William Friedkin: Exorcist'in Yönetmeni'ne Son Bakış
William Friedkin’in hikayesi sinema tarihinin en ilginç vakalarından biridir. Ani bir şekilde, arka arkaya iki filmi ile sinema tarihine büyük bir yönetmen olarak geçen ama sonrasında kariyerini bir sürü nedene bağlı olarak geliştiremeyen Friedkin, Roger Ebert’in hakkında dediği gibi “Geçmişte çok iyi filmler yapmıştır ve çok kötü filmler yapmıştır(…)” Adeta pop müzik tarihine yaptıkları tek hit parçayla geçen şarkıcı ve grupları tanımlamak için kullanılan ‘one-hit wonderer’ tabiri Friedkin için ‘two-hit wonderer’ olarak yeniden tanımlanabilir. Keza hiç bir zaman 1971-1973 arasındaki döneme ulaşamamış; sonrasında yaptığı filmler arasında iyi sayılabilecek filmler olsa da sinemada aşağı yukarı aynı dönemde başladığı ve Yeni Hollywood Hareketi’ni yarattığı diğer yönetmenler gibi bir devamlılık sağlayamamıştır. Ryan Gilbert, yönetmenin ölümü üzerine yazdığı yazıda “herseye rağmen onun kariyerini bir yükseliş ve çöküş olarak değerlendirmek yanlış olacaktır” der. Açıkcası bu çok katılmadığım bir yorum.
Exorcist (Şeytan) filminin afişini her gördüğümde şunu düşünürüm: Niçin afişte filmin iyi adamının, şeytan çıkarıcı (exorcist) Rahip Merrin’in siluetini görürüz; hem de ürkütücü biçimde. Afişe bakan ve filmden haberdar olmayan herhangi biri siluetin şeytana ait olduğu düşünür büyük ihtimal. 7 Ağustos 2023’de 87 yaşında hayata gözlerini yuman William Friedkin’in başyapıtları French Connection (1971) ve Exorcist (1973) ile diğer önemli filmleri Sorcerer (1977), Cruising (1980) ve To Live and Die in L.A. (1985) düşünüldüğünde bu afiş aslında şaşırtıcı değil. Genel olarak bakıldığında 70lerle birlikte Amerikan Sineması’nı uzun zaman etkileyen ve Spielberg, Coppola, De Palma, Allen, Cassavetes, Altman, Ashby, Bogdanovich, Forman, Nichols, Roy Hill, Pollack gibi büyük yönetmenleri çıkaran Yeni Hollywood akımının bir gerilim ustası olarak kabul edilebilecek olan Friedkin aynı zamanda bir karakter ustasıdır ve en önemli filmlerindeki baş karakterler, Exorcist’te Rahip Merrin, French Connection’da Jim ‘Popeye’ Doyle, Alain Charnier ve hatta belirli düzeylerde To Live and Die in L.A.’de Richard Chance ve Eric ‘Rick’ Masters sinema tarihinde iz bırakan karakterlerdir.
Friedkin 1903’de Çarlık Rusya’sında meydana gelen Pogrom’dan kaçarak Ukrayna’ndan ABD’ye göç eden bir ailenin çocuğu olarak 1935’de Chicago’da doğar. Hayata dair çok büyük hırsları olmayan ve para kazanma konusunda çok da başarılı olamayan babaları dolayısıyla çocukluğu orta-alt sınıf bir ailede geçer. Sinemalarda gördüğü filmlerle, özellikle de gerilim ustaları Alfred Hitchcock ve Henri-George Clouzot’nun, yönetmenliğe geçiş yapar ve 30 yaşında Hollywood’a giderek bir dizi film çeker ama çok kısa sürede, sadece altı yıl sonra Friedkin başyapıtını, sinema tarihinin en önemli polisiye filmlerinden biri kabul edilen ve en iyi film ile Friedkin’in en iyi yönetmen ödülü de dahil toplam beş Oscar kazanan The French Connection’ı yönetir. Ben filmi ilk defa, sanırım orta okul yıllarında, TRT2’de Oscar Ödülü almış filmlerin gösterildiği bir sinema kuşağında seyretmiştim. Film geç bir vakitte başlamıştı ve itiraf edeyim, ben aksiyonlu bir polisiye beklerken ilk merminin bir saat sonra atıldığı, çoğunlukla izleme/takip ve bol konuşma ile geçen bir filmle karşılaşınca uykum gelmişti ve filmi zor bitirmiştim. Sonra zamanla sinema ile olan ilişkim geliştikçe ve filmi bir kez daha seyrettikçe nasıl bir başyapıt olduğunun farkına vardım. Bugün film benim en sevdiklerim arasında yer alır ve ara ara seyrederim. Film karakterler arasındaki sınıfsal ve coğrafi farklılıkları, ki Oscar kazandığı oyunu ile Gene Hackmen ve Bunuel Filmleri’nin efsanevi oyuncusu Fernando Ray muhteşem oyunculukları ile filmi başka bir seviyeye çıkarılar, ve 70ler’in puslu, suça bulanmış, dekadan ve çürümüş New York’unu müthiş bir atmosfer ve gerilim ile yansıtır.
