Aslı Akdağ ile: Bekleyiş Belgeseli ve Annelik Üzerine
Gösterim alanı çoğunlukla film festivallerine sıkışmış belgesel türüne dair güncel örneklere son dönemde dijital platformlar sayesinde de ulaşıyoruz. Genç Pehlivanlar belgeselinin yapımcılığını üstlenen Aslı Akdağ’ın bu kez yönetmenlik koltuğunda olduğu belgesel projesi “Bekleyiş” de onlardan biri olarak bir süre önce MUBI Türkiye’de seyircisiyle buluştu. 58. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin Ulusal Belgesel Film Yarışması’nda Jüri Özel Ödülü’nü kazanan belgesel, Türkiye’de yaşayan bekar bir kadının dünyaya getireceği çocuğunu tek başına büyütme kararı almasının ardından yaşadıklarını ve iç dünyasındaki değişimleri aktaran otobiyografik bir anlatıya sahip. Bu girişi yaptıktan sonra sizi bu röportajı cevapları sayesinde daha da anlamlı kılan Aslı Akdağ ile konuştuklarımla baş başa bırakmak istiyorum. Kendisiyle gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka pek çok konuyu konuşma fırsatı buldum. Keyifli ve ilham veren okumalar.
Sizi ilk olarak yapımını üstlendiğiniz 2016 tarihli Genç Pehlivanlar adlı kurmaca belgesel ile tanımıştık. Bekleyiş belgeseliyle de yönetmenliğe ilk adımınızı attınız. Hukuk eğitimi de almış biri olarak sinemaya geçiş hikayenizden bahsetmek ister misiniz?
Sinemaya geçişim uzun yıllar tiyatroyla ve oyunculukla olan ilişkimle ilintili esasen. Hukuk okurken de bu çalışmalarımı bir yana bırakmadan devam ettim. Hayalimdeki gibi konservatuvara gidecek bir ortamı yaratamadım ancak zamanla sahne, set ortamlarını tanıdım. Tanıdıkça da hukuk formasyonu da almış biri olarak yapım kısmının bana daha çok keyif vereceğini keşfettim. Burada sözleşme bilgimi de kullanabilirdim; kreatif olarak bir projeyi geliştirip buna uygun ekibi de kurarak farklı işler üretebilirdim. Bu bana çok heyecan verici geldi ve de rotamı prodüksiyona yönelttim. Eş zamanlı olarak deneyimim ve çevrem dolayısıyla da hukuki alanda danışmanlıklarımı tamamen sektörle sınırlı olacak bir hale getirdim. Diyebilirim ki tamamen sinema, televizyon, dijital mecralar ve müzik dünyası üretiminin elemanlarıyla çalışıyorum.
Önce Genç Pehlivanlar ardından da Bekleyiş. Yapımcı veya yönetmen olarak içinde yer aldığınız her iki proje de belgesel türünde. Bu biraz tesadüf mü yoksa mevcut şartlar mı bu yoldaki ilerleyişinizde belirleyici oldu?
Karakter hikayelerini seviyorum. Yaşama dair samimi hikayeler barındıran ve de insanın özüne dair hatırlatmalarda bulunan işleri çok kıymetli buluyorum. Bu iki projenin içeriğinde yer almam kesinlikle tesadüf değil. Esasen halen de beni harekete geçirebilecek, başkalarına esin kaynağı olabilecek insan hikayelerine tanıklık edip bunları izleyiciye aktarabilmeyi istiyorum. Yeni olan Bekleyiş ile kendimi yönetmen olarak da ifade etmek istediğimin ayrımına varmam oldu. Yönetmen görüşü yazarken hep ifade edilen; önce anlatmaya değer, temas ettiğiniz dertler olmalı. Baktım benim de yönetmen olarak daha çok anlatmak istediğim hikaye var cebimde.
Gelelim “Bekleyiş”in hikayesine. Sizi kendi hikayenizi çekmeye iten sebep ne oldu? Çocuğunuza görsel bir günlük/mektup bırakma arzusundan başka nedenler de mevcut mu?
