İlk yorumu siz yazın!
La Double Vie De Veronique: Paralel Evrende Bir Sarmal
Hiç bitmeyen bir müzik film… Üstelik her notası beynimize işleyen, altyazıları görmezden gelebileceğimiz, her sahnesinde adeta izleyicisiyle konuşan muhteşem Zbigniew Preısner müziklerinin şöleniyle harmanlanmış. Sıradanlığın içinde bir o kadar sıradanlığın ötesinde belki. Sanki paralel zamanlarda birbirine karışan, yuvarlanan, renkleriyle duygulara yansıyan bir sarmal, sonsuzluk hissi veren bir yaşam döngüsü. Ve yalnızlığı, hayata tutunma şeklini, daha da önemlisi hiç yitirilmeyen umudu, yağmurda şuursuzca ıslanabilme duygusunun verdiği yaşama sevincini tüm ruhumuzla hissedebileceğimiz film ‘La double vie de Veronique.’
Öncelikle beni en çok etkileyen yönetmenlerden biri olan Kieslowski’yi anmadan geçemeyeceğim. Kendine has bir sinema dilinde çoğu yönetmene ilham kaynağı olan ışığın şairinin diğer filmlerine göre mistik diye tabir ettiği 1991 yapımı bir baş yapıt filmi ‘Veronika’nın İkili Hikayesi.’ Zamansal bir kuramda öylesine soğuktur ki film; Kieslowski ışığı sayesinde adeta ısıyı hissedersiniz yüzünüzde, ışıksa çağrışım yapar gecede, pencerede, sokakta, soğuk kış ışığı altında sonra, sonra kamera açısında, karanlıkta.
Aslında film Polonya’da başlayıp, Paris’te biten bir ikili yaşam döngüsü…Neden mi? Polonya’da yaşayan genç ve güzel kadın Veronika; Paris’in büyülü atmosferinde yaşayan genç ve güzel kadın Veronik. Birbiriyle hiç tanışmayan ama birbirinin aynısı iki kadın. Paralel evrende rüyaya gözlerini açtıkları zamanlarda seslerin değil, görüntülerin geceyi boğdukları gerçekte her ikisi de. Ve her ikisi de ışığı ve görüntüyü kıran şeffaf bir top taşırlar ceplerinde. Aslında dünyayı tersten gösteren bu küreyle; sinemada üçüncü bir göz faktörü desteklenerek; farklı bakış açılarını da yakalayabileceğimiz hissettirilir. Her ikisi de yüzüğünü kirpiklerinden hafif dokunuşlarla geçirmektedir. Yaşamın sıradanlığındaki küçük detayların aslında kendimizi duyumsamamızı sağladığına işaret eden bunun gibi aynı hazları, aynı hüzünleri yaşayan dahası birbirlerini hisseden kadınlar…Varoluşumuzla ilgili önemsiz gibi gözükebilen küçük detayların aslında nasıl da kendimizi duyumsamamızı sağladığını gösteren sahneler ruhumuzu ısıtmaya söz vermiştir sanki.
Film boyunca bu iki karaktere can veren Irene Jacob’a gelince tek kelimeyle muhteşem bir oyunculukla karşımızdadır. Veronika ve Veronik’in aile yapıları, ailelerinin sanata olan ilgi ve duyarlılıkları ve hastalıkları birbirine çok benzer olsa da; kendilerini ifade etme biçimleri farklıdır. İşte tam da bu noktada paralel evren teorisi desteklenir. Belki de; biri diğerinin hayalini, benzer bir evrende var oluşunu gerçekleştirmektedir. Hatta Veronika’nın hayatının bittiği yerde Veronik’in hikayesi başlar ki bu sahneye de paralel evren teorisiyle eşdeğer nitelikte Veronik’in uykudan uyanışıyla başlanır.
Yağmurlu bir kış gününde Polonya’nın sarı ışıklı sokaklarında konser sonrası başlar Veronika’nın hikayesi…Yeni çıkmaya başladığı biriyle yağmur altında fütursuzca arzularına yön veren, romantik dakikalar yaşayan Veronika duygularına sınırsız özgürlük tanıyan bir karakterdir. 1968 doğumlu olan Veronika; 1990 Polonyası’nda kariyerine başarılı bir şarkıcı olarak devam etmekte olup zaman zaman bu dünyada tek hissetmediğini dile getirmektedir. Hatta bir gün konser provası sonrasında eve dönerken şehir meydanındaki eylem sırasında bir turist kafilesinin de içinde bulunduğu otobüste kendisinin aynısı bir kadın görür. Tıpkı kendisi gibi hayata karşı öylesine heyecanlı. Fotoğraf çekmeye çalışan bir Fransız…Veronika sanki bilinmeyen bir zamanın ortasında beklediği an gelmiş gibi şaşkın gözlerle o anlarda Veronik’e dalmışken; nereden bilecekti ki onun kadrajına da gireceğini. Otobüs hareket etmeye başladığında Veronika’nın gözlerine yerleşen hüzün sanki ruh ikizinin yanı sıra; kendisiyle de vedalaşması gibidir.
