İlk yorumu siz yazın!
İstanbul'da Sanatsever Olmak: Gerçek Neden Sanat Aşkı Mı?
Sabancı Müzesi’nin Picasso sergisini online olarak yeniden ziyarete açması, theMagger’da ArtsyMagger’ın bu açılış kapsamında paylaştığı Picasso İstanbul’da Sergisi yazısı ve Müzeler Haftası (18-25 Mayıs); bir süredir düşündüğüm, üzerine birkaç şey söylemek istediğim bir konuya yeniden geri dönmeme neden oldu. Bu konu 2017 Contemporary İstanbul sonrasında theMagger’da yayınlanan Irmak Özer röportajını ve sergi hakkında yazılmış birkaç analizi okuduğumdan beri kafamın bir köşesinde ara ara beni yokluyordu. O yorumlardan birindeki ifade şöyleydi: bu yıl Contemporary Istanbul, sergilenen eserlerden, katılan galeri ve sanatçılardan çok, selfie’leri ve eser önlerinde oluşan selfie kuyruklarıyla konuşuldu ne yazık ki ve bizi de konu üzerine düşünmeye itti.
Son 10, hatta 15 yılın sanat açısından İstanbul için verimli bir dönem olduğu kabul edilebilir. Bu dönemde İstanbul’da çok önemli sanat olayları gerçekleştirildi ve dönemin İstanbul’u küresel sanat dünyasının en önemli merkezlerinden biri haline getirdiğini söylemek hala gerçeğin çok uzağında bir iddia olsa da; geçmişe oranla kıyaslanmayacak sayıda sergi ve sanat organizasyonları, klişe bir tabirle, İstanbullu sanatseverler ile buluştu. Klişe bir gazete sanat sayfası haberini andıran bu cümle, işin geyiği bir yana, benim gibi büyük ressamları, büyük koleksiyonları ve sergileri görmek için bir yurt dışı gezisini beklemek zorunda kalanlar adına çok önemli bir aşamayı ifade ediyor aslında.
Kasım 2005 – Mart 2006 tarihleri arasında Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nde düzenlenen ve toplamda 250 bin’den fazla kişinin gezdiği Picasso İstanbul’da sergisinin, Türkiye’de batılı bir sanatçıya ayrılan ilk ve en büyük sergi olduğu düşünülürse; İstanbul’da yaşayan sanatseverlerin bu tip organizasyonlara olan açlığının boyutu ve süresi daha iyi anlaşılır. Bu öyle kolay kolay giderilebilecek bir açlık değildir. Dolayısıyla 20. yüzyılın en etkili ressamlarından biri olan Joan Miro’nun Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki sergisi, yine Türkiye’de gerçekleştirilmiş en önemli heykel etkinliklerinden biri belki de birincisi olan Sabancı Müzesi’nin Rodin sergisi ve Pera Müzesi’nin 20. yüzyıl modern heykel sanatının en büyük ismi Alberto Giacometti seçkisi gibi çok önemli sanat olayları bu açlığın doyurulmasına yönelik dikkate değer çabalar olarak tarihe geçti.
Tüm büyük dehaların yaşamları ve sanatları hakkında detaylı bilgiler bir sürü farklı kaynaktan elde edilebilir ama bir sanatçıyı tanımanın en etkin yolu doğrudan onun yapıtları ile bir tecrübe yaşamaktır. Bu doğrultuda Miro’yu veya Giacometti’yi tanımak isteyen genç sanatsever adayları veya bu büyük isimleri ancak kataloglarda, kitaplarda veya belgesellerde görmüş bir sanatsever için bu sergilerin anlamı büyüktür, hiç kuşkusuz. Hele de yazının girişinde de ifade ettiğim gibi İstanbul’un büyük isimlerin ihtişamlı sergilerine ev sahipliği yapmasının tarihinin çok eski olmadığı düşünülürse bu tarz sanatsal etkinliklerin Türkiye’deki sanat sevgisinin ve bilgisinin artmasındaki etkisi de yadsınamaz bir gerçek. Günümüzde Türkiye’de ve özellikle de İstanbul’da resim sanatını ve görsel sanatları takip eden ve bu sanatlara yakın ilgi duyan bir genç kitle varsa bunda Picasso İstanbul’da sergisinden itibaren İstanbul’da düzenlenen sergilerin; bu sergileri düzenleyen Sakıp Sabancı Müzesi’nin, İstanbul Modern’in ve Pera Müzesi’nin varlıkları ve çalışmalarının etkisi çok büyüktür.
