Dün Lars von Trier’in Melancholia isimli filmini izledim. Ne zamandır izlemek istiyordum ama bilimkurgusal tarafları olduğu için bir türlü başına oturamıyordum. Her zamanki gibi Trier’in “sınırda” bir film yarattığını söyleyebilirim. Kesinlikle herkesin harcı olan bir film değil. Ben bu yazımda filmin beni en çok etkileyen noktalarını paylaşacağım eğer spoiler kaygınız varsa önce filmi izleyip ardından bu yazıya geri dönmek isteyebilirsiniz.

Melancholia
Melancholia | Fotoğraf: interdigitized.com/

Melankoli

İlk önce belirtmem gerekir ki; Melancholia bazı fotoğraf karesi gibi sahnelerle açılıyor. İlk başta bu kareler anlamsız geliyor ama filmi bitirince aslında karelerin filmin özeti ya da belki de ön gösterimi olduğu anlaşılıyor.

İtiraf etmem gerekirse, filmin içine ve filmin ana karakteri olan Justine’in kafasının içine girmekte baya zorlandım. Bunun sebebi de şu olsa gerek ki, ben kendim psikolojik sorunlar yaşadığımı zannederken; aslında gerçekten- gerçek ve ağır psikolojik sorunlar yaşayan insanların, kafalarının içinde yaşadıkları bu dünyadan hiç haberim yoktu.

Melancholia
Melancholia | Fotoğraf: Clothes on Film

Melancholia, Justine ve Michael’in evlilik seremonisi ile açılıyor. İkili limuzinle, Justine’in kız kardeşi Claire’ın milyoner kocasının tuttuğu malikane otele gitmeye çalışıyorlar. İlk bakışta, ikili arabanın içinde beraberken diyorsunuz ki ne kadar güzel bir çift. Öncelikle kadın çok güzel ve adam da inanılmaz yakışıklı. Ve çok mutlu görünüyorlar, çok da aşık. Sanki evlenmek için sabırsızlanıyorlamış gibi. Her şey mükemmel gibi.

Melancholia | Fotoğraf: filmquarterly.org

Ancak, resepsiyona daha varır varmaz bir gariplik olduğunu seziyorsunuz. Öncelikle Justine, onların evlenmesini bekleyen bir ton insan varken, gökyüzündeki bir yıldıza takılıyor. Kırmızı bir yıldız… Claire’ın kocası- milyoner bilimadamı- onu görebilmesinin çok enteresan olduğunu, kimsenin onu görmediğini söylüyor. Gerçekten enteresan çünkü, seyirciler olarak biz de göremiyoruz. Belki de sadece ben görememiş de olabilirim. Aslında limuzinde bu kadar evlenmek isteyen ve kocası olacak adama böyle aşkla bakan bir kadının koşa koşa içeri girmesi gerekirdi diye düşünüyorsunuz.

Ardından gelin ve damat yemek odasında yerlerini alıyorlar. Burada damadın, gelin hakkında bir şeyler söylemesi gerekiyor fakat ona öyle aşkla bakan adamın ağzından karısının çok güzel olduğu ve onu çok sevdiğinden başka bir cümle çıkmıyor. Bunlar bile o kadar zor çıkıyor ki hatta. Fakat buraya kadar halen Justine çok aşıkmış gibi görünüyor, kocasının ellerinden öpüyor.

Melancholia Film
Melancholia Film | Fotoğraf: peatrix.com

Kocasından sonra konuşan Justine’nin annesi ve babasını da görünce, ebeveynlerinin de pek ilgisiz olduğunu anlıyoruz. Zira babası, yeni eşi ve onun çocuğuyla gelmiş ve adeta onlardan başkasını görmüyor. Annesi ise oraya zorla getirilmiş gibi. Sinirli, kibirli, ilgisiz ve tahammülsüz. Bu kişilerin bu çocuğa neler katabileceklerini düşünüyorsunuz. Çocuklarının bulunduğu mental durumdan bihaberler ya da annesi ne kadar vahim olduğundan bilmeden haberdar ancak o da umursamıyor gibi. Tüm bunların üstüne Justine’in bir anda modu değişiyor. O zamana kadar Justine’in durumunun vahemetini anlayamamış olan seyirci için bir tokat gibi geliyor. Justine yukarı odaya çıkıp ilk önce sanat kitaplarındaki hüzünlü resimleri açıyor. Sanki sözcükleri kullanmadan birileriyle iletişim kurmak istiyor. Filmdeki ve Justine’in hayatındaki hiç kimse onun kafasının içinde yaşadıklarını anlamaya yakın bile değil.

