Yalı Çapkını Üzerinden: Türk Dizilerinin Bir Anatomisi
Türk dizilerinin en büyük başarılarından biri, hatta belki de en büyük başarısı işte bu ‘gerçek hayat ile beyaz perde arasındaki’ ayrımı ortadan kaldırmayı başaran eski Yeşilçam geleneğini devam ettirebilmeleri. Yeşilçam’ı bir zamanlar dünyanın en büyük dört sinemasından biri yapan (seyirci ve üretilen film sayısı açısından) tüm klişeler ve formüller günümüze uyarlanarak bu dizilerde de ortaya çıkıyor. Küreselleşen televizyon sektörü sayesinde de özellikle Pakistan, Ortadoğu ve Balkanlar gibi dinsel, toplumsal ve kültürel olarak benzeşilen; Türk imajının kuvvetli olduğu coğrafyalarda da büyük bir popülerlik yakalıyor. İşte bir kez daha Türk Televizyonları’na damgasını vuran epik bir dizi ile karşı karşıyayız: Yalı Çapkını.
Ben dizi sevmem. Örneğin Succession bittikten çok sonra radarıma girdi. Sırf merak ettim “neymiş bu ortalığı yakıp yıkan dizinin kerameti nedir” diye. Çok uzatılmış olmasına rağmen iyi oynanmış, iyi çekilmiş ve özellikle de Nicolas Britell’in klasik müzik esinli çok başarılı müzikleri başka bir boyutu yakalamış. Neyse, biz konumuza dönelim. İtiraf edeyim bu Türk dizileri analiz işini sevmeye başladım. Bu diziler benim için bir ‘guilty pleasure’ (bu deyim için hala güzel bir Türkçe karşılılık bulunamadı. O yüzden istemeye istemeye İngilizce olarak bırakıyorum) olmaya mı başlıyor henüz emin değilim ama insanların niçin bu dizilere müptela olduğunu; onlarla yatıp kalktığını ve hayatlarında başat bir yer verdiklerini anlamaya çalışmayı anlamlı buluyorum ve yine itiraf edeyim bu uğraş da hoşuma gidiyor.
Türk dizilerine merakım daha önce theMagger’da yazdığım üzere Kızılcık Şerbeti’ ile başladı. Sonra tesadüfen Yalı Çapkını’nın da onunla aynı gün ve saatte gösterildiğini, başka bir deyişle Türk Televizyonlarının rating savaşındaki en önemli silahları olan diziler arasında bu ikisinin birbirinin rakibi olduğunu öğrendim ve merakıma yenik düşerek yine bir şekilde dizinin 36 bölümden oluşan ilk sezonunu tamamladım. Yine bir itiraf, ikinci sezonun ilk iki bölümünü de seyrettim.
Yalı Çapkını, Kızılcık Şerbeti ile benzerlikler gösterse de büyük oranda farklı bir yapım. Özü itibariyle bir ağa dizisi. Küçük bir araştırma yapınca bir dönem Türk televizyonlarını ağa dizilerinin nasıl domine ettiğini görmek mümkün. Küçüğünden büyüğüne, gencinden yaşlısına; hiç köyden çıkmamışından yurtdışında master yapanına; en gelenekselcisinden en modernine, en kötüsünden iyisine kadar kadar farklı profilde ağalar geçidi yaşanmış televizyonlarda. Hatırlamak gerekirse Asmalı Konak, Kınalı Kar, Kırık Ayna, Sıla, Zerda, Beyaz Gelincik, Berivan, Asi, Hanımın Çiftliği, Marziye, Dila Hanım, Adını Kalbine Yazdım, Aşk ve Ceza ağa temalı veya içinde ana karakter bir ağa barındıran diziler arasında ilk akla gelenler. Yalı Çapkını da onlardan biri. Bu dizide de ana karakterler her ne kadar Mert Ramazan Demir tarafından canlandırılan Ferit ve Afra Saraçoğlu tarafından canlandırılan Seyran olsa da asıl olarak diziye damgasını vuran yaşayan en büyük Türk Oyuncular’dan biri olan Çetin Tekindor’un hayat verdiği Halis Ağa.