Friedman hız kesmeden 1973’de diğer bir başyapıtını, sinema tarihinin belki de en önemli korku filmi olan ve türü tamamen değiştiren Exorcist’i çeker. William Peter Blatty’nin aynı adlı romanından uyarladığı film ön planda ruhu Şeytan tarafından ele geçirilen bir kızın içinden şeytanın çıkarılması sürecini anlatır ama arka planda yine 70ler Amerikası’nın parçalanan aile yapısı, inancın sorgulandığı, bilim ile batıl itikat arasındaki gerilimin modern dünyadaki konumu tartışan; 60ların radikalizmi ve 70lerin çürümüşlüğünden ve dekandalığından bıkan Amerikan toplumununun ağır ağır muhafazakarlığa doğru kayma eğilimlerinin Hollywood’daki ilk yansımalarından biri olarak da değerlendirilen sinema tarihinin dönüm noktalarından biri olarak kabul edilir. Dougles Kellner ve Michael Ryan, benim de kültürel çalışmalar ve sinema alanlarına hala başucu kitaplarım arasında yer alan anıtsal çalışmaları, Camera Politika: The Politics and Ideology of Contemporary Hollywood Film başlıklı yapıtlarında Exorcist’i muhafazakarlaşan Hollywood Tür Sineması’nın en tipik örneklerinden biri olarak nitelendirirler. Exorcist en iyi yönetmen ve en iyi film alanları da dahil olmak üzere 10 dalda Oscar Ödülleri’ne aday olur ve iki dalda da ödül heykelciğine uzanmayı başarır.
Exorcist sonrasında Friedkin bir anda hız keser. Adeta tüm yaratıcılığını ve yönetmenlik dehasını iki başyapıt ile tüketmiş gibidir. 1977’de sinemaya adım atmasını sağlayan, esin kaynaklarından, Fransız Sineması’nın gerilim ustası Henri-George Clouzot’nun sinema tarihinin saklı mücevherlerinden biri olan 1953 tarihli Le Salaire de la peur yapıtının yeniden bir uyarlamasını yapar: Sorcerer. Friedkin filmin bir yeniden-çekim olduğunu kabul etmez; ona göre kendisininki Georges Arnaud’un 1950 tarihinde yayınlanan aynı adlı romanının yeni bir uyarlamasıdır. Film gösterime girdiğinde gişede büyük bir başarısızlık yaşar. Friedkin’in de kendisi dahil olmak üzere bazı eleştirmenler bu başarısızlığın arkasında filim Star Wars ile aynı hafta gösterime sokulması olduğunu söyleseler de filmin yeniden değerlendirilip Friedkin Sineması’nda üst sıralar yükseltilmesi 2010’lu yılları bulur.