Justine
Justine | Fotoğraf: Medium

Justine düğününün ortasında küvete giriyor. Elektriğini atmak istercesine suyun içinde yatıyor. Kronolojik olarak buralarda bir yerlerde ablasına o şeyin bacaklarından yukarıya doğru tırmandığını ve adeta ona saplandığını ve yürümekte zorlandığını söylüyor. Ama yüzeysel ablası onu duymuyor bile. Onun tek derdi düğün gibi; ama niyeti iyi aslında bunun Justine’e iyi geleceğini ve onu uzun vadede mutlu edeceğini düşünüyor. Justine bu bacaklarından yukarı tırmanan hissi, bir çıkış yolu umuduyla annesine de açıyor ama o da bir iki sözle onu geçiştirip onla gerçekten ilgilenmiyor. Bu anda filme başlamadan önce gösterilen karelerden birini hatırlıyoruz. Justine gelinliğiyle bacağına dolanan sarmaşıklardan kurtulmaya çalışarak koşmaya çalışıyor. İşte bu evlilik ona aynen böyle hissettiriyor.

Justine mutluymuş gibi yapıyor. Kocası ona gerçekten aşıkmış gibi görünüyor. Ona iyi gelmesi için aldığı tarlayı gösteriyor. Parmak uçlarını öpüyor. Onunla yeterince ilgilenemediğini söylüyor. Çok anlayışlı görünüyor. Ama bir yandan o da çok yüzeysel ve gerçek Justine’i göremiyor. Onu gerçekten anlayamıyor. Kimse anlayamıyor.

Melancholia
Melancholia | Fotoğraf: Youtube

Justine öyle bir paranoya hali içindeki, onunla sevişmek isteyen kocasını yatakta bırakıp gidip patronun yeğeniyle seks yapıyor. Ondan küçük, pek de yakışıklı olmayan, kılıbık yeğenle. Aslında sapyoseksüel olmasını bekleyeceğimiz Justine’den gelen böyle bir hareket onun anksiyete/ paranoya/ melankolisinin seviyesini gösteriyor.

Aslında Justine gerçekten istemediği bir hayatı yaşıyormuş gibi gelmeye başlıyor. Başta kocasını sevdiğini zannediyoruz ama o gerçek değil. İşini sevdiğini zannediyoruz ama işinden de nefret ediyor. Bir şeyleri yapıyor ama sadece akışa kapılmış. Yaşadığı için yapıyor diyebiliriz. Yani bir şekilde olmak istemediği hayata/ dünyaya gelmiş ve yaşamak zorunda olduğu için yaşıyor. Aslında etrafında olan her şeye ve herkese ilgisiz. Dünyanın kötü bir yer olduğunu düşünüyor, ona katlanamıyor. Yani nasıl anlatsam, hayatta olmanın veya olmamanın onun için farkı yok. Hatta öleceğini hissediyor ve ölümde/ ölüm fikrinde huzur buluyor.

Dünya ve İnsan

İşte şimdi bu kısa introdan sonra- çünkü filmin sadece ilk yarısında bile yukarıda yazdıklarımdan çok daha fazlası vardı- bana göre Trier’in dahiliğini ortaya koyduğu fikir. Bu kısma kadar, filmin önemli bir bölümünü oluşturan Dünya’ya yaklaşmakta olan Melancholia isimli gezegenden bahsetmedim bile. Bu noktaya kadar bilimkurgusal hiçbir öge yokmuş gibiydi. Yani bu temaların yanında, bu kadar “normal” görünen bir filme Dünyaya çarpacak bir gezegen ve Dünyanın sonunun geliyor olması fikrini katmak sadece dahice. Aslında ne kadar birbiriyle ilgisiz iki konu gibi değil mi? Bir yanda melankolik ruh halinin pençesinde kıvranan bir kadın diğer yanda yakalaşan bir gezegen. Bu iki sıradışı konunun böyle mükemmelce iç içe geçirilmesi o kadar yaratıcı bir fikir ki. Filmi bütüncül olarak kavrayabilmek için sadece Justine’i değil, dünyanın sonunun gelmesi temasını da kavramak gerekiyor. Çünkü, Melancholia yalnızca bir gezegen değil. Justine’in ruh hali. Onun ruh halini etkiliyor, onu besliyor. Gezegen yaklaştıkça, ve onunla beraber ölüm Justine sonunda “kendinde hissediyor”.

