İlk yorumu siz yazın!
theMagger’da Yazmak Üzerine: 100. Yazımdan İlhamla
2015’den 2023’e sekiz yılda 101 yazı yayınlamışım. Yıl başına yaklaşık 13 yazı eder ki bu da ayda en az bir yazı yayınladığımı gösterir. İş yaşamımım yoğunluğu; özellikle de yönetici pozisyonlarına geldikten sonraki seyahat takvimim ve yaşadığım stres düşünüldüğünde yine de verimli bir dönem geçirdiğimi düşünüyorum. Öte yandan yazı yazma oranımın özellikle evde olduğum Covid-19 kapanmasında ve yurt dışına taşındıktan sonraki dönemde artması yoğun çalıştığım dönemde yazma oranımın 2-3 ayda bire kadar indiğini gösteriyor. Tabii theMagger’a yazmaya başladıktan sonra, onun için çok uygun olmayacağını düşündüğüm daha akademik veya tematik yazılarımı da başka platformlarla paylaştım ve yazılarım oralarda da düzenli olarak yayınlanmaya başladı. Klişe magazin gazetecisi tabiriyle “dile kolay tam 100 yazı” olmuş theMagger’daki maceram.
Yaşamımı yazarak ve kültür-sanat üzerine çalışarak kazanmaya karar verdiğimde 12 yaşındaydım. Deli gibi okuyup deli gibi yazıyordum ama okudukça yazdıklarımın bir şeye benzemediğini düşünüp karamsarlığa kapılıyordum. Bugün bile o günlerin travması yüzünden kurmaca yapıtlarımı yayınlayamıyorum. Durmadan değiştirip düzeltiyorum ve yayınlanması için gönderecek cesareti bir türlü bulamıyorum. Geçen aylarda tüm cesaretimi toplayıp bir şiir gönderdim ve yayınlanmadı. Yıllar önce bir jöle reklamı “sevgilim yok ama umudum var” diyordu. Benim de hala bir umudum var da umutla cesaret bir araya gelmeli. Yazmak, hele de kurmaca yazmak ortalıkta soyunmak gibi. Bir sürü toplumsal ön kabulü ön yargıyı ve belki de en önemlisi, kişisel travmalarınızı aşmanız gerekiyor.
Konuya dönersek, benim bu yaz-yırt-yak sürecim 18 yaşına kadar devam etti. Çok iyi bir öğrenciydim. Bu benim kuşağım için belli üniversiteler ve belli bölümler demekti. Hele de ÖSS’de Türkiye derecesi yapınca ister istemez sınav, üniversite, meslek tercihleri arasına sıkışan kaotik yaşamıma hem gelecek kaygısı hem de bazı kişisel mevzuların tetiklediği ama orada kalmayıp derin, neredeyse Kiergekaardcı bir varoluşsal boyuta evrilen saçma sapan derin bir depresyon da eklenince yazı hepten arka planda kaldı. Liseyi bitirdiğim sene lise yıllığım ile birlikte yazdığım ve arta kalmış ne varsa hepsini yaktım, küllerini havaya attım ve yazı faslını kapadım. Lise bittikten sonra eğitim için İngiltere’ye gittiğimde Londra ve İngiliz tarihine bol göndermeli hikaye ve şiir denemeleri yaptım ama Türkiye’ye döndükten sonra onları da yırtıp attım.
Dersler kapsamında akademik okuma ve yazmalı, derslerden kalan zamanlarda da bol bol siyaset bilimi, sosyoloji, antropoloji ve satanın farklı alanlarına dair kültürel çalışmalara yönelik okumalarla yoğun bir üniversite dönemi geçti. Üzerine bir de yüksek lisansa başlayıp doktora hazırlıkları da hızlanınca ağırlığımı akademik yazım ve okumaya verdim. Yüksek lisans bitmek üzereyken aldığım yarı zamanlı iş teklifiyle de rapor, basın bülteni, proje vb. yazmaya başlayınca bu kez da profesyonel olarak ama daha çok AB-Türkiye ilişkileri, ulusal ve uluslararası politika konuları üzerine yazmaya başladım.