Dizinin ilk sezonunu tamamladıktan sonra biraz üzerinde düşünüldüğünde seyircinin bu tarz dizilerin nasıl müptelası olduğunu; bu bağımlılık sürecinin nasıl bölüm bölüm inşa edildiğini anlamak zor değil. Bu süreç sonunda seyirci bile isteye kendini diziye veriyor ve adeta rasyonel düşünmeyi bırakarak dizi ile arasındaki tüm sınırları ortadan kaldırarak onu bir gerçeklik olarak algılamaya başlıyor. Hele bir de başına dizinin gerçek olaylardan esinlenildiği notu da eklenince bu algı yaratma süreci için inandırıcı bir bağlam da sağlanmış oluyor.
Türk dizilerinin en büyük başarılarından biri, hatta belki de en büyük başarısı işte bu ‘gerçek hayat ile beyaz perde arasındaki’ ayrımı ortadan kaldırmayı başaran eski Yeşilçam geleneğini devam ettirebilmeleri. Yeşilçam’ı bir zamanlar dünyanın en büyük dört sinemasından biri yapan (seyirci ve üretilen film sayısı açısından) tüm klişeler ve formüller günümüze uyarlanarak bu dizilerde de ortaya çıkıyor. Küreselleşen televizyon sektörü sayesinde de özellikle Pakistan, Ortadoğu ve Balkanlar gibi dinsel, toplumsal ve kültürel olarak benzeşilen; Türk imajının kuvvetli olduğu coğrafyalarda da büyük bir popülerlik yakalıyor.
Diziye dönersek… Yalı Çapkını bu formülün çok iyi işletildiği bir dizi. Akıllıca bir stratejiyle senaryoda kurulan tuzaklara bilerek ve isteyerek düşüyor. Bilerek ve isteyerek diyorum keza kendi düştüğü aslında seyirciyi peşinde sürükleyerek düşürmek istediği tuzaklar. Bu tuzaklar sayesinde kurduğu formül saat gibi işliyor; dizi tüm popülerliğini bu tuzaklar aracılığıyla sağlıyor.
Dizi, özellikle de ilk bölümlerden sonra odağını kaybediyor. Başlangıçta ana tema bir aşk hikayesi gibi gözüküyor ama ilk birkaç bölümden sonra senaryoya dahil olmaya başlayan yan temalar ana temayı öyle bastırıyor ki seyirci neredeyse her bölümde farklı bir telden çalan, konuya derinlik vermekten ziyade kafa karıştıran ve odaklanmayı zorlaştıran bir akış ile karşı karşıya kalıyor. Örneğin; bir olay tam çözüldü diyorsunuz; bakıyorsunuz ki olmayacak bir yanlış anlaşılma veya bir anda nereden çıktığı anlaşılamayan bir yeni tipin devreye girmesi ile her şey başa dönüyor. Bu durum özellikle Çetin Tekindor’un canlandırdığı Halis Ağa’nın çevresindekilerle ilişkisinde ve dizinin ana karakterleri olan Ferit ve Seynan kendi aralarındaki ilişkide çok daha belirgin bir hale geliyor.
Başlarda birbirlerinden nefret eden bu ikilinin sonra aralarında birbirleri için ölümü göze alabilecek kadar büyük bir aşka dönüşmesi hikayesi sırasında araya yine anlamsız ve alakasız kısa kısa bir sürü ufak yan konu giriyor; diziye sürekli tiplerin ekleniyor ve mesafeli bir bakış tüm bunların zorlama olduğunu hemen anlıyor. Normal şartlarda dizi herkesin, tüm aile fertlerinden evde çalışan hizmetlilere kadar dizide bir şekilde gözüken tüm karakter ve tiplerin Ferit ve Seyran’ın organize ettiği katıldığı yılbaşı yemeğine katılması ve orada aşklarının resmi bir hal almasından sonra bitmesi gerekiyor diye düşünüyorsunuz ama yanılıyorsunuz. Muhtemelen yüksek rating yüzünden dizi tam gaz devam ediyor. Ferit ve Seyran bir şekilde boşanma eşeğine geliyorlar ve o anda da devreye İlhanoğulları Ailesi ve ailenin reisi Saffet Ağa giriyor.
Saffet Ağa çok önemli bir karakter; diziye öyle hızlıca girip çıkacak kadar basit ve zayıf değil. Halis Ağa ile eski hısımlar. Gençliklerinde Halis Ağa Saffet Ağa’yı vuruyor ve sakat kalmasına neden oluyor. Bu kadar ağır bir olay söz konusu ve bu kez iki ağa torunlar üzerinden karşı karşıya geliyorlar. Bir anda babaları Seyran ve ablası Suna’yı Saffet Ağa’nın torunları ile evlendirilmeye kalkıyorlar. Tam Saffet Ağa ve Halis Ağa arasındaki eski hesap torunları üzerinden çözülecek veya diziye başka bir boyut eklenecek derken bir anda olay anlamsızca sönüyor. Böylece bu yan olayın hem diziye biraz aksiyon ve heyecan katmak hem de diziyi iki üç bölüm daha uzatmak amacıyla eklendiğini görüyorsunuz. Bir de tabi kesilen raconlar, patriarklar arası ‘en büyük kim’ kavgası da işe ayrı bir renk katıyor.
