriter etkiyle acaba bu meydanda soluk alabiliyor muydu Kafka? Yoksa nefes aldıkça soluğu ciğerlerine mi batıyordu? Yalnız bir adamdı . Kimi kimsesi var ama kimi kimsesi yok aslında. Ben de sadece kendimleyim o an. Ara sıra yalnız yola çıkmış olmaktan yakınıyorum ama bu karardan asla pişman değilim.
Benim bu yalnızlık yakınmalarım Kafka’nın yalnızlığı yanında şımarıklık mıdır? Çünkü Kafka Almanca konuştuğu için Çekler, Yahudi olduğu için ise Almanlar tarafından dışlanıyordu. Bunlarla korkunun çağı 20. yüzyılda nasıl yüzleşirdi bir insan? Gittikçe yalnızlaşıp yabancılaşarak belki de. O andan sonra yalnızlığımdan dem vurmayı bırakma sözü verdim ben de kendime. “Olabildiğince yalnız kalmalıyım. Hayatta başardığım ne varsa yalnızlığımın kanıtıdır.”
Kafamda dönen sorularla meydanı çevreleyen binaların ve bir kol gibi uzanan ara sokakların içine konumlanmış mekanlara bakmaya başladım. Acaba ölümünden sonra ona en güzel ihaneti edip yazdıklarını yayınlatan Max Brod ile nerede buluşurlardı? Artık en sevdiğimi yapma zamanı diyerek ara sokaklara daldım ve Kafka aşağı Kafka yukarı diyerek dolandım ta ki yağmurdan ıslanmış ayaklarım bana artık dön diyene kadar.
Yarın dedim, yarın Charles Köprüsü’nden geçip nehrin karşısına ulaşırız. Oradan Milena’ya sesleniriz. Yahudi mahallesinde kaybolur, Prag Kalesi’ne giderken tekrar yolumuzu buluruz. Ve bu yeni bir hikayenin konusu olur.
Kapak Fotoğrafı: yoldasin.com
İlginizi çekebilir: Ahsen Akıllılar’dan Prag’da Franz Kafka Müzesi
Umarım bizde ilerde gidip gezip sizin gibi izlenimleri yakalama imkanımız olur yazı gayet başarılı bence , kaleminize sağlık 🙂