Yoğun bir yurtdışı eğim döneminde olduğum 1999-2001 döneminde akademik ve profesyonel konular dışında başka bir şeyle ilgilenmeye zamanım olmadı. Örneğin bu dönemde herhangi bir roman veya şiir okuması yapıp yapmadığımı anımsamıyorum. Öte yandan o dönemin sonunda yazı hayatım için umutlanabileceğim önemli bir gelişme oldu. 2001’de aldığım bir burs nedeniyle bulunduğum ABD’den Türkiye’ye döndükten birkaç ay sonra bir arkadaşımın aracılığıyla bir teklif aldım. Bugün hala yayın hayatına, eski etkisiyle ve güçlü kitaplarla olmasa bile devam eden bir yayınevi hem gençleri yazarlığa kazandırmak hem de o döneme kadar olmamış bir şeyi, bir online dergiyi hayata geçirmek amacıyla bir platform kuruyordu. Çok yakın bir arkadaşım da bu oluşuma destek verirken benim de adımı önermiş. Yazıp yazamayacağımı sorduklarında düşünmeden kabul ettim. İlk yazım tam da 11 Eylül sonrasında New Yok için yazdığım bir yazıydı: Şehirler ve Filmler: New York’a Sinemasal Bir Ağıt. O yazı çok sevildi ve okundu. Platform ortadan kaybolduğu için yazı maalesef kayıp. Yıllar sonra yazıyı bir yerlerde bulabilir miyim diye yaptığım bir araştırmada bir süre ders de verdiğim Dokuz Eylül Üniversitesi’nde Sinema-TV Anasanat Dalı’nda İstanbul üzerine sinema ve kent arasındaki ilişkiye dair yaptığı bir yüksek lisans tezinde genç bir kardeşimin yazıma çok fazla referans verildiği görünce çok mutlu oldum.
O platformda yine o dönemde kendi çapında çok ses getiren ve dönemin bazı önemli haftalık dergilerine de konu olan Bunlar Kötü Zamanlar: 80ler’in Kültürel ve Toplumsal Mantığı yazım yayınlandı. theMagger’da yazdığım 80’lere Geri Dönüş: Sosyo-Kültürel Bir İnceleme o yazının daha kısa bir versiyonu niteliğini de taşır. O maceram dört yazı sürdü. O yazıların hepsi okundu, tartışıldı, belirli bir düzeyin üzerinde ilgi gördü. Amiyane tabirle sağlam gaza gelmiştim ve tam kurmaca alana da ilerliyordum ki platform yayın hayatına son verdi. O dönem için çok inovatif bir işti ama para getirmiyordu ve yayınevi daha fazla finansal olarak o yükün atlına girmek istemedi haklı olarak. Yine bir küskünlük, hayal kırıklığı.
Yaklaşık üç sene sonra yolum bu kez bir arkadaşımın önerisiyle Türkiye’nin en büyük bankalarından birinin ‘gençlik bankacılığı’ kapsamında gençlere yönelik olarak hayata geçirmeyi planladığı bir online gençlik dergisi projesi ile kesişti. Projeyi yürüten ajans ile yaptığım görüşme o kadar olumlu geçti ki bana görüşme sonunda onlarla profesyonel olarak çalışmak isteyip istemeyeceğimi sordular. O dönem için çok iyi para kazandığım; daha da ötesinde yaşıma göre çok önemli kişilerle temas edebildiğim ve bilgimi/eğitimimi sonuna kadar kullanabildiğim bir işim vardı ve teklifi kabul etmem olanaksızdı. O iş birliği de iki yazı sonunda derginin yeterli ilgiyi görmemesi üzerine sona erdi. theMagger’da yayınladığım Gençlik Filmleri Dosyası orada yayınladığım yazının yenilenmiş bir versiyonudur.
O maceradan sonra gelen yaklaşık 10 yıl bir suskunluk dönemi. Çok çok kısa dönem askerliğim sırasında Kundera’nın Şaka romanının kahramanı Ludvik gibi tek başıma kalıp düşünmeye; çarşı iznine çıktığımda bir internet kafe bulup okumaya ve yazmaya çalışıp, bulunduğum ortama adapte olmamazlığımı ve uyum sağlamamazlığımı beslemeye gayret ettim. Hafızam kısa süre süren askerliğim ki bir aydan fazla yaşadığım askeri hastana deneyimi de dahil yaşamın içinde adeta gerçek değil de bir hayal gibi konumladığından o dönemde yazdıklarım da hem hafızamdan hem de sayfalardan silindi gitti. Bugün o dönemde ne yazdığıma dair hiçbir şey hatırlamıyorum.
