Camille Claudel 1915: Bir Heykel Sanatçısının Portresi
Sanat tarihine ve farklı sanat dallarına bakıldığında binlerce kadının hak ettikleri konumda yer alamadığı, sanata üreten olarak katılamadığı ve toplumsal cinsiyet ile sanat dünyası ilişkisinin sorgulamaya açık olduğu görülüyor. Geçmişe bakıldığında son derece erkek egemenliğinin hakim olduğu sanat dünyası ile karşılaşmak kaçınılmaz. Kadınların üretilen eserlere çoğu zaman sadece ilham olarak veya obje olarak katıldığı, kendi ürettikleri eserlerin ise sanat otoritelerinin tutumları sebebiyle ikinci planda olduğu, sergileme şanslarının çok az olduğu dikkat çekiyor. Her ne kadar tarihsel süreçte sanatta kadın ve erkek ayrışmasının bu kadar keskin olduğu dönem kapanmış olsa da tüm bunların kadınların kendilerine biçilen kimliklerle sınırlı kalmayarak verdiği büyük mücadeleler ile gerçekleştiğinin de unutulmaması gerekiyor. Camille Claudel 1915 de bunu hatırlatan filmlerden bir tanesi.
Sanat dünyasında yıllar boyunca süregelen erkek egemenliğini kabul etmeyen kadınlardan biri de Camille Claudel. Yetenekli bir heykeltıraş olan Camille Claudel’in gerçek hayat hikayesinden trajik bir kesite odaklanan 2013 yılı yapımı biyografik filmin başrolünde usta oyuncu Juliette Binoche yer alıyor. Camille Claudel’in eserleri, erkek kardeşi Paul ile mektuplaşmaları ve Camille’nin tıbbi kayıtlarından uyarlanarak hazırlanan filmin yönetmenliğini ise Bruno Dumont üstleniyor.
Camille Claudel Kimdir?
8 Aralık 1864 yılında Fransa’nın Aisne kasabasında doğan ve çocukluğunda taş, çamur gibi malzemelerle ilgilenerek küçük heykeller yapan Camille, kısa süre içinde sanata olan tutkusunu fark ediyor. Sanata karşı duyduğu bu ilgi annesi tarafından hiç hoş karşılanmasa bile babasından büyük bir destek görüyor. 1881’de ailesiyle birlikte Paris’e taşınıyor ve heykeltıraş Alfred Boucher ile çalışmaya başlıyor. O dönemlerde Paris Güzel Sanatlar Akademisi gibi okullarda kadınların eğitim alması olanaksız. Camille’nin babası onun en büyük destekçisi oluyor böylelikle Camille’nin de içinde bulunduğu bir grup kadın atölye kiralayarak eğitim almaya başlıyor. Bu atölyede onlara heykel eğitimi veren ise en Auguste Rodin oluyor. İlerleyen yıllarda Camille’nin tüm hayat akışını etkileyecek ve onun için dönüm noktası olacak Rodin’le yolları bu şekilde kesişiyor.
O dönemlerde Rodin sanat çevrelerince kendinden sık sık bahsettiriyor ve usta olarak görülüyor. Sahip olduğu yeteneği ve dehası ile öne çıkmayı başarıyor ve 1884 yılına geldiğimizde ise Camille, Rodin’in atölyesinde çalışmaya başlıyor. Rodin’in stüdyo asistanı oluyor ve kendi heykellerini yaparken Rodin’in eserlerine de yardım ediyor. “Cehennem Kapıları (La Porte de l’Enfer)” isimli eseri birlikte yapıyorlar fakat bu eserde Camille’nin yoğun bir etkisi olsa bile Rodin’in gölgesinde kalıyor ve ismi çok fazla duyulmuyor. Rodin’e eserleri için modellik yapıyor veya Rodin’in eserlerine yardımcı oluyor. Öyle ki, Camille’nin babası, kızının kendi sanat kariyerini ikinci plana attığını düşünerek endişeleniyor. (Hatta Rodin’in Camille’ye ait pek çok eseri sahiplendiği de iddia ediliyor.)
İlerleyen süreçte Camille, Rodin’in asistanı, arkadaşı ve bir süre sonra sevgilisi oluyor. Fakat bu ilişki Camille’nin sanat üretme ve heykel yapma süreçlerini oldukça olumsuz etkiliyor. Zira o dönemde Rodin’in uzun süredir hayatında Rose isimli başka bir kadının da olduğu biliniyor. 1888 yılına geldiğimizde Camille, Rodin’den bağımsız tek başına bir heykeltıraş kimliği elde etmek istiyor ve ayrı bir yere taşınıyor. Kariyeri ve ilişkileri bir süre iyi gitse de Rodin’in Camille’yi bir rakip olarak görmesi ve onu baskı altında tutması sebebiyle ilişkileri 1898 yılında sonlanıyor.
