İlk yorumu siz yazın!
The Bookshop: Kitapların Dönüştürücü Gücüne Dair Bir Film
Yönetmenliğinin Isabel Coixet’a ait olduğu ve başrollerini Emily Mortimer, Patricia Clarkson ve Bill Nighy’ın paylaştığı 2017 yılı yapımı The Bookshop; Penelope Fitzgerald’ın 1978 yılında çıkan, filmle aynı isme sahip romanından uyarlanan ve John Berger’a adanmış ödüllü bir dönem filmi. Sahaflarda keyifle dolaşmayı, kitapçılarda uzun vakitler harcamayı çok özlediğim şu günlerde beni kitaplarla dolu sahneleriyle büyüleyen ve bana birçok yönden Nuri Bilge Ceylan sinemasını anımsatan bu filmden biraz daha detaylı bahsetmek istiyorum.
“Bir keresinde bana bir hikaye okuduğumuzda hikayenin içine yerleştiğimizi kitap kapaklarının ise dört duvara, bir çatıya ve bir eve dönüştüğünü söylemişti. Bir kitabı bitirdikten sonra, hikayenin akılda yer etmesini ve zihninde tekrar tekrar canlanmasını dünyada her şeyden daha fazla seviyordu. Ayrıca, kitabın yarattığı tüm o duygulardan zihnini boşaltmak için uzun yürüyüşler yapmaktan hoşlanırdı.”
The Bookshop, 1959 yılının İngiltere’sinde Hardborough isimli küçük bir sahil kasabasında geçiyor. Yıllar önce bir kitapçıda rastlantıyla tanıştığı eşini uzun bir zaman önce savaşta kaybeden, okumayı hayattaki birçok şeyden daha fazla seven Florence Green’in (Emily Mortimer) hayali kasabadaki “Old House” diye isimlendirilen senelerdir boş ve harabe diyebileceğimiz haldeki evi bir kitabevine dönüştürmektir. Fakat kitapların iyileştiriciliğine ve dönüştürücü gücüne inanan Florence’ın bu hayali kasabanın bazı çevrelerince küçümsenir, kasabada kimsenin kitap okumadığı öne sürülür ve girişimi alay konusu olur. Florence’ın çok uzun süredir terk edilmiş haldeki evi kitabevine dönüştürme hayali karşısında kasabanın sosyal hiyerarşisinde üst konumda olan Violet Gamart ise bu duruma engel olmak için kasaba halkını organize ederek bütün bağlantılarını ve gücünü kullanır.
Kitaplara olan düşkünlüğüne, kasabanın kaosundan uzak duruşuna ve içe dönük bir karakter olmasına rağmen Florence ise bütün bu olumsuzluklara karşı direnç göstererek gerçekleştirmek istedikleri uğruna cesaretle büyük bir mücadele verir ve sonunda birçok zorluğa rağmen istediği kitabevini açar. Hem tutkusu hem hobisi olan kitapları işine dönüştürdüğü sıcacık kitabevinde bir süreliğine her şey yolunda gider. İşlerin yoğunluğu sebebiyle yarı zamanlı olarak kasabadaki bir ailenin yaşça küçük fakat son derece zeki olan kızı Christine’i yanına yardımcı olarak alır. (Aynı zamanda bize filmin hikaye anlatıcılığını da Christine yapıyor.)
(Editör Notu: Yazının bu bölümünden sonrası spoiler içerebilir. Dilerseniz filmi izledikten sonra bu yazıya dönebilirsiniz.)
Kasabanın geneline hakim olan dedikoducu ve eleştirel tutumdan uzakta yaşamayı tercih eden, kimseyle görüşmeyen fakat kitaplara son derece ilgili Edmund Brundish (Bill Nighy) ise Florence’ın yaşadıkları baskıcı kasabada cesaretle kitabevi açmasından oldukça etkilenir ve kimseyle görüşmeyi tercih etmemesine rağmen Florence’a iyi dileklerini ilettiği mektup gönderir ve ondan kitap önerisi ister. Florence Green’in ilk müşterisi böylelikle kasaba halkından neredeyse kimseyle muhatap olmayan Edmund Brundish olur. Florence’ın Edmund Brundish’e öneri olarak göndermeyi seçtiği kitaplardan biri ise Ray Bradbury’nin distopik başyapıtı olan Fahrenheit 451’dir. Filmin bağlamıyla birlikte, kitaplara ve kitabevi açmaya karşı olan tutumlar göz önüne alınınca Fahrenheit 451 oldukça yerinde bir referans olarak seçilmiş diye düşünüyorum.