Bu suslunluk döneminde aslında kalemim durmadı. Bu dönemde işim gereği politik ve toplumsal konularda çalıştığım kurum veya şahsım adına farklı gazete ve dergilerde tematik/yarı-akademik yazılar yayınladım. Yeniden profesyonel yaşamım dışında bir yazımın yayınlanması için 29/04/2015’e kadar beklemem gerekti.
Yazı yazmaya yeniden başlamamın en büyük nedeni itiraf edeyim tek bir kişinin, en yakın dostlarımdan biri olan Yiğit Dağhan Gökdel’in beni cesaretlendirmesidir. Onunla yaptığımız sohbetlerde niçin yeniden yazmaya başlamadığımı sorduğunda ya işlerimin yoğunluğu ya da yazacak bir platform olmadığı bahanesine sığınıyordum ki aslında bunlar belirli bir gerçeklik içeren nedenlerdi. Sonunda Dağhan beni ikna etti ve bir gün ekranın başına geçip yazıp yazamayacağım online platformlara bakmaya başladım. Tesadüfen, bir şekilde theMagger karşıma çıktı. Yazı gönderme ve editöre sürecinin kolaylığının da sayesinde taslağını bitirdiğim Pessoa’nın İzinde: Lizbon’a Kişisel Bir Yolculuk yazımı o zamanlar editör olan Emre Eminoğlu’na gönderdim. Emre’den çok kısa bir sürede yazımı yayınlayacaklarını belirten bir cevap geldi ve böylelikle nasıl geçtiğini anlamadığım sekiz yıllık bir macera başlamış oldu.
2015’den 2023’e sekiz yılda 101 yazı yayınlamışım. Yıl başına yaklaşık 13 yazı eder ki bu da ayda en az bir yazı yayınladığımı gösterir. İş yaşamımım yoğunluğu; özellikle de yönetici pozisyonlarına geldikten sonraki seyahat takvimim ve yaşadığım stres düşünüldüğünde yine de verimli bir dönem geçirdiğimi düşünüyorum. Öte yandan yazı yazma oranımın özellikle evde olduğum Covid-19 kapanmasında ve yurtdışına taşındıktan sonraki dönemde artması yoğun çalıştığım dönemde yazma oranımın 2-3 ayda bire kadar indiğini gösteriyor. Tabii theMagger’a yazmaya başladıktan sonra, onun için çok uygun olmayacağını düşündüğüm daha akademik veya tematik yazılarımı da başka platformlarla paylaştım ve yazılarım oralarda da düzenli olarak yayınlanmaya başladı. Çok isteyerek yazdığım bir edebiyat platformu maalesef ben iki yazı yayınladıktan sonra yayın hayatına son verdi. Geçmişteki benzer bir durum ile yeniden karşılaştım.
theMagger’daki yazılarıma genel olarak baktığımda ilginç bir tablo ile karşılaştığımı belirtmek isterim: En çok okunan yazımın ‘Sona Ermesinin 100. Yılında: 1. Dünya Savaşı Filmleri’ olması beni açıkçası çok şaşırtıyor. En çok okunan ikinci yazımın da ‘Gastronomiye Adanmış Bir Yaşam ve Bir Şehir: Paul Bocuse ve Lyon’ olması ilk bakışta beni şaşırttıysa da sonrasında o yazıda şehirler hakkında yazdığım yazılarda yapmadığım bir şeyi yaptığımı fark ettim: Kendim için her seyahate çıkmadan önce çok bildiğim şehirler hariç, gidecek şehir için hazırladığım detaylı restoran ve menü/fiyat listesini yazıyla birlikte paylaşmışım. Yazı bir tür özet gurme rehberi olmuş Lyon için. Üçüncü sırada ise İsveç Indie Müzik grupları üzerine yazım var en çok okunanlar listemde. Açıkçası burada haddim olmayarak theMagger’ın pop müzik üstadı Gürkan Sonat’ın alanına girmişim. En çok okunan ilk 10 yazım arasında örneğin dolma kalem kalem koleksiyonculuğum üstüne yazdığım yazı da var ki yine bir sürprizdir benim için.
