Duvara Karşı ve Üç Renk Ekseninde: "Özgürlük" Kavramı
Bu yazımda Fatih Akın tarafından 2004 yılında çekilen Duvara Karşı (Gegen die wand) filmi ile Krzysztof Kieślowski tarafından 1993 yılında çekilen Üç Renk: Mavi (Trois couleurs: Bleu) filmlerini ‘Özgürlük’ kavramı kapsamında, Duvara Karşı filmindeki Sibel (Sibel Kekilli) ile Üç Renk: Mavi filmindeki Julie (Juliette Binoche) üzerinden kısaca inceledim. Gelin filmlere yakından bakalım!
Eğer filmleri izlemediyseniz, yazının bazı kısımları spoiler içerdiğinden dolayı yazıyı filmleri izledikten sonra okumanızı öneririm 🙂
İki Film Üzerinden Özgürlük Kavramı
Duvara Karşı – Toplumdan Özgürleşme
Archilbal Mac Leish, özgürlük kavramını insanın seçme hakkı olması ve insanın kendisi için alternatif tercihler yaratabilmesi olarak tanımlamakadır. Duvara Karşı filminde Sibelin uğruna mücadele ettiği ‘özgürlük’ de tam olarak bu tanım ekseninde incelenebilir diye düşünüyorum. Nasıl mı? Bunun cevabını öğrenmek için Sibel karakterinin aile dinamiklerine yakından bakmamız gerekir. Sibel Almanya’da yaşan muhafazakar Türk asıllı ailenin kızıdır. Tutucu ve baskıcı bir ailede yetişen Sibel’in hayatı babasının ve ağabesinin kuralları ve ahlaki anlayışı ekseninde şekillenmektedir. Sibel’in kendi hayatı hakkında karar verme, seçim yapma hakkı yoktur. Yani Leish’in özgürlük tanımı olarak ele aldığı seçim yapma, tercih yaratabilme gibi kavramlar Sibel’in hayatına oldukça uzak konumdadır.
Fakat Sibel’İn bu durumu kabullenmeye hiç niyeti yoktur. Kendine bir çıkış yolu arayan Sibel, maruz kaldığı kısıtılamalardan ve kurallardan kurtulmak, özgürlüğe ulaşmak için çözümü intiharda bulur. Fakat bu olayda Sibel’in asıl amacı yaşamına son vermek değil de daha çok intihar aracılığı ile özgürlüğüne ulaşmak için bir yardım çağrısında bulunmaktır. Bu nedendir ki annesi ona neden böyle yaptın diye sorduğu zaman “Beni rahat bırakırlar zannettim” cevabını vermiştir. İntihar girişiminden sonra kurtarılan Sibel, kaldırıldığı hastanede özgürlüğünü kazanma mücadelesinde ona yeni bir yol izlemesine yardım edecek kişi olan Cahit Tomruk (Birol Ünel) ile tanışır. Sibel, Cahit’in Türk vatanadaşı olduğunu anlamasıyla Cahit’e kurmaca bir evlilik teklif eder. Sibel’in planına Cahit’in Türk olmasından dolayı ailesi bu evliliğe olumlu yaklaşacak ve bu anlaşmalı evlilik sayesinde ailesinin baskısı altında yaşamaktan kurtulacaktır. Böylece Sibel, Cahit’e hem ekonomik olarak daha rahat bir hayat yaşamayı vadederek hem de “Yaşamak istiyorum Cahit, dans etmek istiyorum. Canımın istediğini yapmak istiyorum, Hem de tek bir kişiyle değil. Anlıyor musun?” diyerek Cahit’i bu kurmaca evliliğe ikna eder.