Buraya kadar madalyonun olumlu yüzünü resmetmeye çalıştım. Bir de öte tarafta sorgulanması ve tartışılması gereken bir başka konu var: Bu sanat etkinliklerine katılan kitlenin gerçekte ne kadarı sanatsever, ne kadarı ise aktüaliteyi yakından takip eden, organizasyondan organizasyona koşan şehirli, eğitimli, sosyal, genç ve batılı bir kimliği paylaşma hevesindeki cemaatin üyesi olmak isteyen etkinlik bağımlıları? Ve ne kadarı bu etkinlikleri sosyal medyada yarattığı sanal kimliği oluşturan birer “heştag” olarak gören sosyal medya bağımlıları?
2008’de Pera Müzesi’nin Josef Koudelka sergisinin açılış kokteylinde bir an geriye çekilip kokteyle katılanları gözlemlemiştim bir süre. O an gerçek anlamda ilk defa bir sanat olayının-etkinliğinin farklı kesimlere farklı anlamlar ifade ettiğinin ayırdına vardım ve bu anlamlar üzerine düşünmeye başladım. O etkinliğe çok farklı kesimlerden insan katılmıştı: ‘socielite’ olarak tanımlanabilecek, magazin basını tabiri ile sosyetenin (cemiyet hayatının) tanınmış ve sevilen simaları, gazeteciler, sanat dünyasının üyeleri olan sanatçılar, küratörler, eleştirmenler, akademisyenler ve bir şekilde birbirini farklı kanallardan dolayı tanıma etrafında oluşan ağa dâhil olan farklı kesimlerden insanlar…
Bir serginin açılış kokteyli konunun halka ilişkiler ve tanıtım çalışmalarının bir parçası. Dolayısıyla oraya davet edilenlerin farklı bir konumu, sanatla farklı düzeyde bir ilişkisi olduğu söylenebilir. Bu noktada dikkatimizi yöneltmemiz gereken asıl etkinlikler, müzelerdeki sergilerin kendisidir ve kişisel olarak yoğun gözlemlediğim, iki kere ziyaret ettiğim Picasso İstanbul’da sergisi de yukarıda sözünü ettiğim davranışsal eğilim için bir milat olarak kabul edilebilir.
O sergide gördüğüm bazı sahneler gerçekten komik ve ilginç anlar yaşamama neden olmuştu:
Okulu kırıp cafeye sahile gideceğine sergiye gelen liseli âşıklar…
Nü bir Bir tablo önüne gelip “90 yaşında bu resim mi yapılır? Bizde de bir Semiha Berksoy vardı bunun gibi deliydi” diyen yaşlı çift…
Kapıdaki kontrolde cebinde çıkan kocaman çakıyı bırakmamak için güvenlik görevlisine “yeğenim biz uzak yoldan geliyoruz” diye amca…
Ve yukarıda tanımlamaya çalıştığım etkinlik bağımlıları. O dönemde henüz sosyal medya fenomeni hayatımıza girmemişti. İnsanların bir bölümü orada olduklarını sohbetlerde söylemek için gitmişti.
Günümüzde Bir Time-Out dergisi okuyucusu profilinden – kimliğinden bahsetmek mümkün mü? Genelleştirme klişesine ve her genelleştirmelerde olduğu gibi hata yapma pahasına İstanbul’da böyle bir kitlenin varlığından söz etmek mümkün. Miro sergisi veya bir opera premiyeri veya Justin Biber konseri, yeni bir kulüp açılışından veya yeni açılmış bir hip restoranda yemek yemek bu grup için aynı değeri taşıyabilir. Önemli olan bir etkinliğe katılmak, görmek, görülmek… Şehirli, eğitimli, iyi kazanan ve dolayısıyla da ince-rafine zevklere Bourdieu’nun kavramı ile tanımlarsak kültürel sermayesinin çok olduğunu göstermek… Bir tür Art for Dummies’ okuyucusu, her şeyden biraz anlamak, her şey hakkında konuşabilmek… Sosyolojik bir dil ile tanımlarsak ‘sosyalleşmek’, tabii ki ağırlıklı olarak sosyal medyada sosyalleşmek.
