Sıcak Kafa: Netflix'ten Bir İstanbul Distopyası
Geçtiğimiz günlerde yayınlanan dizi, ülkemizde benzer bir örneği olmayışıyla beraber gündeme hızlıca oturdu. Netflix’in alışageldik kodlarından sıyrılmaya çalışmayan Sıcak Kafa, İstanbul tasviriyle özgünleşen, senaryosuyla aksayan bir anlatı kuruyor. Konuşarak yayılan bir salgın hastalığın esir aldığı dünyada geçiyor. Salgın denince akla ilk gelen öğelerden biri olan maskelerin yerini ses geçirmeyen kulaklıkların aldığı, şehrin güvenli ve güvensiz olarak bölgelere ayrıldığı hikayede, ana karakterimiz ise virüse bağışıklık geliştirdiği düşünülen bir dilbilimci. Afşin Kum’un aynı adlı romanında uyarlanan diziye Netflix’ten erişmek mümkün. Yazıda herhangi bir spoiler bulunmamaktadır.
Ana karakterini virüse dayanıklı bir dilbilimci olarak belirleyen hikayenin ilerleyen aşamalarda türe ait klişelerden uzaklaşıp, risk alıp, önceden adımımızı atmadığımız yerlere temas edeceğini umuyordum fakat maalesef istediğimi pek de bulamadım. Konuşarak bulaşan bu hastalığın belirtisi: Hastanın virüsü kaptıktan sonra abuk sabuk konuşmaya başlaması. Buna da “abuklama” ismi verilmiş. Kahramanımız dilbilimci Murat, istemeyerek de olsa kendisine biçilen kurtarıcı rolüne ayak uydurmaya çalışıyor. Kendisi abuklayamamakla beraber, abuklayan birine maruz kaldığında kafası ısınıyor. Evet, kafası vücudundan ayrı bir parçaymışçasına ateşi çıkıyor. Bunun hastalığın ilacı olabileceğini düşünen bazı kişiler de, Murat’a istemediği kurtarıcı rolünü biçen kişilerle aynı.
Salgın başlayalı sekiz sene olmuş. SMK isminde bir kurum, faşist ve kapalı kutu bir iktidar olarak ülkeyi yönetiyor. Bu kurumun başında şeytani bir adam var tabii. Bir de kurumda polis olarak çalışan ve bu iktidarın sokaklardaki eli ayağı olan rollerden birinde Anton karakteri var. Kendisini yıllarca Arka Sokaklar’da polislik yapmış olan Şevket Çoruh canlandırıyor, tatlı bir tesadüf… Kurumun içerisindeki çatışmayı bu iki karakter üzerinden kuran dizi, dilbilimci Murat’ın yolunu ise kurumun düşman bellediği bir örgütle kesiştiriyor, sınırlarını en baştan net bir şekilde çiziyor. Hastalığı tedavi etmekten daha çok, toplumda kurduğu hakimiyeti yitirmek istemeyen esrarengiz bir iktidar ile bu iktidara direnen ve Karaköy civarında karargahını kurup ülke genelinde de koordine olmaya çalışan bir örgütün mücadelesi olarak özetleyebiliriz.
Karakterlerin karikatürize hallerinden sıyrılması kolay olmuyor. Çünkü dizi, atmosferi haricinde bizi mevzuya dahil edecek ritmini bir türlü tutturamıyor. Bu kadar ilgi çekici bir konuya rağmen, özellikle 2 ve 3. bölümlerde biraz uyuklatıyor. Kompakt bir senaryo ile ortaya taş gibi bir sinema filmi çıkabilirmiş düşüncesi aklımdan pek çıkmadı izlerken. Yerli Netflix dizilerinde prodüksiyona hayran kalmaktan da, izlediğim şeyin zihnimden kısa süre içerisinde yok olup gidecek olduğunu bilmekten de bir tık yoruldum sanırım. Yönetmenin kurmaya çalıştığı dünya da, oyuncuların ortaya koyduğu performanslar da tatmin edici seviyede. Fakat iyi yazılmış diyaloglar olmadığında her şey o kadar inandırıcılıktan uzaklaşıyor ki, bu kirli ve yıkık distopyada bile steril ve edebi bir tortu kalıyor. Evet, bu bir kitap uyarlaması olabilir fakat bir hikayenin senaryolaşma sürecinde diyalogların ekrana nasıl yansıyacağını ve kulağa nasıl geleceği öngörülemiyor muhtelemen. Distopyalardan keyif almama ve ekstra toleranslı olmama rağmen maalesef dizinin vasatı aşamadığını düşünüyorum. Umarım keyif alanlar çoğunluktadır. Sevgiler.
Sinema dünyasına ve filmlere dair paylaşımlarıma Instagram üzerindeki film blogumdan (@atıptutuyorum) ulaşabilirsiniz.
Kapak Fotoğrafı: IMDb
İlginizi çekebilir: Sine Magger’dan Netflix’te Bu Ay Neler Var
İlk yorumu siz yazın!