Sibel her ne kadar bu evliliği toplum baskısından ve ailesinin ona dikte ettiği yaşam biçminden kurtulmak için yapmak istese de özgürce yaşayabilmek için tek yolu kurmaca da olsa ‘evlilik’ olarak düşünmesi ataerkil sistemin dayattığı bir özgürleşme yolu olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Bu durum toplumsal normlardan tamemen bağımsız hareket etmenin zorluğunu seyirciye göstermektedir. Sibel yaptığı kurmaca evlilik aracılığı ile arzuladığı özgür hayata kavuşmuştur. Artık karşımıza çalışan, istediği gibi giyinebilen, toplumda “aykırılık” olarak yorumlanan piercing/dövmeyi bedeninde taşıyan ve cinsel hayatını arzu ettiği gibi keşfedip, yaşayan bir Sibel çıkar. Böylece Sibel sadece ailesinin diktelerinden ve beklentilerinden kurtulmakla kalmayıp, aynı zamanda toplumun kadına atfettiği rollerinin kısıtlayıcılığından özgürleşmiştir. Zaten en başından beri Sibel özgürlük mücadelesini sadece ailesi ile değil aynı zamanda toplumun kuralları ile de vermektedir. Sibel’in Cahit’i arzulamasına rağmen Cahit’e “Eğer yaparsak ben senin karın, sen de benim kocam olacaksın” diyerek bu isteğini bastırması aslında toplumsal çerçevede kabul görmüş “karı-koca” rollerine karşı sergilediği bir duruş olarak yorumlanabilir diye düşünüyorum.
Filmin ilerleyen kısımlarında, başlarda özgürlüğe ulaşmayı otonomik davranmak olarak tanımlayan Sibel’in özgürlük tanımının zamanla dönüştüğünü gözlemleyebilmekteyiz. Özellikle Cahit tutklandıktan sonra ailesinden kaçmak için İstanbul’a giden Sibel, Cahit’e yazdığı mektupta “Sen orada hapistesin, fakat ben de burada kendimi hapiste hissediyorum” diyerek, içsel özgürlüğün yitimi üzerine bizi düşünmeye davet eder. Sibel, Cahit gibi özgürlüğünü hukuki boyutta kaybetmemiştir ya da seçimleri geçmişte olduğu gibi ailesi tarafından belirlenmiyordur belki ama Sibel’de kendi zihnin içinde tutsaktır. Sibel’in içinde bulunduğu bağlam aklıma okuduğum Sartre’da Özgürlük isimli maklede yer alan özgürlük tanımını getiriyor. Makelede özgürlük, “Yalnız dış mecburiyetlerden değil ve fakat her türlü iç sınırlamalardan bağımsız olarak hareket edebilme” olarak tanımlanıyordu. Sibel de eylemsel düzeyde özgürse de duygularından, düşüncelerinin tutsağı durumunda.
O zaman özgürlük için sadece dış etkenlerle mücadele etmek yetmemekte, bazen de özgürlük için içimize yönelmek ve kendimizle mücadele etmek gerekir diyebilir miyiz? Hadi gelin bunu durumu en sevdiğim filmlerden olan Üç Renk: Mavi üzerinden tartışalım…
Üç Renk: Mavi – Geçmiş ve Duygulardan Özgürleşmek
Üç Renk: Mavi filmine baktığımızda ise toplumsal temelde özgürleşmekten ziyade kişinin bastırdığı duygularla ve geçmişiyle yüzleşmesi ile elde edilen bir özgürleşmeden bahsetmektedir. Kieślowski film boyunca Julie üzerinden bizleri “insan sosyal bağlarından ve geçmişinden tamamen koparak özgürlüğü elde edebilir mi?” sorusu üzerine düşünmeye davet eder. Filmin ana karakteri olan Julie, kocasını ve kızını trafik kazasında kaybetmiştir. Bu ani ve sarsıcı kayıptan sonra intihar etmekten son anda vazgeçen Julie, tüm geçmişini arakasında bırakarak, izole bir hayat yaşamayı seçerek aslında biyolojik olarak yaşamaya devam etse de kendini sosyal ölüme süreklemeye karar verir.
Ona geçmişini anımsatacak herhangibir şey ile temas etmekten kaçınan Julie, evlenmeden önceki soyismine geri döner, kocasının yarım kalan senfonisini yok eder ve kaybettiği eşi ve çocuğu ile yaşadığı evdeki tüm eşyaları ateşe vererek, yanına geçmişten mavi taşlı bir lamba dışında başka hiçbir şey almadan yeni bir eve taşınır. Böylece geçmişini arkasında bırakarak geçmişin yükünden ve acılarından özgürleşeceğini düşünür. Julie için bireysel özgürlük ancak sosyal bağlardan kendini tamamen soyutlarsa ve geçmişi hatırlatacak herhangi bir şeye nufuz etmezse gerçekleşecektir. Peki gerçekten bunlar arzu ettiği özgürlük hissini sağlamaya yetecek midir?