Diziyi uzatmak isteyince senaryo da toplanamıyor; boşluklar ve tutarsızlıklarla dizi ilerlemeye devam ediyor. Ferit Seyran’ın peşine gittiği Antep’te Saffet Ağa’nın torunu tarafından vuruluyor ama ölmüyor. Halis Ağa intikam peşine düşecekken devreye iki ağanın düşmanlığının asıl nedeni olan Seyran’ın halası Hattuç Hanım giriyor ve olayın çözülmesini sağlıyor. Dizi buna kendince bir açıklama getiriyor ama büyük bir psikopat olarak sunulan Saffet Ağa gibi birinin Halis Ağa yılların hesabını görme fırsatını değerlendirmemesi ile ilgili ikna edici olamıyor.
Aile yakında zaman oğullarını kaybediyor ama Halis Ağa ama daha kırkı çıkmadan davullu zurnalı düğün yapılmasına izin veriyor. Bırakın her sabah işe gitmeden namaz kılan, oruç tutan, Kur’an okuyan dindar biri için inançsız bile olsa normal bir Türk ailesi için anlam verilemeyecek, olmayacak bir durum.
Ferit ve Seyran yeniden evlenince bu kez her şey bitti sanıyorsunuz ama elbette ki yanılıyorsunuz ve bu kez diziye nasıl devam edeceklerini merakla beklemeye başlıyorsunuz. İkinci sezonun sürprizi de Halis Ağa’nın neredeyse hiç görmediği kızının ve torununun Londra’dan gelişleri ve yalıda yaşamaya başlamaları oluyor. Böylelikle de kucağımızda nurtopu gibi yeni bir konu ve elbette çatışmalar, aile içi mikro iktidar kavgaları buluyoruz ve elbette Halis Ağa’dan daha fazla tokat ve hakaret, bizleri bekliyor. Halis Ağa babasına “Halis Bey” diyen bir kadına bir anda yalının yönetimini veriyor. Bu anlamsız girişimin açıkta kalmasını engellemek için de Nükhet’in babası için değil başka önemli bir konu için geldiği söyleniyor.
Senaryo yazarları Çetin Tekindor’un dizide olmasından yararlanıp Babam ve Oğlum’a sağlam bir gönderme yapıyorlar ve dizide yeni bir ‘ona bir oda ver’ durumu hasıl oluyor. Ferit yeni gelen torun Kayayı yumrukluyor; onu gören Halis Ağa Ferit’i tokatlıyor ve Ferit dedesine çok duygusal bir konuşma ile karşılık veriyor ve 38. Bölüm sona eriyor. Haftaya cuma bakalım neler olacak? Anlaşılan o ki Ferit Seyran’ı yeni gelen torundan inceden inceye kıskanmaya başlıyor.
Dizi, aksi iddia edilebilecek bazı unsurları barındırsa da genel toplum yapısına uygun ve çoğunluğun içindeki duyguları okşar bir şekilde patrimonyal/ataerkil aile yapısını yüceltiyor. İlk bakışta Halis Ağa karakterinde sembolleşen bu durum onun davranışlarda da tutarsızlığına yol açıyor: Halis Ağa bir seviyor bir dövüyor. Önüne çıkan herkese elini öptürüyor, öpmeyi reddeden yeni tanıştığı adamı tokatlıyor. Bir taraftan şiir okuyor, derin felsefi-tasavvufi analizler yapıyor ama sonrasında keserim-biçerim-vururum moduna geçiyor. Gerçi bizim halk sever değil mi böyle karizmatik tipleri. Babadır ağadır, atadır; sever de döver de. Hakkedene, saygısızlık yapana haddini bildirmek lazım değil mi?
