The Whale: Tüm Damarlara Basan Bir Dram
Aronofsky’nin büyük bir yönetmen olduğunu düşünüyorum, hiç sevmediğim filmleri de çok bayıldığım filmleri de mevcut fakat her zaman adından söz ettirmeyi başarabiliyor olması kendisinin sinemasını oldukça ilgi çekici kılıyor. Aşırı kilolu, kıpırdamaya mecali olmayan, eşinden ayrılmış, kızıyla arası bozuk, asosyal, online olarak ders veren fakat kamerasını açmaya dahi cesareti olmayan bitik bir adamın hikayesini izliyoruz bu filmde. Böyle bir karakteri Aronofsky’nin resmedeceğini ilk duyduğumda izlediğimden daha farklı bir anlatı hayal etmiştim. Zira Aronofsky kendisinin arka planda olduğu hikayeler izletmeyi sevmiyor, “BEN BURADAYIM” demek istiyor. Fakat “The Whale” bu anlamda kendisinin filmografisindeki en farklı filmlerden biri. Atmosferi yaratmış ve Brendon Fraser’a bırakmış. Fraser da filmi sırtlamış götürmüş. İzlemek isteyenler vizyondayken şans verebilir.
Perdeye/ekrana bakmakta zorlanacağımız anların olduğunu bilerek izledim filmi tabii ki de. Hareket kabiliyeti sınırlı bir adamın muhteşem hayatını izlemeyeceğimizin farkındayız elbet. Bu noktada filmin ne derece duygu sömürüsüne gireceğini çok merak ediyordum, bu konuda çok net konuşmanın mümkün olduğunu düşünmüyorum… Çok ince bir çizgide akıyor. Çaresizlik hissiyatını bir an olsun savuşturamıyorsun, “Yahu bu kadar da değil” diyorsun ama sonra düşününce içinden “Aslında evet bu kadar” diyerek kendi içindeki o çatışmayı söndürüyorsun. Bir şey dahi yolunda gitmez mi sorusunun cevabı çok net bu filmde. Bir adım geri atıp bakınca abartılı olduğunu düşündüğüm bir an bile yok, o ince çizgide dans edilmiş ve çizginin sıkıntılı tarafına pek düşülmemiş, tabi bu benim şahsi fikrim.
Editör Notu: Yazının devamı spoiler içermektedir. Dilerseniz filmi izledikten sonra geri dönüp okuyabilirsiniz.
Bu adamın bitikliğine her şahit olduğumuz anda gözlerimizi kaçırasımız geliyor. Fakat yönetmen elleriyle suratımızdan tutuyor ve zorla gözlerinin içine baktırıyor… Her şey sürprizsiz ve olağan. Yani adamın dertlerini listelediğimizde sırf gay olduğu için yaşadığı toplumsal/ailesel problemlere sıra gelmiyor. Üst sıralar o kadar kalabalık ki, adamın daha henüz farkında olmadığı sıkıntıları dahi var. Bu noktada kendisini yokuş aşağı şekilde ölüme teslim etmiş olmasının çok da mantıksız gelmediğini söylemek zorundayım. Eziyetin bitmesini isteyen bu adamın tek dileği kızıyla görece normal bir iletişim kurabilmek, ona bir şeyler bırakabilmek. Gelgelelim kız aynı fikirde değil, bambaşka bir frekanstan geliyor ama kızın yaşadıklarını gözden geçirdiğimiz de yine her şey normalleşiyor. Bu normalleşmeden kastım tabii ki subjektif bir açıdan, bu hikayedeki normal herkesin normali değil. Bu dayatılmaya çalışılmıyor veya sempatik gösterilmeye de çalışılmıyor. Salt bir gerçek ve aralıksız şekilde suratımıza çarpılıyor.
Charlie’nin eski eşiyle yaşadığı o duygusal anlar, kadının ona sarıldığı fakat kendisinin ne reaksiyon vereceğini kestiremediği o an özellikle. Empati duygusu o kadar yoğun yaşanıyor ki, Charlie’nin kaybetmiş olduğu partnerinin acısının gözüne inmiş bir perdeden farksız olduğunu anlıyoruz. Geçmişte mutluluğu için attığı hem bencilce hem cesurca olarak nitelendirilebilecek bir karar, Charlie’nin son nefesini verdiği ana kadar yakasını bırakmıyor. Öğrencilerine ‘dürüstçe’ davranmaya karar verdiği zaman öğrencilerinin suratlarının aldığı o şekil ise acaba yönetmen bizi daha fazla hırpalamak için mi bu çileyi çektiriyor yoksa biz hakikaten de bu kadar çirkinleşebilecek varlıklar mıyız diye düşündürüyor.
Sinema dünyasına ve filmlere dair paylaşımlarıma Instagram üzerindeki film blogumdan (@atıptutuyorum) ulaşabilirsiniz.
Kapak Fotoğrafı: the Whale
İlginizi çekebilir: Eralp Alper’den Aftersun
İlk yorumu siz yazın!