1903 yılına geldiğimizde Camille’nin eserleri Salon d’Automne gibi ünlü salonlarda sergilenmeye başlıyor. Sergilerde “Olgunluk Çağı (L’Âge Mûr)”, “Vals (Le Valse)”, “Kayıp Tanrı (Le Dieu Envolé)”, “Geveze Kadınlar (Les Bavardes)”, “Clotho (Clotho)”, ve “Sakuntala (Sakountala)” gibi önemli eserleri yer alıyor. Heykeltıraş kariyerindeki başarı kimi çevrelerce Rodin’e bağlanıyor. İlk dönem eserlerinde Rodin’in etkisi görülse bile ilerleyen eserlerinde bu etki söz konusu olmuyor. Camille’nin eserlerinin başarısının sanata olan kişisel yeteneği ve özgün dehası sayesinde olduğunu söyleyen sanat tarihçilerinin çoğunlukta olduğunu söylemekte de fayda var.
“Eserlerimin hepsini çaldı. Görünüşe göre küçük stüdyom, ucuz mobilyalarım, küçük evim ve aletlerim açgözlülüklerini alevlendirdi. O milyonerlerin savunmasız bir sanatçıya saldırmaları ne hoş bir şey. Onların serveti benimkinden 40 kat fazladır. Hayal gücü, duygu, yenilik ve canlı bir zihin umulmadık hareketleri o boş beyinler, gergin kalın kafalı, ışıktan sonsuza dek kopmuş o ruhlar için yabancı bir toprak olduğundan bunu onlara sağlayacak birine ihtiyaçları var. Bunu söylediler. ‘Hedeflerimizi bulmak için bir deliyi kullanırız.’ Birileri elde ettikleri için minnettar olup, dehasını tükettikleri zavallı kadına küçük bir mükafat verebilirdi. Paul… Paul, bu kadın istismarı.”
Rodin’le yaşadığı çalkantılı ilişki, ondan hamile kalışı, bebeğini düşürüşü, hak ettiği yere ulaşamayışı, Rodin’in Camille’nin eserlerine birebir benzerlikte eserler vererek büyük başarılar elde edişiyle Camille oldukça yıpranıyor ve ruh sağlığı bozulmaya başlıyor. Çok fazla eserini kırarak paramparça ediyor ve Rodin’in onun eserlerini çalacağından, kendisini öldüreceğinden büyük bir kaygı duyuyor.
1913 yılında ailesinin isteğiyle akıl hastanesine yatırılıyor. Ailesindeki en büyük destekçisi olan babası aynı yıl vefat ediyor. Annesi onun istemediği bir kariyer çizerek sanat alanında ilerlediği için kendisini ziyaret etmiyor, kardeşinin ise seyrek ziyaretleri oluyor. İddiaya göre iyileşmiş olsa dahi psikiyatristi tarafından hiçbir zaman heykel yapmasına izin verilmiyor ve ailesinin tercihi sebebiyle ömrünün geri kalan 30 yılını burada geçirmek zorunda kalıyor.
“Bana ecel terleri döktürmek istiyorlar. Bunu Rodin yapıyor. Rodin’in şeytani beyni. Yalnızca tek bir amacı vardı: Benden çalmak. Hayatı boyunca ve muhtemelen ölümünden sonra ondan daha büyük olacağımdan korktu. Pençeleri arasında olmamı istedi. Mutsuz olmamı istedi ve şu an öyleyim. “
Film ise Camille Claudel’in akıl hastanesinde geçirdiği üç güne odaklanıyor. Rodin’in onu bu denli yıpratışı, ailesinin ona sırtını dönüşü, toplumun kadına ve kadın sanatçıya bakışı, bir erkeğin ekseninden çıkarak kendi başına var olmak istemenin bedellerini çok ağır bir şekilde anlatıyor bize. Camille gibi kendisi de sanat dünyasında olan şair kardeşi Paul’un kendi kariyerindeki başarının “Tanrı’nın lütfu” olduğunu vurgulayarak ablası için söyledikleri ise belki de filmin toplumsal ikiyüzlülüğü en acımasız şekilde ortaya koyan anlarından biri.
Paul: “Sanattan daha korkunç ticaret yoktur. Deha olmanın bir bedeli var. Ne hayat ama! Ne trajedi! Sanatçılık pek az kişinin tahammül edebileceği ziyadesiyle tehlikeli bir meslek. Sanat özellikle zihnin en tehlikeli melekeleri olan hayal gücü ve hassasiyetle konuşur, ki bu bir insanın dengesini kolayca bozup hayatını huzurdan mahrum bırakarak mahvedebilir.”
Filmin kalabalık olmayan oyuncu kadrosunda Juliette Binoche’un olağanüstü oyunculuğuyla göz doldurduğunu ve ekranda devleştiğini söylemeden geçmeyeceğim. Ağır tempolu oluşuna ve Camille Claudel’in tüm hayatına odaklanmamasına ilişkin eleştiriler getirilse de ben filmi beğenerek ve etkilenerek izledim. Filmde anlatılmak istenen çaresizlik, özlem, yalnızlık, öfke, korku gibi duygular bana bütün gerçekliğiyle işledi. Bu sebeple de biyografi filmleri izlemeyi seven herkese öneririm. Şimdiden keyifli izlemeler!
(Bonus: Camille Claudel’in hayatı hakkında daha fazla bilgi öğrenerek geniş bir perspektiften bakmak isterseniz 1988 yılı yapımı başrolünde Isabelle Adjani’nin yer aldığı Camille Claudel’ı da izlemenizi öneririm.)
Kapak Fotoğrafı: IMDb
İlginizi çekebilir: Ceren Muslu’dan Sanatın İkonik Kadın Figürleri
İlk yorumu siz yazın!