“Golden Hours” Üzerine: Bırak Saçların Tuzlu Kalsın
Bazı yazıların başlığı çok zor seçilirken bazen de başlık ilk önce dökülüyor bembeyaz sayfaya. Bu yazı çok alışık olmadığım biçimde ikinci kategoriye dahil oldu. SABO’nun “Golden Hours” sergisinin ilk gezdiğim andan beri üzerimde bıraktığı deniz tuzu, güneş kremi kokusu, üşümek ile üşümemek arasındaki tatlı meltem hissiyatının bunda etkisi büyük olsa gerek.
SABO’nun, Elâ Atakan küratörlüğünde Versus Art Project’te ziyarete açılan “Golden Hours” adlı kişisel sergisi, kışın gelmek bilmediği bir mevsimde çocukluğumuzun tatillerini hatırlattı. Hani şu tüm yaza yayılan, ulaşılabilir olan, bir statü sembolünden uzak “ah o eski tatil”ler… Serginin bir nostalji kaygısı olmasa da yazın uyandırdığı umut, iyilik dolu ve sıcak hissiyat ister istemez ziyaretçiyi geçmişine götürüyor, sanatçının çizgilerinde kendi anılarının izini sürdürtüyor.
SABO’nun galeri ile kurduğu güçlü diyalog mekândaki üçüncü kişisel sergisindeki cesur adımların önemli bir sebebi. “Paracetamol” ve “Time Machine”in ardından farklı bir tarzla izleyiciyi karşılayan sanatçı, kırmızı ve prusya mavisinin ardından son sergisinde fırça darbelerini sıcak turuncu ve sarılara evriltiyor.
Gün doğumundan kısa bir süre sonra veya gün batımından kısa bir süre önceki o yakalamanın büyük keyif verdiği zaman dilimi sergiye de adını veriyor. Güneşin varlığıyla büyülediği ama bunaltmadığı, havanın aydınlık olduğu ama ışığın göz yormadığı ne üşünülen ne sıcaklanan o aradaki his. Arada olma, anda kalma, dinginlik, sakinlik ve huzur sergideki çalışmaları tanımlayan doğru kelimelerden belki de.
“Golden Hours”un arka planında alıştığımızdan daha yoğun bir küratör-sanatçı çalışma dinamiği olduğunu söylemek lazım. Haftalık buluşmalar, derin konuşmalar, çalışmayı ekip işine dönüştüren, “demlenmiş” bir sergiyle karşılaşmamızın en önemli sebeplerinden. Sergi duvarlarına izleri bırakılan cümleler ile eserlerin diyaloğu ve Elâ’nın SABO’ya yazdığı mektup ikilinin görsel ve metinsel güçlerini birleştirdiklerinin önemli birer örneği.
“‘Göz ruha, ruh olmayanı, şeylerin mutlu alanını, ve onların tanrısı güneşi açma mucizesini gerçekleştirmektedir. […] Görüşün bize öğrettiğini kelimesi kelimesine anlamak gerekir: Onun aracılığıyla güneşe, yıldızlara dokunmaktayızdır, aynı zamanda her yerdeyizdir, yakın şeylere olduğu kadar uzaklara da yakın, ve kendimizi başka yerde hayal etme gücümüz bile’ vardır… Kendini mutluluk anlarında hayal ettiği bu sergide, SABO, Maurice Merleau-Ponty’nin anlattığı bu içgörü yolculuğunu gerçekleştirir. Bu serginin aracılığıyla da, bizi geçmişin altın çağının gölgesinde bir hafiflik hayaline, iyileşmeye, ışığının taşıdığı umutla çağırır.” Elâ Atakan’ın sergi metninden alıntı.
Sergi üzerine düşünür dururken Charlotte Wells’in son zamanlarda epeyce konuşulan filmi “Aftersun”ı izlemek zihnimde istemsiz köprüler kurmama sebep oluyor. 90’lar, çocukluğum, zamanın yavaş aktığı, bazen yapacak bir şey bulamamaktan sıkılınan keyifle hatırlanan yazlar. SABO’nun gerçeklik ile kurguyu harmanladığı kendine has zaman dilimi zihnimde, filmle ve kendi anılarımla karışıyor.
Serginin üzerinde konuşmamız gereken bir diğer tarafıysa eserler arasında dikkat çeken, su damlacıklarını andıran soyut alanlar, sanatçının deyimiyle “ışık sızıntıları”. SABO’ya göre bu zerreler “onun kurguladığı kendisinin içerisinde yer almadığı altın anlara sızdığı kapılar”. Bu kapılar izleyici için de başka boyutlara aralanıyor. Sergiyi 28 Ocak’a dek ziyaret edebilirsiniz!
Deniz saçlarına çok yakışıyor, bırak tuzlu kalsın.
Kapak Fotoğrafı: Örsan Karakuş
İlginizi çekebilir: Burcu Dimili’den Decollage Art Space’te Promesse
İlk yorumu siz yazın!