Salieri Kompleksi: Amadeus Tiyatrosu Felsefesine Dair
Uzun zamandır beklediğim, Zorlu PSM’de seyirciyle buluşan Amaedus tiyatrosunu geçtiğimiz Aralık ayında izleme şansım oldu. Selçuk Yöntem, Tansu Biçer ve Dilan Çiçek Deniz’in başrollerinde yer aldığı yapım önceki dönemlerde olduğu gibi sezon boyunca da tiyatroseverlerin gözbebeği! Oyun, Mozart’ın hayatı ve rakibi Salieri ile mücadelesini son derece heyecanlı bir şekilde ele alırken Mozart’ın parçalarıyla bizleri yer yer bulutların üzerine çıkarıyor. Başarısı aşikar olan bu yapımı deneyimlemenizi şiddetle tavsiye ediyor ve oyunun bende iz bırakan kısmına geçmek istiyorum: Salieri Kompleksi!
Ailemiz, memleketimiz, cinsiyetimiz kadar hiç birimiz en başta doğmayı da seçmedik. Sanıyorum ki biz düşünen insanların hayatlarının bir sayfasında muhakkak benliğini keşfetmek veyahut yeniden bulmak için varoluşsal sancılar içinde kendini kaybettiği bir dönem olmuştur. Tam bu noktada eğer birinin bunu duymaya ihtiyacı var ise bahsetmek istediğim bir konu var; Salieri Kompleksi.
Adını ilk defa duymuş olabilirsiniz ama merak etmeyin, bu insanları belki de her gün kimimiz iş yerimizde, kimimiz arkadaş çevremizde görüyor ve maruz kalıyoruz fakat, kanımca oyunun bize anlatmak istediği çok daha derin bir konu var; bize verilen zamanla ne yapacağımız, bunu nasıl geçireceğimiz.
Oyuna Dair
1979 yılında, oyun yazarı Peter Shaffer tarafından Amadeus adında, gerçeklerden esinlenerek kurgu bir tragedya yazılır. 18. yüzyılın görkemli saray hayatıyla dillere destan Viyana’sında geçen bu olay örgüsü sarayın orkestra şefi Antonio Salieri ve genç ama bir o kadar da yetenekli müzisyen Wolfgang Amadeus Mozart arasındaki rekabeti konu ediniyor.
Hikayeye göre; Salieri tüm hayatını Tanrı’ya ve müziğe adamış olmasına rağmen genç Mozart’ın çocuksu tavırları, düşünmeden anı yaşaması ve parmak oynatır gibi zahmetsizce eserler çıkarmasıyla onu ikiye katlayan yeteneği karşısında karşı konulamaz bir kıskançlığa ve nefrete kapılıyor. Salieri bu kadar emek verirken Mozart’ın doğuştan sahip olduğu yeteneğini kabullenemiyor, bu his günden güne içinde büyüyor ve zaman zaman Mozart’ın yoluna taş bile koyuyor! İşte bu kıskançlık durumuna Salieri Kompleksi adı veriliyor.
“Tanrım; madem bana Mozart’ın yeteneğini vermedin; bari onu anlayacak zekâyı da vermeseydin.”
Halbuki Salieri de dış kapının dış mandalı değil öyle değil mi? Zeki, başarılı, öğretmen ve saray orkestra şefi. Yine de sahip olduklarıyla ve yetenekleriyle içindeki bahçesini güzelleştirip meşgul olmaktansa kendinde olmayanı görüyor. Başka bir deyişle komşunun tarlasını her zaman daha yeşil görüyor. Bu oyunun bize gösterdiği küçük çıkarımlardan sadece biri tabii. Tanıdık geldi mi? En sonunda ise bir takım dedikodulara göre Mozart’ı zehirleyerek ölümüne sebep oluyor. Aslında tiyatronun konusu basit bir kıskançlıktan ibaret değil, bundan çok daha fazlası.
Mozart ve Salieri: İkiliye Farklı Bir Bakış
Yazarın Salieri karakterini yaratarak vurguladığı noktalardan biri, yasakların insanların ölüme bir anlam kazandırmak istemeleri sonucu ortaya çıkmış olmaları. Çünkü anlam evrendeki çoğu şeyi daha katlanılabilir kılarken, ölüm gibi evrensel bir konu da elbette bundan nasibini alacak. Oyunda, bu yasakların insanı kendinden yabancılaştırdığı, ve yaşama bir anlam kazandıracağına insanı daha da hayattan uzaklaştırdığı vurgulanıyor.
Bu olumsuz tutumu oyunda Salieri adlı karakter sergiliyor; örneğin, kendinde hiç cinsel istek uyandırmayacak, özelliksiz bir kadınla evlenir. İyi bir katolik olarak tüm dünyevi zevklerden arınmıştır ve seyirciye tek zayıflığının tatlılara duyduğu düşkünlük olduğunu söyler. Böylece, oyun boyunca Salieri isteklerini devamlı bastıran bir karakter olarak gösterilir ona bütünüyle karşıt bir davranış sergileyen karakter ise Mozart’tır. Bu karakterin tamamen özgür olduğu ortaya çıkar. Örneğin, Mozart ilerisi için yaşamaz, tam tersine bir dakika sonrası yokmuşçasına düşünmeden konuşur, her zaman sadece yaşadığı anı değerlendirir. Bunun yanında, sadece kendi eşiyle bedensel bir yakınlık yaşamaz, müzik dersi verdiği bir çok genç kızı baştan çıkarır. Ayrıca yemeye, içmeye ve eğlenmeye düşkündür. Yani Salieri’nin yasak olarak algıladığı her şeyi yapar.
Oyunun devamında yasaklara karşı çıkan Mozart’ın düşüşünü ve ölümünü izler ve oyunun sonunda Salieri’nin içinde bastırdığı ölüm korkusuyla yüzleşerek yabancılaşmış olduğunu görürüz. Sanatçı ölüm korkusunu o denli derin yaşamaktadır ki sırf hatırlanabilmek adına odasına çekilip intihar etmeden önce Mozart’ı zehirleyerek öldürdüğünü haykırarak itiraf eder. Aciz bir biçimde Mozart’ın ününü kullanarak iyi yada kötü hatırlanmak ister. Tam tersi Mozart’ın ölümü ise seyircide o kadar da kötü bir etki bırakmaz. Çünkü hayattayken bile yaşayan bir ölü gibi olan Salieri’nin yanında Mozart’ın ölümü onu kısa hayatını dolu dolu yaşamış bir insan olarak gösterir. Hiç yaşamamış biriyle karşılaştırınca kısa ama dolu dolu bir yaşam daha iyi gelir bizlere. Böylece Mozart’ın ölümü hayatın anlamsızlığını simgelemez.
İşte bu noktada biz seyirci, olayları baştan beri anlatıcı Salieri gözünden görür ve bir bakıma onunla empati bile yaparız. Çünkü oyuncu sahnede bizim içimizdeki Salieri’ye ışık tutar.
Aslında Salieri’nin hayata karşı bu tutumunun sebebi bir bakıma hayatın amacı ve anlamına bir cevap bulamaması sonucu insanların kendi yarattığı kurallara ve değerlere bağlı yaşayıp, öldükten sonra ödüllendireceğini beklemesidir. Fakat insanın kendini hayat gibi özel ve güzel bir armağandan böyle uzaklaştırması, ona duyduğu özlemin en büyük göstergesi değil midir? Benden bu kadar, bundan sonrasında hangi seçimi yapacağınız size kalmış. Yaşamdan mı, yoksa ölümden korkmak mı?
Kapak Fotoğrafı: Instagram
İlk yorumu siz yazın!