Friedkin’in yeniden gündeme gelmek ve Exorcist kadar olmasa da ses getiren, kamuoyunda tartışılan bir film çekmek için sadece üç yıl beklemesi gerekir. 1980’de başrolünde Al Pacino’nun oynadığı Cruising gelir. Film, gay erkekleri hedef alan bir seri katilin peşine düşen ve katili yakalamak için gizli kimlikle New York’da West Village’deki gay barlara, S&M klüplere ve Meatpacking Bölgesi’ndeki deri alt-kültür klüplerinde iz süren polis Steve Burns’ün hikayesini anlatır. Cruising içerdiği grafik gay seks sahneleri, gay hakları savunucularının eleştirileri; filmin çekimi sırasında ve sonrasında yaptıkları protestolar ve filmin çekimi takiben Friedkin ve Pacino arasındaki suçlamalar dolayısıyla sinematografisinden çok içeriği ve yarattığı tartışmalar ile kamuoyunda ilgi çeker. Ben filmi, sanırım Lise’deydim, video kasette seyrettim. Kötü bir kayıt olmasına karşın ilk kez bu kadar açık ve grafik gay seks sahneleri ile karşılaşıyordum. Filmin bugün bile tartışmalara yol açan finalinden de etkilendiğimi hatırlıyorum.
Friedkin 1981’de ağır bir kalp krizi geçirir ve neredeyse ölümden döner. 1983’de Deal of the Century adlı önemsiz bir komedi çeken Friedkin, ilginç bir şekilde 1984’de Laure Branigan’ın 80lerinde en büyük hitlerinden biri olan Self-Control videosunu yönetmiştir. Bu videoya da damgasını vurmuştur ve MTV ilk başlarda videoyu müstehcen bularak yayınlamayı reddetmiştir.
1985 yılı Oscar Ödüllüleri’ne Milos Forman’ın Amadeus filmi damgasını vurmuştu. Out of Africa (Sydney Pollack), The Color Purple (Steven Spielberg), After Hours (Martin Scorsese), Ran (Akira Kurosawa), Back to the Future (Robert Zemeckis), Kiss of the Spider Woman (Hector Babenco), Witness (Peter Weir), The Purple Rose of Cairo (Woody Allen) ve Prizzi’s Honor (John Huston) o senenin en iyi filmleri olarak one çıkmıştı. William Friedkin de o sene muhtemelen son iyi filmini çekti: To Live and Die in L.A. Bir kalpazan ve onun peşine düşen iki gizli servis ajanının mücadelesini anlatan film, 80ler’in şık, stilize aksiyonlarının başarılı birer örneği olarak kabul edilebilir. Efsanevi film eleştirmeni Roger Ebert, filme dört üzerinden dört yıldız verirken bu filmle Friedkin’in geri döndüğünü ifade eder. Tabi New York Times’in film eleştirimeni Janet Maslin veya sinema tarihçisi Leonard Maltin gibi filmi beğenmeyenler ve filmi yapay, ki Maslin eleştirisinde Friedkin’in bu yapay stilin ustası olduğunu ekler, bulanlar, oyunculukları beğenmeyenler de vardır. Filmi bir Batı Yakası Miami Vice olarak tanımlayanlar da vardır ki atmosfer, oyunculuklar ve senaryo diziyi çağrıştırmaktadır.
Friedkin, To Live and Die in L.A. sonrasında maalesef dikkate değer bir film yapamaz. Bu film benim bilerek seyrettiğim son Friedkin yapıtıydı. Post-1985 döneminde yönetmeni takip etmedim. Bunda elbette Friedkin’in ses getiren; sinema takipçilerinin ve kamuoyunun tartışmasına yol açacak düzeyde bir filme imza atamamasın etkisi var. Bu dönemde tesadüfen iki Friedkin filmi seyrettim: İlk film çok sıcak bir öğleden sonra hiçbir şey yapmak istemediğim, boş boş dolaştığım bir günde konusuna, oyuncularına ve yönetmenine bakmadan girdiğim ve jenerikte Friedkin’in adını görünce çok şaşırdığım, senaryosunu Hollywood tarihinin en abartılmış senaryo yazarı Jose Eszterhas’ın yazdığı Basic Instinct çakması Jade (1995) oldu. Basic Instict’in açtığı 90lar’ın erotik-gerilim furyasının bir parçası olan ve Basic Instict’te uyguladığı formülü baştan sağma bir şekilde uyguladığında da ne yazsa satacağı inancından hareket eden Eszterhas’ın bu senaryosunu Friedkin niye çekmiştir hala anlam veremem ki Friedkin bu filme çok sahip çıkar ve en iyi filmlerinden biri olduğunu bile iddia eder. İkincisi de babamı sinemada bir savaş filmine götürmek için seçtiğim; Tommy Lee Jones ve Samuel L. Jackson gibi iki büyük oyuncuya; Amerikan Dış Müdahalelerine yönelik derinlikli bir bakış açısı getirme potansiyeline rağmen yüzeysel senaryosu ve özellikle de iknadan uzak mahkeme sahneleri ile Friedkin’in en kötü filmi olmaya aday Rules of Engagement. Film anti-islam, anti-Arap olmakla suçlanmış; hatta filmi ırkçı olarak niteleyenler bile çıkmıştır. Film ilginçtir görece iyi bir gişe başarısı sağlamıştır. İlginçtir ki ben bu filmlerin yönetmeninin Friedkin olduğunu film başladıktan sonra fark ettim.