Sanat yapıtı ile olan ilişkimizin iki boyutu olduğunu düşünüyorum: Birinci durum saf bir tecrübeye, ilk izlenime dayalı – kendinden bir şey bulma, renkleri sevme, coşku veya hüzün hissetme. Sanat yapıtını ortaya koyan sanatçı ile ortak bir duyarlılıkta buluşma. Benim de en sevdiğim sanat yapıtları üslup ve içerikteki mükemmellikleri ötesinde ortak bir duyarlılıkta buluştuğum ürünlerdir. Şayet buluşamıyorsam o yapıtları takdir eder “benim için değil” derim. Bu ham – saf bir algı üzerine kurulu bir boyuttur. İkincisi ise kültürel – entelektüel boyuttur. Bir sanat yapıtının arka planının sanat tarihi, kültürel ve sosyo-ekonomik-politik bağlamının bilinmesi sayesinde onunla ilk tecrübemizin ötesine geçeriz, ki bu an o yapıtın artık anlaşılmaya başlandığı, farklı bir şekilde ve bağlamda algılanma boyutuna geçildiği andır.
Örneğin bir Klimt tablosuna bakarken; onun süslemelerini, çizimlerini sevmenin ötesinde Viyana Modernizmi, Viyana Secession, Art Nouveau ve Freud hakkında bilgi sahibi olmak ve o tabloyu bu düşünsel ve toplumsal bağlama oturtmak. Ben her ikisinin de değerli ve önemli olduğunu düşünürüm. Örnek vermek gerekirse bir Matisse tablosuna bakan birinin o tablodaki renklerin canlılığını ve şaşırtıcılığını algılaması için Matisse’in yaşamı, Fauvism, Modern Resim Tarihi bilmesine gerek yoktur. Dolayısıyla da sanatın algılanmasının ve takdir edilmesinin kimsenin tekelinde olmadığına inanırım. Öte yandan bir sanat yapıtının ve onu ortaya koyan sanatçının da saygıyı hak ettiğini düşünürüm. Bir sanat yapıtının içinin boşaltılmasına; yapılma nedeninden, geniş zaman-evren ilişkisinde aşkın değerinden büsbütün kopartılıp bir sosyalleşme bir gösteriş aracına indirgenmesini şahsen kabul etmem.
Sanat etkinliklerinin geniş kitlelere, toplumun farklı kesimlerine ulaşmasında elbette kötü bir yan yok. Bilakis özünde akademik ve elitist bir sanat anlayışına yakın olsam ve insanların büyük birçoğunun sanatın ve sanat yapıtının özünü kaçırdığına inansam da, günün sonunda sanat aktivitelerine gösterilen ilginin olumlu olduğunu düşünüyorum. Bu ilgi sayesinde, sanat organizasyonları finansal açıdan gerçekleştirilebilir bir hale geliyor ve tek tük de olsa içlerinden bir bölümü sonrasında da sanata gerçekten ilgi duyabiliyor. Gerçi kişisel gelişim veya cep romanları okuyanların sonrasında Proust veya Faulkner okuyacağına dair inanç her zaman bir hüsnükuruntu olarak kalmaya mahkûm olsa da aradan birkaç gerçek sanatsever çıkması – özellikle de gençlerden- mümkün. Bu da azımsanacak bir şey değil elbette.
Kimsenin modern veya güncel sanattan, kavramsal sanattan anlamasına gerek yok. Kimse kübizmin doğuşunun tarihsel-kültürel kökenine dair bilgi sahibi olmasına da gerek yok. Kimsenin önce oturup John Berger’in Picasso’nun Başarısı veya Başarısızlığı veya Yves-Alain Bois, Benjamin Buchloh, Hal Foster ve Rosalind Krauss tarafından yazılmış Art Since 1900 kitaplarını okuduktan sonra sergi gezmeye gitmesini de beklemem. Buna karşın sanata-sanat yapıtına ve sanatçıya saygı göstermek çok da zor olmasa gerek.
Umarım bu Korona günleri geçer de önümüzdeki dönemde çok yoğun geçmesini canı gönülden dilediğim sanat ortamında gerçek sanatsever sayısına yenileri eklenir.
Kapak fotoğrafı: Unsplash / iSAW Company
İlginizi çekebilir: ArtsyMagger’dan Online Müzeler
Sn. İrem Yeşim çok çok teşekkür ederim. Yorumunuz ve aynı düşüncede olduğum sanat severler olduğunu görmek de beni iyi hissettirdi.