Çok okunacağını düşündüğüm bazı yazılarım da beklentilerimin altında kalmış. Örneğin theMagger için yazdığım en kapsamlı ve vaktimi en çok alan yazı olan 80’lerin En İyi 25 Albümü: Dekadansın En iyi 10 Yılı yazım. Bu yazı okunma oranının görece yüksekliğiyle beni şaşırtan yazılardan biri olan İhsan Özgen’den Kalan: Bir Hoş Seda Bu Kubbede’nin ciddi şekilde altında kalmış. Bu da benim için büyük bir sürprizdir. Bu durumu açıklamak için aklıma iki neden geliyor: Yazı, theMagger genel okuyucu kitlesi için uzak bir dönemi 80’leri konu ediyor; dolayısıyla da yazının içeriği demografik olarak doğru hedef kitleye ulaşmadı. theMagger okuyucusu müziği seven ve okuyan bir kitle; sırf o açıdan bile ilgi duyulabilirdi diye düşünülebilir ama yazı theMagger ortalaması için çok yüksek bir süreyi 25 dk’lık bir okumayı gerektiriyordu ki sadece theMagger için herhangi bir online platform için bile çok uzun itiraf etmem gerekirse. Yine de o yazı bir şekilde hedef kitlesine ulaşmıştır. Hem platformda olumlu yorumlar aldı hem de yazımın bir şekilde ulaştığı kitle içinden benimle doğrudan iletişime geçenler oldu. Örneğin bir ajans 80’lerin isim yapmış bazı rock gruplarının eski üyelerinin birleşip kurduğu bir grubunun dünya turnesinin Türkiye ayağı için benimle çalışmak istedi. O yazı ile aynı zamanda kendi kişisel tarihime de bir not düşmüş oldum. Bu açıdan, eskilerin tabiriyle bahtiyarım.
Yine diğer yazılarıma göre daha fazla emek harcadığım oldukça kapsamlı olan İz Bırakan 25 Şair: Haşim’den Batur’a ve İz Bırakan 25 Türk Romanı: Aylak Adam’dan Beyaz Kale’ye yazılarım da beklentilerimin çok altında okundular ve beğeni aldılar. Mesela Kasım ayı üzerine yazdığım Kasım Ayına Övgü: Kasımda Yaşamı Zenginleştirecek 5 Öneri yazının çok daha fazla okunması ki hatta en çok okunan ilk 10 arasındadır, aslında theMagger okuyucunun tercihlerini de ortaya koyması açısından ilginç bir gösterge. Buradan da şu soru sorulabilir: Yazarken, gerek konu seçimi gerekse de üslup bağlamında okuyucuyu ne oranda dikkate alıyorsun? Ukala olmaya gerek yok. Elbette bir platformda yazıyorsanız onun okuyucu profilini belirli oranda dikkate almalısınız. Bu, her şeyden önce okuyucuya ve platformun editörlerine saygı göstermektedir. Öte yandan yazarın da kendi özgürlüğünü ve üslubunu koruması gerektiğini de açıktır. Dolayısıyla ben yazı yazarken her iki unsuru da dikkate alıyorum. O yüzden de farklı içerik ve üsluptaki yazılarımı diğer uygun olacağını düşündüğüm platformalara da gönderiyorum.
theMagger yazılarına dönersek bir diğer konu da beğenme sayıları… Beğenme sayıları ile okunma arasında benim yazılarım bağlamında doğrusal bir ilişki yok. Platformda beğenme seçeneğinin hayata geçmesinden sonra yayınlanan yazılarıma baktığımda en çok okunan yazılarımın en çok beğeni alanlar arasında olmadığını görüyorum. Aslında itiraf edeyim yazılarımın beğeni sayıları da öyle çok değil. Son dönemde yazdığım ve beğeni sayısı çok yüksek olan deprem yazılarını yeni yayınlandıkları için değerlendirmeye almıyorum, diğer yazılarımda çok beğenilen ama az okunanlar olduğu gibi açıkçası yazıyı yayına gönderdikten sonra çok beğeni alacağını ve okunacağını düşündüğüm ama alamayan yazılar da var. Türkiye’nin Voleybol ile İmtihanı: 2021 Yazı ve Öğrenilenler bunların belki de en iyi örneği. Sıcak gündeme dair bir yazıydı; konuya farklı açılardan yaklaşıyordu ama mesela casus romanları yazarı John Le Carre’nin ölümü üzerine yazdığım yazı ondan daha fazla okundu. Hatta o yazı en çok okunanlar arasında ilk 25 içinde bile yer bulamadı; Bond ve şehirler listeleri yazılarımdan da az beğeni aldı.