Çetin Tekindor’un çok başarılı oyununa rağmen karakterdeki bu ikilemler çoğu zaman tutarsızlıklarla dengesiz karakter bozuklukları arasındaki sınırlar ortadan kalkıyor, yine bir inandırıcılık sorunu yaratıyor. Bu patrimonyal yapı sadece Halis Ağa değil yan karakterlerin onun karşısındaki aczlerinden, amiyane tabirle eziklikleriyle de de güçleniyor. İnsan kendi kendine soruyor: “Arkadaş millet bu kadar mı çaresiz hala bu yaşlarında tokat-hakaret yiyip hala o evde oturuyorlar” diye. Senaryo yazarları da maşallah kalemlerini bol tutmuşlar. Halis Ağa azar seanslarındaki hakaretlerinde sınır tanımıyor. Torunu Fuad’a “Hadsiz, hased(…)sen bu evdeki cerahatsın” diyor mesela. Seyran’ın babası Kazım’a yönelik olarak “Köylü, maraba, üç kuruşluk adam, kızını kaça sattın” gibi sağlam sözler sarfediyor. Koskoca adamı tokatlıyor; babasına ağır hakaretler ediyor ki Kazım hayatının aşkı Hattuç Hanım’ın yeğeni aynı zamanda, yani onun abisine de hakaret gidiyor ve kadın da ağzını açıp iki laf edemiyor.
Dizideki tutarsızlıklar serisi sonsuza uzanıyor adeta. Mesela Korhan ailesi ne iş yapıyor? Nasıl bu kadar sınırsız bir zenginliğe ulaşmışlar? Halis Ağa, geçmişe dönünce anlıyoruz ki İstanbul’da kabadayı olmuş ama şimdi bir mücevher firması var. Peki bu kadar zengin olunacak kadar mücevher nerede nasıl üretiliyor ve satılıyor? Bulgari, Tiffany, Cartier veya Bucharon olsan ancak bu kadar zengin olursunama görüyoruz ki henüz yurtdışı mağazaları bile yok. Halis Ağa’nın mücevher ustalığı nereden geliyor? Madem bu adam bu kadar büyük bir iş kuracak derecede mücevher ustası o zaman nasıl oluyor da daha genç yaşında cebinde tabanca yanında fedailerle mafyacılık oynuyor. Çok büyük ustalar niçin onu elini öpüyor ‘ustam’ diye.
Dizinin ilk bölümlerinde dizinin kötü adamı olacağını düşündüğünüz, kadına şiddettin, patrimonyal/ataerkil toplum yapısının ete kana bürünmüş simgesi Seyran’ın babası Kazım’ın ailenin İstanbul’a taşınmasından sonra geçirdiği değişim de hiç inandırıcı değil. İlk bölümlerde görece sağlam çizilmiş gibi gözüken karakteri ilerleyen bölümlerde bir tür karikatüre, komedi unsuruna dönüşüyor. Karısını hiç aldatmamasının ve yeri geldiğinde kızlarını koruyan müşfik baba olmasının vurgulanması da dizinin altan alta ataerkil yapıyı olumlayan yaklaşımını destekliyor. ‘Dövüyor ama seviyor’ durumu. Bunu dengelemek için arada yapılan ‘kendi ayaklarında duran kadın’ vurgusu ise yeterli olamıyor. Dizinin güçlü kadını, ‘feminizm’ temsilcisi Seyran da bu durumu kurtaramıyor. Dizideki Seyran asi, isyankar söz geçirilemeyen bir karakter o kadar.
Normalde tüm bunların seyircideki devamlılık ve gerçeklik duygusunu ortadan kaldırması beklenir. Peki şimdi asıl soruya gelelim: Böyle bir gerçekleşiyor mu? Tüm bunlar seyircinin umrunda mı? Elbette hayır. Dizi kendi içinde çok mantıklı bir yol izliyor: Büyük resme bakıldığında tutarsızlık ve dağınıklık olarak değerlendirilecek tüm unsurlar, dizinin düştüğünü iddia ettiğim tuzaklara seyircinin de düşmesine yol açıyor. Her bir olay, her bir yeni karakter seyirciyi büyük resimden uzaklaştırdıkça aslında diziye daha bağımlı kılıyor. Keza seyirci bir anda dizinin ana konusundan kopuyor; olayın gelişimini ve karakterleri merak ederek heyecanla ve sabırsızlıkla bir sonraki bölümü bekliyor. Bu yan temalar ve karakterler seyirciyi bağımlı kılan azar azar ama sürekli verilen düşük dozlara dönüşüyor. Bir başka deyişle büyük resimden çoktan kopmuş olan seyirci dizi içinde yeni mikro dizicikler seyrediyor adeta. Her bir bölümün adeta bir film uzunluğunda olmasının nedenlerinden biri de bu. Her bölüm yeni bir Yeşilçam filmi. Tek farkı bölüm sonunda konunun sona ermemesi.