Çocuğuma bir mektup bırakma arzum işin ateşleyicisiydi evet. Ancak bir şeyleri çektikçe ve yaşadıkça ne kadar büyük boyutta toplumsal bir soruna da temas edebileceğimin daha çok ayrımına vardım. Bu projenin didaktik ve büyük toplumsal bir sözü olan bir iş olmasını asla istemedim. Bu nedenle benim mektubum ve yaşantım üzerinden “Neler yaşıyoruz?”u gösterirken naif bir yerden mevcut “bakış açısı” problemlerine birer çentik atmayı istedim. Anlatılabilecek çok şey var elbet. Ancak bundan fazlası benim için ancak kurmaca bir filmin ele alabileceği bir konu olurdu.
Kurmaca bir uzun metrajda yönetmen kendi hikayesini anlatmak istese dahi bir belgesel şeffaflığında olmuyor. Bekleyiş ise otobiyografik özelliğiyle saf şekilde sizin hikayenizi anlatıyor. Kişisel hikayenizi böyle bir belgeselle kayıt altına almak hiç kolay bir karar olmasa gerek. Karar alma sürecindeki duygularınızı merak ettim açıkçası.
Karar alma sürecinde benim yanımda olan hemcinsim, sinemacı arkadaşlarım önemli rol oynadı. Banu Sıvacı, her an yanımdaydı ve de benim inancımın azaldığı anlarda benim motive olmamı o sağladı. Mükemmeliyetçi bir tarafım da var ve bazen kullandığımız kamera, ışık ve sair etmenlerin çok fazla değişkeni olmasından ötürü “Ne yapıyorum ben; bu iş olmayacak” dediğim anlar oldu… Ancak sonra hayat hatırlatıyordu kendisini; hiçbir şey o kadar mükemmel değilken benim de teknik olarak eksiksiz bir şey çekeyim demem manasız bir çaba nedeniyle ana fikri kaybetmem olurdu. Bakıyorum farklı teknoloji araçları kullanmamıza rağmen, kurguda Yasemin Akıncı’nın da yaratıcı duygusu geçen bir iş yakalayabilmişiz. Her gün sayısız mesaj alıyorum “Birilerinin hayatına dokunduğunuzu bilin” minvalinde… Bu gerçekten çok mutlu edici bir durum.
Yönetmenliğini yaptığınız ilk projede bizzat kendiniz olarak başroldesiniz. Yaşadığınız süreci ve o duygusal yaklaşımı seyirciye aktarıp aktarmama konusunda “acaba”larınız oldu mu?
Kurmaca sahneler yapmak istemedik; ancak o kadar fazla da absürt olay oluyordu ki… Anlatım dilini bozmamak adına bu noktada kararımız kurmacaya yönelmemek oldu. Sonra erkeklerin aile içerisinde varlığının sorgulandığı bir çalışma olduğu için görselde de aile dışında pek bir erkek göremiyorsunuz film boyunca. Bunlar “acaba”ların sonucunda alınmış bilinçli kararlardı diyebilirim. Sonra kendi özelimi tamamen açmak değildi niyetim; bu nedenle belirli konulara da temas etmekten kaçındım. Bu milyonlarca insanın başına gelebilecek olası hikayelerden sadece bir tanesiydi ve de ben bu olasılık üzerinden kendi hikayemi anlattım.
Belgeseliniz, pek çok noktada halen tutucu ve muhafazakar bir toplumdaki pek çok bireyin yadırgayacağı “bekar bir anne”nin hamilelik ve hemen sonrasındaki sürecine odaklanıyor. Hamileliğinizi duyan yakınlarınız veya toplumdaki diğer kişiler özelinde bu durumun yarattığı diyaloglarla pek çok noktada karşılaşıyoruz. Karşı tarafın size karşı olan tutumunu değiştiren bu tavırlara karşı nasıl direnç gösterdiniz?