Justine | Fotoğraf: QuotesGram

Unutmadan şunu da eklemem gerekir ki; bu materyalistik dünyaya yüzeyselliği ve oğlu için tutunmak isteyen Claire’in pozitif olmaya çalışan bakış açısına karşılık olarak Justine’in söylediği bir söz var benim çok hoşuma giden: “Life exists only on Earth.” Bir şekilde psişik güçleri/ hissiyatı olduğunu ve bunun insanlığın sonu olduğunu bildiğini söylüyor. Bir yandan da bunun böyle olması gerektiğini çünkü dünyanın kötülüklerle dolu bir yer olduğunu ve insanlığın yaşamayı hak etmediğini söylüyor. Bu o kadar doğru ki; çünkü daha önceki yazılarda da anlattığım gibi, dünyanın kıymetini bilmiyoruz. Her şeyi hor kullanıyoruz, doğayı, birbirimizi. Tüketiyoruz. Sistemi, devleti yaşatmak için yaşıyoruz. Kendimizden başka şey düşünmüyoruz. İnsanoğlu kendi neslinden başka hiçbir şeyi düşünmüyor. İnsan en çok sevdiğini bile o kadar sevmiyor aslında. Hayvanları öldürüp, nesillerini tüketip, ozon tabakasını delip, ormanları yok edip, denizleri kirletmekten başka bir şey yapmıyoruz. Bunların aynılarını insanlara da yapıyoruz.

Öyle insanlar var ki; en temel ihtiyaçlarımız olan barınma, su ve yiyeceğe  bile ulaşamıyorlar. Daha büyük güçlerin hedefleri için birbirlerine kırdırılıyorlar, topraklarından sürülüyorlar, evsiz barksız kalıyorlar, kötü şartlarda yaşıyorlar. Aslında yaşaması gerektiği gibi, “insani” koşullarda yaşayanlar tüm insanlığın çok küçük bir kısmı. Tepedekiler buna sebep oluyor ve vicdanları sızlamıyor. Başkaları yaşasın diye başkaları ölüyor. Ben bile şu an düşündüğümde- Justine gibi melankoli yaşıyor olmama gerek bile yok- bu adaletsizliğin/ bu eşitsizliğin bitmesinin tek yolunun dünyanın yok olması olduğunu görebiliyorum. İnsanlık var oldukça, kendi türüne ve başka türlere bunu yapmaya devam edecek. İnsanlığın default olarak gelen özelliği bu: Yıkım. (Bu konuyla ilgili The Platform adlı film de izlenebilir.) Justine de haklı olarak bu dünyayı yaşanmaya değer görmüyor.

Melancholia, Justine | Fotoğraf: Deep Focus

İlgimi çeken başka bir nokta, gezegenin izlediği yolun Justine’in ruh haline benzemesi. Yani, gezegen uzaktayken Justine iyi hissetmiyor. Ha bir de şunu unutmayalım ki; Claire ile kocasının evinde Justine’in melankolinin tam anlamıyla içinde boğulduğu, en basit fonksiyonlarını bile yerine getiremediği, sürekli uyuduğu, en sevdiği yemeğin tadının kül tadı gibi geldiği, yürüyemediği, konuşamadığı sahneler tam anlamıyla muhteşem. Kirsten Dunst’ı kutlamak gerek, bu hisler sanırım seyirciye daha iyi yansıtılamazdı. Gezegen yaklaştıkça, yani ölüm yaklaştıkça, Justine sakinleşiyor. Toplumsal normalara göre daha “normal” oluyor sanki.

Justine
Justine | Fotoğraf: Youtube

Hatta öyle bir sahne var ki, bence filmin en etkileyici sahnelerinden biriydi ama hiçbir yorumda bu sahneyle ilgili bir şey görmedim, gezegenin yaklaştığı, soluk mavi ışığının yakamoz gibi dünyaya düştüğü, adeta melankolinin rengi olan mavinin dünyayı yıkadığı bir gece Justine ormana, bir nehrin kıyısına gidiyor. Nehrin kıyısında çırılçıplak soyunup, gezegene doğru yatıyor. Sanki bedenini gezegene sunuyor! Bir ritüel sanki. Bir adak adama gibi. İnanılmaz bir sahne. Sahneden sanki dini öğeler var, kutsal, ilahi bir şeyler anlatıyor sanki. Kendini ona sunduğunda -burada gezegeni ilahi bir güç gibi düşünebiliriz- huzur buluyor gibi.

Ritüel | Fotoğraf: Youtube

Gezegen Dünya’ya yaklaşırken bir anda yönünü değiştirip uzaklaşmaya başlıyor. Bu da Claire ve kocasına, hayata tutunmak isteyenlere, umut veriyor tabi gezegenin çarpmayacağına dair. Ancak aynı Justine’in gidip gelen, dengesiz ruh hali gibi, gezegen uzaklaşmaya başlamışken birden tekrar yakınlaşmaya başlıyor.

