Efsanelerin İzinde İstanbul: Şehrin Bilinçdışı Korkuları
Çoğu zaman mitler ve efsaneler eğlencelik, basit anlatılar olarak görülür ancak bu fikir oldukça hatalıdır. Çünkü mitler yaşadığımız evren ile kurduğumuz ilişkiye ve varoluşumuza dair önemli ipuçları verirken efsaneler de yaşadığımız şehrin geçmişine doğru bir kapı aralar yani her ikisi de aslında bireysel ve toplumsal kimliğimizi belirleyen anlatılardır. Şehirler hakkında anlatılan efsaneler de şehirlerin asıl kimliğini öğrenmemizde önemli bir yardımcıdır ve öğrenilmesi faydalıdır zira bizler içinde yaşadığımız şehirlerin küçük birer parçalarıyız. Bu yüzden, bu yazıda yaşadığımız şehrin önemli noktalarına dair efsanelerin izinden gitmenin önemli olacağını düşündüm. Bunu özellikle az bilinen, biraz daha “karanlık” anlatılarla yapmak istedim çünkü mit ve efsanelerde yansıtılan bilinçdışı korkular aslında yüzlerce yıldır o şehirde yaşayan toplumun bilinçdışı korkularını ifade eder ve hiç şüphesiz ki korku en gerçek duygudur.
Kadim İstanbul’un tarihi de mitlerle ve efsanelerle iç içe geçmiştir. Özellikle Yunan mitolojisinden tanıdığımız kahramanların İstanbul üzerinde sayısız hakkı vardır desek yalan olmaz. Örneğin Yunan mitolojisinin kudretli ve malumunuz, çapkın tanrısı Zeus ile İo’nun hikayesi en bilinenlerden biridir zira İo, Hera’nın hışmından kaçayım derken Boğaziçi’nden geçerek oraya Bosphorus yani “inek geçidi” denmesine neden olur. Aynı şekilde Byzantion isminin isim babası Byzas da Yunan mitolojisinin denizler tanrısı kudretli Poseidon ile Kerassa’nın oğludur. Görüldüğü gibi bu büyüleyici kentin tarihi aynı zamanda tanrıların, tanrıçaların, binlerce yıllık kehanetlerin de tarihidir. Örneğin, kentin kuruluş mitinde Apollon ve onun kehanet merkezi büyük rol oynar.
Özlem Ertan, Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan İstanbul’un Kurucu Tanrıları: Apollon ve Poseidon başlıklı yazısında bunu etkileyici bir dille aktarır. Buna göre, kuruluş efsanemiz Yunanların iki büyük tanrısını içerir. Anlattığına göre, Megaralılar, yeni kentlerini kuracakları verimli topraklar aradılar ve bunun neresi olabileceğini Delphi’deki Apollon kehanet merkezinde bir kâhine sordular. Bildiğimiz gibi, Delphi antik dünyanın en önemli kehanet merkezi olarak dünyanın her yanından insan çeken bir noktaydı. Bunun üzerine kâhin transa geçerek büyük tanrı Apollon’a Megaralıların sorusunu iletti. Apollon ise yanıt olarak şehirlerini körler ülkesinin karşısına kurmaları gerektiğini söyledi. Megaralılar tanrının bahsettiği ülkeyi aramak üzere yola koyuldular ve yolculukları Sarayburnu açıklarında sona erdi. Yeni topraklarını çok beğenen Megaralılar karşıya, Khalkedon yani Kadıköy’e baktılar. Çok şaşırmışlardı çünkü böyle güzel topraklar dururken karşı tarafta kent kurmak için insanın ancak kör olması gerekirdi! Demek ki körler ülkesi orasıydı. Böylece, yerleşimciler tarihi yarımadaya yerleştiler ve Apollon Byzantion adı verilen kentin kurucu tanrısı oldu.