(Editör Notu: Yazının bu bölümünden sonrası spoiler içerebilir.) Bu andan kısa bir zaman sonra da solist olarak sahne aldığı ilk resitalin ortasında kalp sıkışmasıyla yere yığılır ve orda hayatını kaybeder. Bu sahneden sonra film Fransa’da yaşayan Veronik’e oldukça başarılı bir geçiş sahnesiyle odaklanır. Sıradan bir sevişme sonrasında derin bir üzüntüye kapılır Veronik bu geçiş sahnesinde. Yalnız kalmış bir hissiyatla sanki birini kaybettiğini söyler sonrasında babasına. Hayattan çok sevdiği birinin çıkması gibi der babası da destekleyerek. Sadece bununla da kalmaz aslında filmin döngüsü. Veronik hayatta çok keyif aldığı şarkı söylemeyi de nedensizce bırakır, bir anda. Sanki Veronika’nın, yani kendi ölümüne şahitmiş gibi. Kalbinin zayıf olduğu bilgisine eriştiğinde ise hayatının bundan sonra kalan kısmını sakin bir müzik öğretmeni olarak geçirmeyi tercih eder. Oysa ki Veronika tüm sınırları sonuna kadar zorlamayı seçmiştir yaşadıklarında. Fakat Veronik’in çalıştığı okulda yapılan bir kukla gösterisinde yer alan kuklacı ve çocuk kitapları yazarı Alexandre Fabbri’yle karşılaşmasıyla beraber durum sanki biraz değişir.
Aslında filmde Véronique ve Fabbri arasında tesadüflerle gelişen bir aşk hikayesi işlenir gibi yansıtılsa da durum tam olarak böyle değildir. Fabbri sanki bu sarmal bulmacanın çözümüdür. Filme girdiği andan itibaren bu ikili yaşam döngüsünün farkındadır ve Veronik gibi seyirciyi de kendine çekmeyi başarır. Bir süre sonra; yaşamla ölüm arasında kaderlerini belirlediği kukla karakterleri gibi Veronik’in hikayesini de yazan bir hikaye anlatıcısı olarak çıkar karşımıza. Her şeyden önce Veronik’in çantasından çıkan ufak tefek eşyalarla hayatını okumaya çalıştığı bir anda Krakov meydanında çekilmiş fotoğrafta Veronika’yı fark etmesini o sağlar. Ve aylar sonra Veronik de rastlantısal olarak çekmiş olduğu bu fotoğrafı bulduğunda; ağladıkça ağlar. Çünkü onun da dünya üzerinde bir eşinin olduğu hissiyatı gibi anlam veremediği bir şey vardır ki; bu fotoğrafla da durumu kendi içinde netleştirmiştir şimdi. Paralel evren teorisinin hüznü desteklediği bir gerçeklik anını da biz hissederiz…
Alexandre Fabbri; filmin başlarında gizemli bir karakterle Veronik’in hayatına girmiş olsa da çok kısa bir zaman sonra onu derinden anlayan, yakalayan birine dönüşür. Hatta sadece bununla da yetinmeyip; hikayenin gerçek bir yaratıcısı olur. Véronique’ten aldığı ilhamla birbirinin eşi olan iki kukla karakter yaratıp sonrasında bir geçmiş de yazdığı kuklalarından birisini öldürerek bulmacanın çözümü olduğuna işaret eder ve filmin hikayesinde kurmacayla gerçeğin birbirine karıştığı, ruhlarımızda gerçekle hayalin yer değiştirdiği, basamakların iç içe geçtiği bir düzlemi görmemizi sağlamıştır. Salt kurmaca da değildir, salt gerçeklik de… Sadece kardeş ruhlarımızın sarmal döngüsüne işarettir bu.
Kieslowski diğer filmlerine göre daha mistik olarak tanımladığı filminde metaforlara da yer vermiştir. Mesela; film boyunca yer yer karşımıza çıkan sokaktaki yaşlı kadın figürü sonsuzluk olarak nitelendirilir, ya da farklı bir var oluş biçimi olarak… Sonu olmayan bir yolda farklı anlarda dejavulara kapılmak gibi sanki. Nereye gideceği bilinmeyen bir an ve aynı yaşanırsa şayet; solgun bir gerçeklik izdüşümünü niteler gibi kullanılmış. Solgun, yaşlanmış, koparılmış belki. Ya da koparıldıkça farkına varılan, farklı kılınan bir güzellik metaforuna da işaret eder gibi.
Varoluşumuzu tam anlamıyla hissettiğimiz hayata tutunma nedenlerimizi sorguladığımız film; aslında günlük yaşamda en mutlu olduğumuz anlarda bile sebebini bulamadığımız bir hüznü de beraber yaşayabildiğimiz zamanlara öylesine derinden dokunuyor ki… İkili hikaye Veronika’nın değil aslında. Çoğumuzun içinde anlam verilemeyen bir çoğunluğun ve çelişkilerin kuramı uykudan uyanınca başlıyor döngüsüne. Ve her mutluluğun yolunda bir hüzün ve her hüznün sonunda zaman zaman bir mutlulukla da devam edilebiliyor sonu gelmeyen yollara metafordaki yaşlı teyze misali. Yalnız şu var ki; ne demiş şair; yol bitmez, yolculuk bitecek… Günün birinde, anlardan bir an… Sarmal döngülerle de olsa takvimler el değiştirecek ki…
Kapak Fotoğrafı: Pinterest
İlginizi çekebilir: Şengül Demir Altındağ’dan Persona
Çok güzel bir yazı ve filmi muhakkak izleyeceğim. Yüreğinize ve kaleminize sağlık Şengül hanım. 😀