Hayat benim hayatım. Seçimlerimin sonucunda neler olabileceğini de kestirerek girdim tabi bu yola. Ancak bizde herkes, her şeye müdahil olmaya bayılıyor. Özellikle konu annelik, bebek bakımı gibi konularsa… Duruşunuzun net olduğunu görünce de pek giremiyorlar özel alanınıza aslına bakarsanız. Sırf kendi istedikleri kararları uyguluyor diye yakılan kadınlar var bundan çok da fazla uzak yüzyıllara gitmeye gerek yok. Maalesef halen “tehlike” kavramını toplumlar kendileri cesaret edemedikleri alanlar, tanımadıkları deneyimler üzerinden yorumlamaya meyilli.
Bekar bir kadının bebeğini beklerken toplumda, ailesiyle ve iç dünyasında yaşadıklarına dair süreci kayıt altına aldığınız görsel bir günlük veya mektup olarak nitelendirebiliriz belgeselinizi. Bu noktada aileniz, yakın çevreniz ve arkadaşlarınızın tavrı da sizin bu yolculuğunuzu çizen önemli faktörler. Bu süreç içinde kendinizi hiç yalnız hissettiğiniz oldu mu?
Yalnız hissettiğim anlar elbet oldu; insanız sonuçta. Hastane koridorlarında doktor görüşmesi beklerken, eşler birlikteyken ben tek başımaydım ancak bunlar yalnız hissettiren anlar değildi. Her türlü zorluğundan üstesinden tek başıma gelebileceğimi biliyordum; aksini düşünmek, ajite edici ve yararsız olurdu. Güzel anları paylaşabileceğiniz bir yol arkadaşı varsa ancak bu arkadaşlık kıymetli; ancak olmaması da yalnızlaştırıcı değil. Bebeğin varlığı bir kere yalnız olmadığımı bana hatırlatıyordu. Aynı zamanda harika ekip arkadaşlarım da vardı çekimlerimiz süresince benimle. Ailemi ve yakın çevremi de filmde gördünüz zaten. Onlar için de dönüştürücü ve birleştirici bir yolculuk oldu.
Belgeselde komşularınızın ziyarete geldiği kısımda söylediğiniz çok anlamlı bir ifade vardı ve babalık görevinin yalnızca kan bağıyla olmayacağını dile getiriyordunuz. Ataerkil toplumumuzda ailesine sahip çıkmasa da “baba”ya atfedilen bu kutsallığa karşı eleştirel veya feminist bir tavır olarak da gösterebilir miyiz belgeselinizi?
Elbette. Annelik kutsal olmadığı gibi babalık da değil. İşin daha sıkıntılı yanı babaya atfedilen kutsallık da fonksiyonel bir yerden değil; “Ceketi olsun yeter” deniliyor… Çünkü bizde “El alem ne der?” var; başkaları için yaşayan kadınlarımız mutsuz evliliklerin içerisinde hem psikolojik hem de fiziki şiddetle baş etmek durumunda kalıyor bu gibi toplumsal yaklaşımlarla yalnızlaştırıldıkları için. Sadece ekonomik özgürlük de belirleyici değil. Bu toplumun ahlak kisvesi altında kutsallaştırdığı değerlerin altının boşaldığını görüp “insan olma”ya odaklanması çok daha nitelikli bir yaklaşım olurdu.
Belgeselin belli başlı bölümlerinde kadının/hamile kadının toplumda nasıl davranması gerektiğini niteleyen söylemler yer alıyor. Bu noktada kadını bedeni üzerinden yürütülen politika ve zaman zaman gündeme de gelen “annelik”, “kürtaj” ve “doğum kontrolü” gibi meselelerle ilgili bu söylemlere dair düşünceleriniz neler? Siyaset veya toplum kadın bedeni üzerinde karar sahibi olabilir mi?