Ancak, kentin aydınlık yüzüne hâkim olan bu tanrılar ve tanrıçalar dışında bir de onların tam karşısında konumlanan karanlık güçlerin dünyası vardır. Cadılar, büyücüler, ifritler, koncolozlar… Hepsi kentin karanlık dehlizlerinde keşfedilmeyi bekler. Öyleyse gardımızı alalım ve dümenimizi Abdülhamit zamanının Galata’sına kıralım. Giovanni Scognamillo İstanbul Gizemleri isimli kitabında bize Lavirentos adlı, 17.yüzyıldan kalma bir meyhaneden bahseder. Mehmet Seyda’dan aktardığına göre, meyhanenin mahzenindeki bir şarap fıçısının içinde inanılmaz boyutlarda, bembeyaz bir örümcek bulunur. İşin garibi örümcek hala canlıdır ve ahali onun 300 yaşında olduğu söylentisini yaymaya başlamıştır bile. Scognamillo lavirentos kelimesinin dolambaçlı dehlizin Yunancası olduğunu söyleyerek örümceğin geldiği diyarın İstanbul’un altındaki karanlık dehlizlerden biri olduğunu düşünmemizi ister. Belki de doğrudur, bu kadim şehrin altındaki dehlizlerde daha neler gizlendiğini kim bilebilir ki!
Şimdi biraz yüzeye çıkarak Tarabya kıyılarına gelelim. Burada bizi mitolojinin en lanetli büyücülerinden biri Medea’nın hikâyesi karşılamaktadır. Meşhur Altın Post arayışını bilirsiniz. Bu postu elde etmek isteyen Jason’a yardım eden Medea’nın ta kendisidir. Hephaistos’un boğalarından onu koruyacak merhemi verir. Postu koruyan ejderhayı büyüleriyle uyutarak ona yardım eder. Karşılığında da isteği Jason ile evlenmektir. Altın post kazanılır ve Medea, Jason ile birlikte kaçar. Lakin birkaç yıl sonra Jason Medea ile olan ilişkisinden memnun olmadığını düşünür ve Kral Kreon’un kızı ile evlenmeyi kararlaştırır. Medea bunun üzerine intikam yeminleri ederek onun ihanetine karşılık çocuklarını öldürür. Peki bunun Tarabya ile ilgisi nedir? Giovanni Scognamillo’ya göre Medea, Tarabya’nın kurucusudur. Buranın en eski adı Türkçe şifa anlamına gelen Therapia olsa da ondan da eski bir adı vardır. O da Farmakeus’dur yani zehirleyen. Bunun sebebi de ihaneti yüzünden Jason’ın peşine düşen Medea’nın sahil boyunca zehir döktüğüne inanılmasıdır. Yine Scognamillo, Emirgan’da bir zamanlar bir Hekate tapınağı olduğunu söyler. Hekate’nin kim olduğunu söylemeye gerek yoktur. Kendisi antik dönemden bugüne kadar bilinen en ünlü büyücü, cadıların ve kavşakların üç yüzlü tanrıçasıdır.
Yeri gelmişken söyleyelim İstanbul’un büyü ve büyücülerle ilişkisi sadece tanrıça düzeyinde kalmamıştır. Öyle ki Bizans’ın ikonoklast imparatoru Constantin’in bile büyücü olduğuna inanılır. Collin de Plancy’nin Dictionnaire Infernal’ine göre, işinde öyle iyidir ki demonik ruhlarla iletişim kurar, ölüleri diriltir. Ayrıca şeytana iğrenç kurbanlar sunar. Sonunda ise bütün bedenini kaplayan bir ateş sonucu yanarak can verir. Sadece imparatorla da kalmaz. Dönemin Konstantinopolis patriği Gennadius’un kiliseye giderek korkunç bir yaratıkla buluştuğu söylenir ki bu hepimizin tahmin edebileceği gibi şeytandır. Anlatılana göre, şeytan Gennadius’u uyarır ve hayatı boyunca Grek kilisesine bir zarar vermeyeceğini ancak öldüğünde onu yok edeceğini söyler. Gennadius yalvarır yakarır, kilisesi için dua eder ve kısa süre sonra ölür. Bu olay, Fatih Sultan Mehmed’in şehri ele geçirdiği sırada olmuştur.