Julie’nin yüzleşmekten kaçtığı geçmişi, duyguları onu bir gölge gibi takip etmekte ve hiç beklemediği anlarda kendilerini hatırlatmaktadır. Tüm bu geçmişi ile Julie arasında yaşanan kovalamaca ve Julie’nin içinde hapsettiği acı onu psikolojik olarak o kadar yormakta ve yıpratmaktadır ki Julie artık duygusal ve psijolojik olarak çektiği acıyı bastırmak için o acıyı fiziksel acıya dönüştürmeye çalışır. Yürürken elini duvara sürterek fiziksel boyuttaki acısına odaklanma çabası da tam olarak bu nedendendir. Juliette Binoche oyunculuğuyla Kieślowski’nin görsel anlatı dilinin gücünün muhteşem kombinasyonu sonucu sessizce deneyimlenen , yüzleşmekten kaçınılan acının hissiyatını derinden hissetmek mümkün diye düşünüyorum.
Bunun yanı sıra düşünmemek için havuzda saatler geçirerek kendini fiziksel olarak yorması, çocuksuz bir apartmana taşınması ve gerek sosyal,duygusal boyutta gerekse de iş boyutunda herhangi bir sorumluluk alacağı, bağ kuracağı ilişkilerden kaçınması onun tüm yaşadıklarıyla baş etmek ve geçmişinden özgürleşmek için izlediği yollardan başlıcalarıdır. Fakat geçmişin izleri, Julie’nin hiç beklemediği anda karşısına çıkarak, özgürleşmenin ancak yüzleşerek gerçekleşebileceğini gösterir. Julie her ne kadar geçmişi anımsatacak herhangi bir şeyi gündelik hayatına dahil etmemeye çalışsa da hayat bu konuda Julie’nin gösterdiği titizliği pek de göstermemekte hatta Julie’nin kaçtığı “şeyleri”, onun hayatının bir parçası yapmaya kararlı gibidir. Sokaktaki evsiz adamın flütle Julie’nin ölen eşinin bestesini çalması, yaşadığı apartmanda çocuk olmaması için özen gösteren Julie’nin evini fare ve fare yavrularının basması gibi rastlanstısal olaylar Julie’yi kaçtığı geçmişe ile yüzleşmeye iter.
Julie için arzu ettiği özgürleşme ancak geçmişi ile yüzleştiğinde gerçekleşecektir. Ki filmin ilerleyen sahnelerinde tam olarak da bu olur. Film boyunca ağlmayan Julie, eşinin senfonisini bitirp, Oliver’a karşı duygusal bir şeyler hissettiğini kabul ettikten sonra belki gündelik hayatta deneyimlerken öneminin farkında olmadığımız hatta zaman zaman deneyimlemekten çekindiğimiz “ağlama” eylemeni gerçekleştirebilir. Burada ağlama aslında yüzleşmenin,kabullenmeni bir sembolüdür. Böylece Julie ağlayarak geçmiş ile yüzleştiğini ve yaşananlarla, yaşanamayacakları kabul ettiğini seyirciye gösterir. Julie’nin geçmişten ve geçmişin beslediği duygulardan özgürleşme dönemi tam olarak şimdi başlamıştır.
Son Olarak…
Tabii ki iki film içinde söylenecek tonca şey, incelenecek birçok sahne var ama ben kısaca beni derinden etkileyen ve özgürlük kavramı üzerine daha önce düşünmediğim noktalardan beni düşünmeye teşvik edip, bireysel boyutta birçok farkındalık sağlamama yardımcı olan bu filmleri sizinle paylaşmak istedim. Duvara Karşı filminde özgürlük, toplumun ve ailenin norm ve kurallarına göre değil de bireyin kendi istek ve arzu ekseninde şekillenen seçimler yaparak yaşaması olarak ele alınırken, Üç Renk: Mavi’de anılarla ve duygularla yüzleşerek gelen bir özgürlük vurgulanır. Böylece Sibel toplumda kendini özgürleştirmeye çalışırken, Julie içsel dünyasında özgürleşmeye çalışır. Özgürlük kavramı kendini bu iki filmde de farklı formlarda karşımıza çıkarsa da ortak olarak her boyutta ne kadar önemli bir gerçek olduğunu görmek mümkün. Sonuçta Halil Cibran’ın da dediği gibi: “Özgürlük olmadan yaşam ruhsuz bir beden gibidir.”
Kapak Fotoğrafı: Pinterest
İlginizi çekebilir:
İlk yorumu siz yazın!