William Friedkin’in hikayesi sinema tarihinin en ilginç vakalarından biridir. Ani bir şekilde, arka arkaya iki filmi ile sinema tarihine büyük bir yönetmen olarak geçen ama sonrasında kariyerini bir sürü nedene bağlı olarak geliştiremeyen Friedkin, Roger Ebert’in hakkında dediği gibi “Geçmişte çok iyi filmler yapmıştır ve çok kötü filmler yapmıştır(…)” Adeta pop müzik tarihine yaptıkları tek hit parçayla geçen şarkıcı ve grupları tanımlamak için kullanılan ‘one-hit wonderer’ tabiri Friedkin için ‘two-hit wonderer’ olarak yeniden tanımlanabilir. Keza hiç bir zaman 1971-1973 arasındaki döneme ulaşamamış; sonrasında yaptığı filmler arasında iyi sayılabilecek filmler olsa da sinemada aşağı yukarı aynı dönemde başladığı ve Yeni Hollywood Hareketi’ni yarattığı diğer yönetmenler gibi bir devamlılık sağlayamamıştır. Ryan Gilbert, yönetmenin ölümü üzerine yazdığı yazıda “herseye rağmen onun kariyerini bir yükseliş ve çöküş olarak değerlendirmek yanlış olacaktır” der. Açıkcası bu çok katılmadığım bir yorum. Her büyük yönetmenin büyük başyapıtları olduğu gibi ortalama, hatta kötü filmleri olabilir. Öte yandan Exorcist ve French Connection gibi birer sinemasal fenomene dönüşen, ait türleri yeniden tanımlayan ve birer referans noktası haline gelen iki büyük başyapıt sonrası bırakın onların yanına yaklaşabilecek veya başyapıt olarak tanımlanabilecek düzeyde olmayı, hemen herkesin üzerinde anlaşabildiği çok çok iyi denebilecek bir film dahi çekememiş bir yönetmenin kariyerini çöküş olarak nitelendirmek pekala da mümkün. Yönetmenin şu sözleri belki de kariyerindeki iniş çıkışları; filmlerinde belirli bir ortalama yakalayamamasını açıklıyordur: “Küçük yaşlardan beri hırslarım yeteneklerime üstün geldi. Hapse veya sokağa düşmemem bir mucize.”
Yine de Friedkin ölümünün ardından, benim de yaptığım gibi, üzerinde yazılmaya, konuşulmaya değer bir usta sinemacıdır ve sadece bu iki filmi yapıp sinemadan çekilseydi bile sinema tarihine adını yazdırmayı başarırdı. Nitekim tüm bu iniş çıkışlara rağmen hakkında yapılan, ki sonuncusu Friedkin Uncut çeşitli online platformlarda bulunabilir, belgeseller de bunu kanıtlamaktadır… Ve sinemaya ilgim, film seyretmeye devam ettikçe Friedkin benim için şu ana kadar beni en çok korkutan filmin ve en çok sevdiğim polisiyelerden birinin yönetmeni olarak kalacaktır.
Kapak Fotoğrafı: Brittanica
İlginizi çekebilir: Bülent Tunga Yılmaz’dan Bir Kırık Ömer Kavur Yazısı
İlk yorumu siz yazın!