Öte yandan theMagger’da az okunan az beğeni alan ama çok beğenildiği için haklarında teşekkür ve tebrik mesajları aldığım yazıların sayısı da kayda değer düzeyde. Bunlara ek olarak theMagger sayesinde benimle düzenli çalışmak isteyen kültür-sanat ajansları oldu. Doktora tezi için yardım isteyenler; başka mecralardaki çalışmaları için bazı yazılarım hakkında röportaj yapanlar hep theMagger sayesinde bana ulaştılar. Tüm bu olanlar da bana theMagger’ın ne kadar geniş ve etkili bir platform olduğunu; bugün geldiği noktada belirli bir kamuoyu yaratma gücüne ulaştığını gösteriyor. Dolayısıyla eskilerin deyimiyle tüm bu ahval ve şerait içinde theMagger hala online benzerleri için en geniş kitleye ulaşılabileceğiniz platform ve dolayısıyla da theMagger’a yazmaya devam edecek olmam sadece duygusal bağlılığa değil pratik ve somut nedenlere de dayalı.
Yazının sonunda, assolistler en son çıkar misali, theMagger ve elbette onu yaratan, var eden ve bugünlerine gelmesinde en büyük pay sahibi olan Lisya ve çalışma arkadaşlarından da bahsetmemiz gerekir. Her şeyin ötesinde Lisya ve arkadaşları bizlere kendimizi ifade edebileceğimiz ve bunu özgürce yapabileceğimiz bir platform sunuyorlar. Bu, hele de Türkiye’nin son 10 yılda yaşadığı değişim söz konusu olduğunda, paha biçilmez bir değere sahip. Bundan dolayı Lisya ve çalışma arkadaşlarına ne kadar teşekkür etsek az.
Son sekiz yılındaki değişimine ve gelişimine şahit olduğum bu platform sürekli daha iyiye gitti. Hem içerik hem de görsel açıdan bugün geldiği nokta itibariyle naçizane ufak da olsa katkıda bulunmaktan ve adımın geçmesinden büyük bir mutluluk ve gurur duyacağım bir düzeye erişti. Yakın zamanda bana biri theMagger’da yazdığımı söylediğimde nasıl yazı yayınlanamaya kabul edildiğimi, çok iyi bir platform olduğunu ifade etmişti.
Benim için yazmayı yeniden değerli ve zevkli bir hale getirdikleri ve şimdiye kadar da ne gönderdiysem harfine dokunmadan (uzun başlıklarım ve amatör düzeydeki çok kötü görsellerim hariç ki bu küçük ama önemli editöryal müdahaleleri çok önemli ve yerinde bulduğumu söylemek isterim) yayınladıkları için şahsım adına başta Lisya olmak üzere güncel ve eski tüm çalışma arkadaşları Emre, İrem, Gizem, Eylül’e ve tabii ki Tuna’ya da bu vesile ile teşekkürlerimi sunmak isterim. Yazıyı yine bir klişeyle bitireyim: Umarım theMagger yaşamına devam eder ve daha nice yazar nice yüz yazıyla okuyucularına ulaşmayı sürdürür.
Kapak Fotoğrafı: Bülent Tunga Yılmaz
İlginizi çekebilir: Bülent Tunga Yılmaz’dan Yazmak ve Kalem Fetişi Üzerine
Çok teşekkür ederim. ilginç bir yolculuk oldu ve pek çok yolculuk gibi hiçbir zaman hedeflenen/nihai varışa ulaşamayan. Churchill'in bir sözüyle bitireyim cevabımı: Başarı son; başarısızlık ölümcül değildir. Önemli olan devam etme cesaretidir.