Norman Jewison: Büyük Filmlerin Gösterişsiz Ama Usta Yönetmeni
Norman Jewison benim en sevdiğim yönetmenler arasında ilk sıralarda yer almaz. Hatta sinema tarihinin en büyük 25 yönetmenini saymaya kalksam aklıma gelmez. Öte yandan Jewison benim için büyük filmlerin büyük yönetmenidir. Özellikle üç filmi, In the Heat of the Night (1967), The Thomas Crown Affair (1968) ve Fiddler on the Roof (1971) benim sinema sevgimi pekiştiren; en sevdiğim filmler arasında yer alan büyük başyapıtlardan. İlk filmini 1962’de, son filmini ise 2003’te çeken; neredeyse 50 yıla yaklaşan bir yönetmenlik kariyerinde elbette üç filmden fazlası olacaktır. Ayrıca bu saydıklarıma ek olarak The Russian are Coming (1966), aynı adlı Rock Opera’dan uyarlanan müzikal Jesus Christ Superstar (1973), Rollerball (1975), A Soldier’s Story (1984), Other People’s Money (1991), Only You (1994) ve The Hurricane (1995) Jewison sinematografisinin ilgi çekici diğer parçaları olarak dikkate değer.
Yıllar sonra Woody Allen sinematografisini gözden geçirip Annie Hall, Manhattan ve Hannah ve Kızkardeşleri gibi çok sevdiğim filmleri yeniden seyrederken Amazon Prime bana filmler önerdi. Bu filmler arasında Moonstruck da yer alıyordu; hiç düşünmeden listeme ekledim. Filmi o kadar uzun zamandır seyretmemiştim ki varlığını bile unutmuştum. Hatta yönetmenini bile hatırlayamadım ta ki ölüm haberini okuyana kadar. Oysa sinema tarihinin en iyi romantik-komedileri arasında gösterilen 1987 tarihli film, yönetmeni Norman Jewison’a bu alandaki üçüncü Oscar adaylığını getirmişti ve aralarında En İyi Film de dahil olmak üzere aday olduğu altı dalın üçünde (En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Yardımcı Kadın ve En İyi Orijinal Senaryo) heykelciğe ulaşmayı başarmıştı. Roger Ebert filmi ‘büyük filmler’ listesine almıştı. Filmi Jewison’ın ölüm haberini aldığım gün seyrettim. Bir daha yazının başlığında da ifade ettiğim gibi gösterişsiz, arka planda kalıp oyuncuyu ve senaryoyu ön plana çıkaran ama bir başka büyük ustalık gerektiren yönetmenliğine hayran kaldım.
Norman Jewison’ın Sinematografisine Bakış
Norman Jewison 1926’da Toronto’da doğuyor ve II. Dünya Savaşı’nda Kanada Kraliyet Donanması’nda görev yapıyor. Savaş sonrasında ordudan ayrılıp ABD’ye gidiyor ve orada özellikle sonraki In the Heat of the Night ve A Soldier’s Story filmlerinin arka planını oluşturacak ırk ayrımını bizzat gördüğü Güney Bölgeleri’nde seyahat ediyor. Sonra Kanada’ya dönüyor ve Toronto Üniversitesi’nden mezun olup BBC’de çalışmak üzere Londra’ya gidiyor. BBC’deki çalışmasının ardından tekrar Kanada’ya dönüyor ve orada CBC Televizyonu’nun kuruluşunda görev alıyor.
Jewison’ın kariyeri 1958 yılında NBC Televizyonu’nda çalışmak için New York’a gitmesiyle farklı bir yola evriliyor. O dönemde tanıştığı büyük yıldız Tony Curtis’in önerisiyle yönetmenliğe başlıyor. İlk filmi 1962 tarihli 40 Pounds of Trouble’da da başrolü Tony Curtis oynuyor. Ardından Doris Day ve Rock Hudson ile çektiği romantik-komedileri geliyor ama bir yönetmen olarak ses getirdiği ilk film başrolde ‘King of Cool’ Steve McQueen’in yer aldığı 1965 tarihli The Cincinati Kid oluyor. 1966 tarihli siyasi hiciv The Russians are Coming En İyi Film de dahil dört dalda Oscar’a aday oldu ve Jewison yönetmenlik kariyerinde önemli bir aşamayı geride bıraktı. Nihayet 1967 tarihinde yönetmen ile özdeşleşen, sadece onun değil sinema tarihinin de en büyük başyapıtlarından biri olan In the Heat of the Night geliyor. Irk ayrımının en etkili olduğu Amerikan eyaleti Mississippi’de bir siyahi polis ve ırkçı bir kasaba şerifinin bir araya gelip bir cinayeti aydınlattıkları film yedi dalda Oscar adayı oldu ve En İyi Film ve En İyi Erkek Oyuncu (şerifi canlandıran Rod Steiger) da dahil olmak üzere beş heykelcik ile ayrıldı. Film, pek çok listede sinema tarihinin en iyi 100 filmi arasında yer alıyor ve 2002 tarihinde de Kongre Kütüphanesi tarafından “kültürel, tarihsel veya estetik olarak çok önemli” olarak tanımlanarak Ulusal Film Arşivi’ne dahil ediliyor.