Güven İlişkisi ve Çocuklar

Son olarak ve buraya kadar hiç bahsetmediğim Claire’ın çocuğu küçük Leo var. Justine’i anlayan tek kişi; 7 yaşındaki aklı ve zihni ile ne kadar anlayabiliyorsa anlayan ve güvenen Leo. Burada geçenlerde okuduğum ve ilgimi çeken başka bir şeyden bahsetmek istiyorum. Osho’nun “Martıları Seven Adam” isimli kitabındaki ilk öyküyü okumuştum. Orada Osho, inanmak ve güvenmek arasındaki farka dikkat çekiyor. Daha önce inanç ve güvenin iki farklı kavram olduğu ve bu farkın önemli sonuçları olduğunu düşünmemiştim. Osho diyor ki; hiçbir şeye inanma çünkü inançlar değişir. İnançlar değiştiğinde, başı kesilmiş tavuk gibi ortada kalırsın. Ne yapacağını bilemezsin ve istikrarın kaybolur. İnanmak, tam anlamıyla bir kendini bırakma hali değildir. İnançların her an altüst olabilir. Güven öyle değildir halbuki. Güvenmek, aklın işidir. Güvendiğin zaman tamamen kendini bırakmış olursun. Güven, öyle inanç gibi kalple, duygularla kurulan, her an kırılabilecek bir şey değildir. Aklın güvenir ve işte o zaman istikrarı ve dengeyi sağlarsın. Bunu da filme, Justine ve Leo’nun ilişkisine uyarlarsak; Leo Justine’e güveniyor.

Justine ve Leo
Justine ve Leo | Fotoğraf: IMDB

Peki Leo’nun Justine’e güvenmesinin sonuçları ne ve hatta Leo Justine’e neden güveniyor? İşte, beni düşündüren konulardan bir diğeri. Çocuk beyni. Çocukken yapabileceklerimiz. Beynimizin saf hali; toplumsal normların ve baskıların, ebeveynlerin eksikliklerinin ve yanlışlıklarının üzerimize sinmediği ve kapasitemizi kısıtlamadığı zamanlar. Daha toplum bize “YAPAMAZSIN, OLMAZ, MÜMKÜN DEĞİL, MANTIKLI  DEĞİL” demeden önce. Hayal gücümüz daha sınırlanmamışken. Her şeyi yapabileceğimizi düşünürken. Güvenimiz kırılmamışken. Daha baskılara boyun eğmemişken.

Leo da işte halen o sınırsız hayal gücü ile Justine’e güveniyor. Gezegenden korunmanın yolu olarak “sihirli çadırlar” yapacağını söyleyen Justine’e inanıyor ve işte filmin en etkileyici sahnesi burası belki de. Son sahne. Leo ve Justine çadırı kurmak için uzun ağaç dalları topluyorlar ve çok ilkel bir çadır kuruyorlar. Claire, Justine ve Leo gezegen hızla Dünyaya doğru yaklaşırken çubukların altına giriyorlar. Justine ve Leo çok sakin görünüyor. Leo sakin çünkü Justine sakin ve Leo, Justine güveniyor. Claire ise histerik bir durumda ve çok korkuyor.

Son Sahne
Son Sahne | Fotoğraf: Pera Sinema

Justine, Leo’ya gözlerini kapatmasını söylüyor. Üçü el ele tutuşuyorlar. Leo gözlerini kapıyor. Bir yanında her şeyden çok güvendiği teyzesi, diğer yanda annesi. Her şeyi yapabilecek kudrete teyzesinin yaptığı büyülü çadırın içine girmişler. Hiçbir şey, koskoca mavi bir gezegen bile onlara zarar veremez. Leo, gezegen onlara çarpana kadar gözlerini hiç açmıyor. Oysa Claire öyle mi? Claire tam bir buhran içinde. Güven bu işte, Leo Justine’e o kadar güveniyor ki; besbelli kendilerine doğru hızla yaklaşan, atmosferlerindeki oksijeni tüketen ve nefes almalarını zorlaştıran koca gezegeni görmüş olmasına rağmen gözlerini açmıyor ve bu sayede huzurla ölüyor.

Film hakkında sadece en çok aklımda kalan ve en önemli olduğunu düşündüğüm noktalar böyle. Melancholia bence inanılmaz bir dehanın ürünü. Uzun zamandır böyle zekice bir araya getirilmiş, böyle düşündürücü bir film izlememiştim. Trier yapmış yine yapacağını. Sinemanın ve insanların sınırlarını ve hayal güçlerini zorlayarak…

Kapak Fotoğrafı: Medium

İlginizi çekebilir: Begüm Kilimcioğlu’ndan Dancer in the Dark