Senaryoda niçin böyle bir yol izlenildiğini anlamak çok da zor değil. Tek bir sezonun 36 bölüm, her bölümün ise kemiksiz (reklamsız) ortalama 2 saat 20 dakika sürdüğü bir diziyi yan temalarla ve karakterle zenginleştirmeden çekmek ve devam ettirmek imkansız. Dizi sektörünün ekonomi-politik şartlarıyla çalışmak zorunda olan senaryo yazarlarına büyük bir haksızlık yapmamak için bunun altının çizilmesi gerekli.
Öte yandan şunu da eklemden geçemeyeceğim. Biraz daha derinlik katılsa ve Türk Televizyonları’nın klişelerinden sıyrılınsa dizi bambaşka bir hale gelebilecek bir potansiyele sahip. Tamam, bir Succession çıkmazdı belki ama mesela ben Ferit karakterinin kaçırılmış bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Ciddi ciddi disosiyatiften (çoklu kişilik bozukluğu) ve obsesyondan mustarip olduğunu düşündüğüm Ferit karakterinin daha derinlikli çizilmesi ilginç olabilirdi. Aile içi mikro iktidar mücadelelerine daha farklı bir perspektifle yaklaşılması ki burada dizinin femme fatal (halk tabiriyle kötü kadını) kontenjanını dolduran İfakat da büyük bir potansiyele sahip, diziyi müthiş bir aile dramasına çevirebilirdi ama anlaşılan dizinin bu halinden herkes memnun.
Ratinglere bakıldığında Yalı Çapkını’nda köprünün altından daha çok suların akacağı, Halis Ağa’nın daha çok hakaret edeceği, tokat atacağı kesin. 18-24 Eylül Haftası dizi sıralamaları incelendiğinde Yalı Çapkını toplamda 8.02, AB’de 6.10 ve ABC1’de 7.49 reyting alarak haftanın birincisi olmuş. Ayrıca toplam ve ABC1 gruplarında da günün en çok izlenen yapımı olmayı başarmış. En yakın rakibi Kızılcık Şerbeti ise toplamda 5.06, AB’de 7.40 ve ABC1’de 7.37 oranında izlenerek Yalı Çapkını’nın gerisinde kalmış ama AB grubunda günün en çok izlenen yapımı olarak onu geçmiş. Bu istatistik dizinin muhtemelen artık eser kalmayan toplumsal ve politik bağlamı yüzünden toplumun en eğitimli ve gelir düzeyi yüksek grubu olan AB içinde Kızılcık Şerbeti’nin Yalı Çapkını’na göre daha popüler olduğunu göstermesi açısından ilginç.
Kızılcık Şerbeti’nin politik ve toplumsal boyutu bir yana – ki bugünkü haliyle o da artık bir pembe dizi formatına bürünmeye başladı ve ilk bölümlerdeki kültürel çatışma yerini boşanma, aldatma, çocuk gibi klişe aile konularına bıraktı – genel olarak oyunculuklar, oyuncular arasındaki sinerji, aksiyon, kurgu ve set tasarımı gibi konularda rakibi Yalı Çapkını’nın oldukça gerisinde kaldığını söyleyebilirim. Debdebe, lüks, mücevherler, şık kıyafetler, lüks arabalar, yalılar, lüks rezidanslar, şık kulüpler, eğlence mekanları… Fantezi, hayal ve gerçekler… Hepsi en çok, bol bol Yalı Çapkını’nda var.
Bir son not: Dizinin kostümlerini kim hazırlıyorsa Ferit karakterinin giydiği iki numara büyük anlamsız kıyafetleri bence olmamış. Evet, karakter özelliklerine göre salaş, alternatif bir tarz oturtmak istemişler ama bunu başka bir şekilde ve daha stil de yapabilirlerdi. Hele o 80ler futbolcularında çok moda olan altın zincir kolye ve yine alternatif olsun diye taktığını düşündüğüm Casio digital saat nedir allah aşkına. Kaş yapalım derken göz çıkarmak tam da böyle bir şey: Stil olsun derken tam bir anti-stil görüntü çıkmış ortaya.
Kapak Fotoğrafı: Vikipedi
İlginizi çekebilir: Bülent Tunga Yılmaz’dan Kızılcık Şerbeti
İlk yorumu siz yazın!