Jewison kendi için çok verimli geçen ve onu Hollywood’da etkili ve önemli bir yönetmen yapan 60’lara bir başka kült başyapıtla veda ediyor: The Thomas Crown Affair. Film, başrollerdeki Steve McQueen ve Faye Dunaway arasındaki müthiş ekran uyumu, iki büyük yıldızın adeta beyaz perdeden fışkıran müthiş karizmaları, Michel Legrand’ın Oscar kazanan unutulmaz müzikleri (The Windmills of Your Mind) ve elbette Jewison’ın müthiş oyuncu yönetimi ve kariyerinin en yaratıcı ekran görüntülerine dayanan stilize yönetmenliği ile sinema tarihinin kültleri arasına giriyor. Aralarında Ebert’in de olduğu bazı eleştirmenler senaryonun ve olay örgüsünün zayıf olduğunu yazsalar da -ki bu belli düzeyde doğrudur- filmi seyretmenin bir zevk olduğunu da belirtiyorlar. Benim için de ara ara seyrettiğim; McQueen’in adeta centilmenliğinin, ‘cool’ olmanın, erkek stilinin, sofistike lüksün amiyane tabirle kitabını yazdığı film, Cartier Tank saat sonradan Steve McQueen modeli olarak anılacak Persol’un 714 seri nolu güneş gözlüğü, Ferrari 250 GTO Spider gibi sonradan birer fetişe dönüşecek ürünleri de dünya stil sahnesine sunmuştu.
Jewison 1970’lerin başında bir diğer büyük müzikal filme imza atıyor: Fiddler on the Roof. Joseph Stein’in 20. yüzyılın başında Çarlık Rusyası’nda yaşayan üç kız sahibi yoksul bir Yahudi sütçü olan Tevye’nin hikâyesini anlatan yapıtının müziklerini John Williams düzenliyor. Film, 1971 yılının en büyük gişe hasılatını yapıyor. 44. Oscar Ödülleri’nde En İyi Film ve En İyi Yönetmen kategorileri de dahil toplam sekiz dalda adaylık kazanıyor ve bunlardan üç tanesini almayı da başarıyor.
1975 yılında bu kez bir başka kült filmle çıkıyor seyircinin karşısına. Distopik bilim-kurgu filmler arasında önemli bir yere sahip olan ama eleştirmenlerin görüş birliğine varamadığı, çoğunlukla da beğenmediği Rollerball her şeye rağmen yönetmeni ile özdeşleşen filmler arasında. Şahsi görüşüm filmin vadettilerini sonunda gerçekleştiremediği ve Jewison sinematografisi içinde ses getirse de en üstlerde yer alamayacak bir yapıt olduğu yönünde.
1978’de Sylvester Stallone’nin başrolde oynadığı sendika filmi F.I.S.T. geliyor. Genel olarak olumlu eleştiri alıyor ve gişede de başarılı oluyor. Jewison hız kesmeden 1979’da önemli filmleri arasında yer alan ve sinema tarihinde en ilgi çekici mahkeme dramalarından biri olan …And Justice For All’u yönetiyor. Al Pacino’nun bence en iyi dönemi olan 70’lerdeki muhteşem oyunculuk serisinin finalini yaptığı ve büyük ölçüde Al Pacino’nun adeta her an patlamaya hazır gösterişli oyunculuğu ile Hakim Fleming’i canlandıran John Forsythe’nin ekran karizmasına dayanan bu eleştirel film, görece klişe konusuna rağmen başarılı bir yapıt olarak ekleniyor Jewison’ın kariyerine. Benim de en sevdiğim mahkeme filmleri arasında ve ortaya koyduğu ahlaki ve felsefi hukuk tartışmasını önemli buluyorum.
1980ler’e gelindiğinde Jewison yine son sürat film yapmaya devam ediyor. Bu dönemin ilk ses getiren yapıtı, yeniden ırk ayrımı temasına geri döndüğü A Soldier’s Story (1984) oluyor. II. Dünya Savaşı sırasında bir siyahi askerin ölümün soruşturulmasına odaklanan bu suç/gerilim draması En İyi Film de dahil üç dalda Oscar’a aday gösteriliyor. Oscar yanında film Altın Küre ile uluslararası birçok ödüle aday gösteriliyor ve ödüller alıyor. 1985’te aynı adlı bir oyundan uyarladığı, başrollerinde Jane Fonda, Anne Bancroft ve Meg Tilly’nin olduğu Agnes of Gold vizyona giriyor. Eleştirmenler arasında bir fikir birliği olmuyor ama film önemli bir gişe başarısı elde ediyor ve üç Oscar adaylığı, iki Altın Küre adaylığı kazanıyor.