Bu sorular üzerine binlerce makale yazılabilir. Çok ikircikli hadiseler var çünkü. Bu topraklarda tecavüzcüsünün çocuğunu doğurmak zorunda bırakılan kadınlar var mesela kürtaj olamadığı için. Ya da doğum kontrolüne karşı oldukları için ölen çocuklar, anneler var hala. Oldukça kişisel olan bir alanın toplumsal ya da siyasi dayatmalarla şekillenebildiği durumlar var her birisi ayrı ayrı yorumlanması gereken. Siyah ya da beyaz diye bir üst perdeden cevaplayamayacağım bu nedenlerle. Hukukta da bu böyledir; kanunun çizdiği çerçeve üzerinden hukukun ilkeleri gözetilerek yapılan yorumla sonuca gidilir. Dolayısıyla her olay kendisine özeldir ve yoruma muhtaçtır. Başkalarının yaşadıklarını bilmeksizin eleştirmek ya da kendi doğrularımızı dayatmak ancak ahkam kesmek olacaktır. Şu kadarını belirtmek isterim ki tabii ki bu tip konuları ele alan erkekler tarafından yönetilen siyasi makamlar olmamalıdır. En azından bu kararların altına atılacak imzanın kadınlarca yürütülen süreçlerin sonucunda, onların yorumlarıyla şekillenebiliyor olması gerekirdi.
Kayda aldığınız hikayenin varoluşunun asıl kaynağı oğlunuz Aren. Belgeselinizi birlikte izlemeyi planladığınız bir zaman var mı?
Hayattaki kavramlarını toplumsal öğretilerden çok sevgi, şefkat ve emek üzerinden olgunlaştırdığı bir yaşta olması gerektiği kanaatindeyim. Bu nedenle de erişkin bir birey olacağı yaşa kadar beklemeyi planlıyorum.
Aren ismi, Farsçada parlak renkteki kum tanesi anlamına geliyor. İsim seçiminde nasıl karar kıldınız?
Kum tanesi bir taraftan çok naif; bize evrende ne kadar küçük ve önemsiz olduğumuzu anımsatıyor. Diğer yandan da bir o kadar eşsiz bana kalırsa. Dünyadaki her insan kendi olarak var olup buraya ancak çölde bir kum tanesi kadar iz bırakmak için geldi belki de. Ben de bu ismi Aren’i taşırken içerisinde olduğum bu duygu durum sonucunda seçtim. Aslında bana kalırsa adını ve beni o seçti.
Özellikle doğum anı ve Aren’i ilk defa gördüğümüz o sahne belgeselde en etkilendiğim kısım oldu. Aren’i kollarınız arasına ilk verdiklerindeki duygularınız neydi? Tarifi mi mümkün mü?
Kendimi tutamayıp birkaç kez tekrar etmişim esasen hislerimi o an cümlelerimle. İlk duygum onun ne kadar küçük olduğu olduydu. Çok kırılgan, çok ufak… Minicik bir hediye gibi. Elleri, ayakları daha karnınızdaki haliyle duruyor. Bu açıdan normal doğum yapabildiğim için de çok mutluyum, bambaşka bir deneyimdi. Ancak tarifi pek mümkün değil korkarım.
Röportajımda cevabını en merak ettiğim soruyu sormak da isterim. “Anne”liği nasıl tanımlarsanız veya tanımlaması tam olarak mümkün bir şey mi annelik?
Annelikle ilgili şahsi fikrim sürekli bir vicdan muhasebesi. Her şeyin en iyisinin olmasını istersiniz ancak hiçbir zaman böyle bir kavramın karşılığı yoktur. Hep onu düşünürsünüz ancak ne olursa olsun çocuğunuzu pamuklar içerisinde yetiştirmenizin yolu yoktur; bu da zaten onun geleceği için en iyisi değildir. Özellikle modern pedagojiyle geldiğimiz noktada sanırım günümüz annelerinin içerisinde olduğu en güçlü duygu yetememezlik hali olabilir. Neyse ki farkındalıkla bu duyguyla da başa çıkmaya çalışıyoruz.
Aynı zamanda bir yapımcı olarak ülkemizdeki sinema sektörünün fon ve kaynak bulma noktasındaki durumunu nasıl değerlendirirsiniz? T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, TRT 12 Punto ve film festivallerinin ortak yapım marketlerinin sağladığı fon miktarları tek başına yeterli mi ve değerlendirme süreçleri ne kadar adil?