Henry Carnoy ve Jean Nicolaïdes’in İstanbul Folkloru başlıklı derleme kitabında Evliya Çelebi’den aktardıkları bazı efsanelerde tılsımların da bu şehrin folklorunda ne kadar önemli olduğu görülür. Bunlardan biri der ki Mihalaki adlı bir alim Tekfur Sarayı’nın yanına bir sütun yaparak üzerine de tunçtan bir ifrit sureti koymuş. İfrit yılda bir kez çığlık attığında ağzından alevler saçarmış. Bu alevlerden bir parça alıp da eve götürenin ocağı hiç sönmezmiş.
Buna benzer bir başka efsane de vakti zamanında Hz. Yahya’ya adanmış bir kilise olan ancak şimdilerde bir camii olan, Fatih’teki Molla Zeyrek Camii hakkındadır. Efsaneye göre, zemheri zamanları bu kilisedeki bir mağaradan cadılar ve koncolozlar çıkarak gün doğumuna kadar şehri dolaşırlarmış. Cadılar ve büyücüler karada olduğu kadar denizde de aktiflermiş. Örneğin, kışın zemheri zamanlarında Kadırga limanında bulunan bakırdan gemiye binen cadılar ve büyücüler sabaha kadar denizde dolaşarak Akdeniz’den gelen düşmanlara karşı şehri korurlarmış. Aynı şekilde Tophane’deki bir gemiye binen cadılar da Karadeniz’den gelecek saldırıları savuştururlarmış. Görünüşe göre eski İstanbul halkı cadıları, büyücüleri vb. doğaüstü yaratıkları birer kötülük kaynağından çok şehrin savunucuları olarak görmüş.
Cadılar, büyücüler, koncolozlardan sonra folklorik hafızamızın büyük bir kısmını kaplayan cinleri de anmamak olmaz. İstanbul’un en bilinen sütunlarından birinin efsanesi de cinlerle iç içe geçmiştir. Fatih semtinde bulunan Kıztaşı sütunu hakkındaki efsaneye göre, bir kız Bakırköy’den aldığı bir taşı inşaat halindeki Ayasofya’ya götürmek ister. İnanışa göre Ayasofya’yı cinler inşa etmiştir. Bu yüzden kızın yolda karşısına bir cin çıkar ve kıza inşaatın tamamlandığını taşı bırakması gerektiğini söyler. Kız taşı bırakarak inşaata koşar ki kendi gözleriyle tamamlandığını görsün. Vardığında cinin ona yalan söylediği ortaya çıkar. Taşı koyduğu yerden kaldırmaya çok uğraşır ancak taş kalkmaz ve o günden sonra Kıztaşı adıyla anılır.
Görünüşe göre cinler tarihi eserleri mesken tutmayı bayağı seviyor çünkü Topkapı Sarayı da efsanelere göre cinlerin buluştuğu bir yer olmuş durumda. Mehmet Berk Yaltırık, İST isimli dergide yayınlanan yazısında Reşad Ekrem Koçu’dan aktardığına göre, sarayın harem kısmında, Altın Yol’un sonunda sola doğru kıvrılan, “Cinlerin Meşveret Yeri” denen bir koridor vardır. Bu koridor, şehzadelerin tutulduğu “Şehzadeler Dairesi” ne çıkar.