“Kendi varlığından hoşnut değildi ama uzun yıllar süren mücadeleler sonucu kendiyle barışık yaşamaya karar verdi.” Florence Green’in kitap önerilerini oldukça beğenen Edmund Brundish ise ondan daha fazla öneri kitap ister. Florence de oldukça iyi bir okuyucu olan Edmund Brundish’e Nabokov’un yazdığı, o dönemler için cesur diye nitelendirebileceğimiz Lolita kitabını kitabevinde satışa sunmayı düşündüğünden bahseder ve kitap hakkında satılmaya uygun olup olmadığına ilişkin onun fikrini ister. Edmund Brundish ise Florence’a Lolita kitabını kitabevinde satması gerektiğini söyler. Böylelikle kasaba halkından kimseyle gerçek bir yakınlık kurmayan ikilinin arasında kitaplar aracılığıyla bir bağ oluşur. Lolita kitabının satışı kasabanın halkı tarafından oldukça ilgi görür. Kitabevinin sokağı ilgili okuyucularla dolup taşar. Bu sıralarda Florence Green ve kitabevi için işler oldukça yolunda ilerlemektedir. Kitabevi açma fikrinin karşısında olan ona zorluk çıkaran kişiler bile kitabevini ziyaret ederek orada ilgiyle vakit geçirmektedir.
“Güzel bir kitap, hayatın ötesinde bir hayata sahip olabilmek için ruhu koruyan ve onu yaşatan ana etmendir.” Kasabadaki otorite figürü olan ve en başından beri eski evin kitabevine dönüştürülmesine karşı çıkan Violet Gamart ise işlerin yolunda gitmesinden memnun değildir elbette. Bu yüzden ilk önce kitabevinin sokağındaki kalabalığın toplumsal huzuru bozduğu, istenmeyen bir ilgi yarattığı gerekçesiyle çeşitli yollarla yaptırım da bulunmaya çalışır. İlk denemelerinde başarılı olamayan Violet Gamart en sonunda parlamentodan yeğenini devreye sokarak yeni bir tasarıyla birlikte mahkeme kararıyla kitabevinin kapanmasına sebep olur. Kitabevinin zorbalıkla kapanışıyla birlikte Florence Green de kasabayı terk ederek başka bir yere taşınır.
Ben filmin akışı içinde her şeyin yolunda gittiği mutlu bir son hayal etmiştim fakat film gerçeklikten kopmayarak bütün olumsuzluklara ve maruz kaldığı zorbalıklara rağmen Florence Green’in başarısıyla sonlanmadı. Aslında başarıyı nasıl değerlendirdiğimiz de önemli çünkü film; Florence’a yardım ederek ilk başta sadece para kazanmak için yarı zamanlı çalışan ve kitap okumaktan hiç hoşlanmayan Christine’ın şu sözleriyle bitiyor: “Hayallerini gerçekleştirdi ve bunu elinden aldılar. Ama yüreğinin derinliklerinde kimsenin elinden alamayacağı bir şey taşıyordu. Cesaret. O cesareti ve kitaplara olan tutkusunu bana miras bıraktı. Lake tepsisiyle birlikte. Bir kitapevinde kimsenin kendini asla yalnız hissetmeyeceğini söylemekte ne kadar da haklıydı.”
Belki Florence, açtığı kitabeviyle birlikte bütün bir kasaba halkı üzerinde köklü bir değişim yaratamadı ama kitaplardan hiç hoşlanmayan küçük Christine’ın hayatında büyük bir değişime sebep olduğu kesin. Filmin ağır tempolu oluşuna, kurgu ve konunun tahmin edilebilirliğine yönelik eleştiriler yapılsa bile ben savaş sonrası İngiltere toplumuna ait sosyolojik çıkarımların yapılabildiği diyalogları, kullanılan kostümleri, o dönemin mimarisini, oldukça estetik doğa görüntülerini ve en önemlisi kitapların ekranda olduğu sahneleri büyük bir keyifle izledim. Bu sebeple de birçok ödül almış kitaplarla ve okuma sevgisiyle dolu bu filmi herkese tavsiye ediyorum. Şimdiden herkese keyifli seyirler dilerim!
Kapak Fotoğrafı: Pinterest
İlginizi çekebilir: İrem Dastan’dan Martin Eden
İrem filmi izleme şansı yakaladım, öncelikle böyle bir filmle beni tanıştırdığın için teşekkür etmek istedim, Florence'in azim, kararlılığına bayılırken güçlükler karşısında da boyun eğmeden dimdik durmasına hayran oldum. Christine'in küçük ama zeki olmasını hayranlıkla izledim. Edmund Brundish'e gelirsek onda rahmetli dedemden bir pay buldum, kararlı azimli, sevdikleri için herşeyi göze alan ve de dediği "anlamak zihni tembelleştirir " sözünü çok ama çok sevdim. Filimde ayrıca gücü elinde bulunduran insanların yeri geldiğinde elindeki gücü ne kadar gaddarca kullanabildiklerini tekrardan görme imkanım oldu. Bu güçlerinide insanları köşeye sıkıştırmak için ne kadar rahat kullandıklarını da tabi.Güçsüzün yanında kimsenin olmadığını da nutturmadı.Filmi çok sevdim müziği oyunculukları, manzarası,lakin keşke sonu bu şekilde bitmeseydi de demeden de edemedim Film bence özellikle de küçük kız çocuklarına izletilmeli bence, hayallerine sarılmalarını teşvik etmeleri için değer katabilecek güzel bir filmdi
Kesinlikle ben de sizinle aynı fikirdeyim, filmi izlerken daha farklı bir son hayal etmiştim. Çok teşekkür ederim yorumunuz için beğenmenize çok sevindim✨
Ben teşekkür ederim Almanya-İngiltere-İspanya filmlerini oldum olası sevmişimdir