Hayır asla yeterli değil. Ekonominin geldiği noktada zaten ortak yapım da neredeyse hayal oldu. Bizim 10 lira koyduğumuz bir ortaklıkta Avrupa’dan bir fondan çıkan 3 lira birden o parayı getiren tarafı ana yapımcı haline getireceği için kağıt üzerinde kalıyor ortaklıklar. Bizim artık Euro karşılığında, ülkemizden aldığımız fonları açıklayabilmemizin pek bir olanağı maalesef ki yok.
Süreçlerse hiç adil değil. Seçici kurullarda dostlar alışverişte görsün şeklinde adil birkaç seçicinin bulundurulduğu doğrudur. Ancak şu anda ülkemizi büyük festivallerde temsil eden çok başarılı yönetmenlere verilen desteklerin dahi geri çekilebildiği zamanlardayız. Maalesef bakanlık mevzuatta gri alanlar bırakıp daha sonra keyfiyeti dahilinde bu gri alanları kendi lehine yorumlamakta çok başarılı. Bugün günü kurtarmak ve de yönetimlere yaranmak için atılan adımlar ülkemizin sineması, prestiji açısından oldukça yaralayıcı bir tablo ortaya çıkarıyor.
Ülkemizdeki film festivallerinin uzun metraj, kısa metraj ve belgesel sinemaya dair yaklaşımını nasıl değerlendirirsiniz? Birçok festival özellikle son yıllarda yarışma kategorisine kısa ve belgesel kategorilerini de eklemeye başladı.
Belgesel sinemanın konuşan kafalardan ibaret olmadığını anlamak izleyiciye de seçicilere de bu alana sahip çıkma imkanı tanıdı. Çünkü artık daha yenilikçi dilde içerikler tüketmeye ihtiyacımız var. Hele ki sosyal medyanın, dijital platformların bu kadar farklı içerikler, hızlı tüketim seçenekleri sunduğu günümüzde ulaşılabilir olmak, farklı olmak ve de anlatacağınızı anlatının gerektirdiği süreler dahilinde izleyiciye aktarmak oldukça önem kazanmış durumda.
Hem kısa filmler hem de belgeseller bu ihtiyaçlara çok daha iyi karşılık veren içeriklere imkan tanıyan formatlar bana kalırsa.
Özgürlüklere, sanata ve sanatçılara karşı her geçen gün daha da artan kısıtlamalar, Türkiye’deki kültür sanat ve özellikle sinemadaki üretimi nasıl etkiliyor?
Üretimi ya da sanatı engelleyemezsiniz; ancak görmezden gelebilirsiniz, sırtınızı dönebilirsiniz. Şu andaki yönetim de bunu yapıyor. Çünkü sanatı kendi istediği alanlarda, basmakalıp düşüncelere hizmet etmediği sürece tehlikeli buluyor. Ancak sırtını dönmek yerine el ele gitmeyi deneyebilecek bir yapı söz konusu olsaydı bu bizi ülke olarak da bambaşka bir yere taşıyabilirdi elbet.
Önümüzdeki süreç için hedefleriniz ve yeni projeleriniz neler? Kariyerinize belgesel türünden mi devam edeceksiniz yoksa kısa veya uzun metraj proje fikirleri de var mı?
Belgesel türünde çalışmalarıma kesinlikle devam edeceğim. Belirttiğim gibi bunlar karakter odaklı hikayeler olacaktır ağırlıkla. Özellikle kadın ve de çocuk hikayeleri. Diğer yandansa ilk uzun metrajımın çalışmalarına başladım. Şimdiden uluslararası platformların ilgisini çeken bu çalışmamız da bir bekar kadın hikayesi olacak. Psikolojik gerilim türündeki bu filmin çok ses getireceğinden eminim.
Kapak Fotoğrafı: Bekleyiş
İlginizi çekebilir: Ali Kavas’tan Yönetmen Can Merdan Doğan ile: “Stiletto” Üzerine
İlk yorumu siz yazın!