Koçu’ya göre, saray ve harem halkı her gece cinlerin burada toplanarak yapacakları işleri kararlaştırdıklarına inanırmış. Bu yüzden de koridordan geçmeye korkarlarmış zira oradan geçenin çarpılacağı söylenirmiş. Giovanni Scognamillo da Topkapı Sarayı’nı mesken tutan periler hakkında bir efsane anlatır. II. Mahmut’un berberbaşı olan Memiş Efendi bütün ömrünü sarayda geçirmiş. Bu süre zarfında astroloji ve simya konularında ustalaştığını düşünmüş. Cinlere, perilere ve diğer olağanüstü varlıklara inanan bu adam sarayın bahçesindeki şimşirliğin onların mekânı olduğunu, Türkleri ve padişahı da çok sevdiklerini söylermiş. Anlattığına göre her seher vakti perilerin üst yetkilileri o şimşirlikte toplanır, kararlar alır, divanlar yönetirmiş. Ancak görünen o ki Memiş Efendi’yi ciddiye alan pek olmamış zira şimşirlik kaldırılmış. Memiş Efendi de sırf bu yüzden sarayın başından felaketlerin eksik olmayacağını söylemiş.
Son olarak, tekinsiz mekânlardan bahsederken perili evlerden de bahsetmek gerekir. İstanbul’da da dünyanın her yerinde olduğu lanetli köşklerin hikayesi dilden dile dolanır. Perili köşklerden en bilineni adıyla müsemma olan Yusuf Ziya Paşa Köşkü olarak da bilinir. Baltalimanı’nda inşa edilen köşkün hikayesine göre, Yusuf Ziya Paşa güzeller güzeli bir hanıma âşık olur. Ancak kadın, Paşa’nın teklifini reddeder. Daha sonra Paşa, kadının gönlünü kazanmak için bu köşkü inşa ettirir. Kadın o kadar güzeldir ki Yusuf Ziya Paşa kimseler onu görmesin diye kadını köşke kapatır. Tabii gel zaman git zaman kadına âşık olan gençler köşkün önünden ayrılmaz. Köşkte periler kadar güzel bir kadının yaşadığı kulaktan kulağa yayılır. Bunun üzerine Paşa, kadını kuleye hapseder ki kimselerle görüşemesin hatta bu yüzden merdiven bile yaptırmaz. Zaten peri kızı gibi güzel bir kadının dolanmasıyla perili köşk adını alan köşkün hayaletlerin dolanması yüzünden perili hale geldiğine inanılmaya başlanır. Köşkün içinde Paşa’nın ruhunun dolandığına, kuleden çığlıklar geldiğine inanılır. 1990 yılında, inşaatında çalışan işçiler odalardan birindeki aynada eski kıyafetli bir kadının hayaletini gördüklerini söylerler.
İstanbul hakkındaki bütün efsaneleri toplarsak muhtemelen birkaç ansiklopedi doldurur. O yüzden maalesef bir kısmını buraya alabilmek mümkün oldu. Ancak bu kadarının bile İstanbul ile kurduğumuz bağı pekiştireceğine inanıyorum zira her gün önünden bilmeden geçtiğimiz bu tarihi noktalar sadece eski binalardan, taşlardan, sütunlardan ibaret değil. Gördüğümüz gibi arkalarında yüzlerce yıllık hikâyeleri biriktirmişler. Şüphesiz ki bu hikayeleri bilmek içinde yaşadığımız şehre olan aidiyet hissimizi artıracaktır. Bu da kaçınılmaz olarak önemsiz gördüğümüz ya da hakkında en ufak bir bilgimizin bile olmadığı tarihi eserlerin ve yerlerin biricikliğine hiç değilse haiz olmamıza ve hatta korumak için daha içten bir çaba göstermemize neden olacaktır.
Kapak Fotoğrafı: İbrahim Uzun – unsplash.com
İlginizi çekebilir: Deniz Yılmaz Akman’dan Boğaz Sularından Haç Çıkarma Töreni
İstanbul'un efsanelerini sizin kaleminizden okumak çok keyifliydi ❤️️🙏
Beğendiğinize çok sevindim, çok teşekkür ederim❤️️