Kitapseverlikte yazılı olmayan ama herkesçe kabul edilmiş bir kural vardır: Önce kitap okunur, sonra dizi / film izlenir. Bugüne kadar türü, konusu fark etmeksizin tüm kitaplarda sadık olduğum bu kural sonrası, her zaman kitabın filmden ya da diziden daha başarılı olduğu sonucuna vardım. Ta ki Margaret Atwood’un “Damızlık Kızın Öyküsü” diye çevrilen The Handmaid’s Tale romanıyla tanışana kadar…

Handmaid’s Tale
The Handmaid’s Tale | Fotoğraf: IMDb

Atwood’un 1998 de kaleme aldığı The Handmaid’s Tale romanı, 2017 yılında Hulu TV tarafından diziye uyarlanınca çok satanlar listelerinde hala etkisini sürdüren bir popülerliğe erişti. Romanı, bilimkurgu türünün yazar tarafından “ütopya” ve “distopya” kavramlarının birleştirilmesiyle oluşan ve “üstopya” diye adlandırılan sınıfından saymak mümkün. Çocukluğunu İkinci Dünya Savaşı zamanlarında geçirmiş olan Atwood, 1984 yılında romanını yazmaya başladığında Batı Berlin’de hala Berlin Duvarı’yla çevrili bir şehirde yaşıyordu. Bu nedenle, yazarın bu tip atmosferlerde deneyimlediklerinin kitabın kurgusuna büyük katkıda bulunduğunu söyleyebiliriz.

“1939’da doğmuş, İkinci Dünya Savaşı’nda bilinçlenen biri olarak kurulu düzenlerin bir gecede ortadan yok olabileceğini biliyordum. Değişiklik, şimşek hızında da olabilirdi. Burada olmaz sözüne güvenilemezdi: Her şey her yerde olabilirdi, şartlar uygunsa.”

Margaret Atwood

Handmaid’s Tale
The Handmaid’s Tale | Fotoğraf: IMDb

Atwood, romanda totaliter bir yönetim portresi çiziyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin liberal demokratik düzeninin bir darbeyle yıkılmasının ardından kurulan Gilead Cumhuriyeti, ülkeyi dini bir diktatörlükle yönetiyor. Okuyucu ise bu düzeni, Offred denen damızlık kızın gözünden deneyimliyor. Fredinki anlamında kullanılan “Offred” kelimesi, İngilizce “of” ve “fred” kelimelerinin bir araya gelmesiyle oluşuyor. Ayrıca Atwood’un Offred adıyla, “sunulan” anlamına gelen ingilizce “offered” kelimesine gönderme yaptığını ve Gilead’daki doğurgan kadınların erkeğe sunulan kurban olması durumuna atıfta bulunduğuna dikkat çekelim. Bahsi geçen kurbanlığı detaylandıracak olursak: Azalan doğurganlık oranları nedeniyle kutsal sayılan “damızlık” kızlar, kendilerini çocuk vermek için bir komutana ve bir eşe sunuyor; çocuk doğup anne sütüne ihtiyacı kalmadığında ise damızlık kız aynı görevi sergilemek üzere başka bir komutanın evine gönderiliyor.

Ve Rahel Yakup’a çocuk doğuramayınca, ablasını kıskanmaya başladı. Yakup’a, “Bana çocuk ver, yoksa öleceğim” dedi. Yakup Rahel’e öfkelendi. “Çocuk sahibi olmanı Tanrı engelliyor. Ben Tanrı değilim ki!” diye karşılık verdi. Rahel, “İşte cariyem Bilha” dedi, “onunla yat, benim için çocuk doğursun, ben de aile kurayım.”

Tekvin, 30: 1-3

Handmaid’s Tale
The Handmaid’s Tale | Fotoğraf: IMDb

Lisede George Orwell’in 1984’üyle tanıştıktan sonra bağlandığım distopik eserler arasında okumakta en zorlandıklarımdan biri şüphesiz Damızlık Kızın Öyküsü oldu. Bu zorluğu, hem okumamın pandeminin başlangıç dönemine denk gelmesine hem de romanın kurgusunun insana ağır gelmesine bağlıyorum. Eserde işlenen kadının varoluş mücadelesinin günümüz toplumlarına benzerliği ve anlatılanların gerçekçiliği eseri okumayı fazlasıyla zorlaştırıyor. Offred’in temsil ettiği tüm kadınların vermek zorunda olduğu bu mücadele üzerine yazılan satırlar insanın yüzüne adeta bir tokat gibi çarpıyor.

Handmaid’s Tale
The Handmaid’s Tale | Fotoğraf: syfy.com

Merceğimizi diziye çevirdiğimizde kitapta anlatılan olayların dizinin sadece ilk sezonunda işlendiğini görüyoruz. Romanda sadece “Offred” diye anılan kadın karakterin gerçek adının June olduğunu öğreniyor ve yine Gilead’ın kurduğu düzene June’un gözünden tanıklık ediyoruz. Diğer sezonlarda ise June’un diğer damızlık kızlar ve Marthalarla (doğurgan olmadığı için ev işlerine bakan kadınlar) örgütlenerek Gilead yönetimine karşı çıkışını ve küçük çaplı darbe girişimlerini izliyoruz.

Kitapların ekrana uyarlanan versiyonlarında genelde yüzeysellikten dem vururken bu diziyle detaylara tam anlamıyla doyuyoruz, hatta çoğu sahne fazla bile geliyor. Yazıyı serpiştirdiğim fotoğraflardan da görebileceğiniz gibi dizi, çekimleriyle izleyiciye görsel bir şölen sunuyor. Kitaba hakim olan boğucu ton diziye de tam anlamıyla hakim. Yeni düzenle oluşmuş toplumsal sınıfları birbirinden ayırmak için kullanılan kıyafet renkleri amacına yakışır şekilde kullanılmış. Damızlık kızların kırmızı elbiseleri, eşlerin mavileri ve Marthaların grileri arasında anında göze çarpıyor. Sürekli göz önünde olan bu kızların Gilead’da birer birey olamayışları ve sadece doğurganlıklarıyla değerlendirilmeleri ise fazlasıyla ironik.

Nolite te bastardes carborundorum
“Nolite te bastardes carborundorum” | Fotoğraf: Hulu

Kitabı okurken hayal edince içinizin sıkıldığı, okumaya dayanamadığınız satırlar hayal gücünüzden çok daha gerçekçi ve çarpıcı bir şekilde sizinle buluşuyor. Okurken altında ezilmemek için hayal etmekten kaçındığınız sahneleri diziyi izlerken görmekten kaçınamıyorsunuz maalesef.

Demem o ki, the Handmaid’s Tale hem okuması hem izlemesi bünyeye ağır gelen ama bir o kadar da etkileyici bir yapıt. Kadın haklarının fazlasıyla gündemde olduğu bugünlerde bu serinin kitabını da dizisini de deneyimlemenizi öneririm.

Kapak fotoğrafı: Pinterest

İlginizi çekebilir: Başak Aydın’dan Margaret Atwood’dan Yaratıcı Yazarlık Dersleri