Norman Jewison’ın bu dönemdeki en ses getiren filmi hiç kuşkusuz 1987 tarihli Moonstruck. Sinema tarihinin en başarılı romantik-komedileri arasında gösterilen film her alanda büyük bir başarı elde ediyor. Roger Ebert onu ‘Büyük Filmler’ listesine ekliyor; Gene Siskel, unutulmaz olarak tanımlarken filmin aynı zamanda Norman Jewison için de bir geri dönüş olduğunu ifade ediyor. O sene ABD’de en çok gişe yapan üçüncü film oluyor. Aralıksız 20 hafta en çok seyredilen ilk 10 film arasında yer alıyor. En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Kadın Oyuncu (Cher bu rolüyle Oscar kazanıyor), En İyi Yardımcı Erkek ve Kadın Ödülleri (Olympia Dukakis bu rolüyle Oscar kazanıyor) ve En İyi Senaryo (John Patrick Shanley senaryosuyla Oscar kazanıyor) dallarında Oscar adayı oluyor. Bu Jewison’ın üçüncü Oscar adaylığı oluyor. Buna ek olarak Jewison, Berlin Film Festivali’nde En İyi Yönetmen Ödülü’nü alıyor. En İyi Komedi Filmi alanında beş dalda Altın Küre adaylığı ve daha bir dizi uluslarası adaylıklar ve ödüller de dahil bu büyük başarı filmi Jewison’ın kariyerinde In the Heat of the Night ve Fiddler on the Roof ile çok özel bir yere konumlandırıyor.
1990’lar sonrası eskisi kadar olmasa da yönetmen açısından verimli geçiyor. 1991 tarihli romantik-komedi Other People’s Money güçlü oyuncu kadrosu ile ortalama bir seyirlik olarak değerlendirilebilir. 1994’de Jewison yeniden romantik-komediye geri dönüyor ve Robert Downey Jr. ile Marisa Tomei’nin bir araya geldiği Only You filmini çekiyor. Film Jewison’ın bazı ses getiren filmleri gibi farklı eleştiriler alıyor. Roger Ebert örneğin filme 3,5/4 not verirken onu Hollywood’un Altın Dönemi’ndeki İtalya’da geçen romantik komedilere benzetiyor ve Tomei-Downey Jr arasındaki kimyanın da tuttuğunu yazıyor. Öte yandan The New York Times yazarı Janet Maslin ise filmi tamamen turistik, Jewison’ın yönetimini ise kaba olarak tanımlıyor. Filmin bir dezavantajı da Jewison’ın sadece yedi sene önce sinema tarihinin en iyi romantik-komedilerinden birine imza atması. Sinema yazarı John Puccio filmi Moonstruck’tan sonra gelen en çekici romantik-komedi olarak tanımlıyor ve özellikle görüntülerin ve sahnelerin kristal berraklığının filmi seyretmeyi zevkli hale getirdiği söyleyerek Jewison’ın yönetmenliğini övüyor. Film gösterime girdiği ilk hafta en büyük gişeyi yapan üçüncü film oluyor. 1996 tarihli fantastik Bogus ise yine karışık eleştiriler alıyor ama itiraf etmek gerekirse ne yönetmenin kariyerine ne de sinema tarihine iz bırakan bir film.
Noman Jewison 1999’da sondan bir önceki ve son ses getiren filmi olan The Hurricane’i çekiyor. Gerçek bir hikâyeden uyarlanan film, Afro-Amerikan bir boks şampiyonu olan Rubin ‘Hurricane’ Carter’ın işlemediği bir cinayetten dolayı 20 yıl yanlış yere hapis yatmasını; bu sürede geçirdiği kişisel değişimi ve hukuki mücadelesini anlatıyor. Filmin ana teması olmasa da bir kez daha ırk ayrımı teması bir Jewison filminde önemli yer tutuyor. Carter’ı canlandıran Denzel Washington kariyerinin en iyi performanslarından birini gösteriyor ve hem Altın Küre’de hem de Oscar’da En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’ne aday gösteriliyor. Özellikle Washington’un oyunu sayesinde film genel olarak gişede ve eleştirmenler düzeyinde başarılı bulunuyor. İlginçtir ki Jewison filmi “çektiği en iyi film” olarak nitlendirilir.
2003’de Norman Jewison son filmi The Statement ile emekli oldu. Michael Caine’nin canlandırdığı Nazi iş birlikçisi eski bir Fransız savaş suçlusunun gerçek hikâyesinden uyarlanan film; ilgi çekici konusu, Caine’nin muhteşem oyunculuğu ve onu destekleyen bir dizi çok önemli oyuncunun varlığına rağmen bir türlü ilerlemeyen sıkıcı bir bir yapıt maalesef. Gişede de büyük bir başarısızlığa uğruyor ve nerdeyse 80 yaşına yaklaşmasına rağmen film yapmaya devam eden Jewison 40 yılı aşan kariyerine iyi bir vedada bulunamıyor.
Norman Jewison’ın Yönetmenliğine Bakış
Bu yazıda sözü edilen filmlere baktığımızda özellikle ırk ayrımcılığı gibi çok politik ve toplumsal bir konu ön plana çıksa da Jewison’ın çektiği filmlerin farklı türlere dağıldını görüyoruz. Bu açıdan değerlendirildiğinde Jewison’ın öncelikle sağlam bir yönetmenlik bilgisi ve altyapısına sahip, yönetmenliğin zanaat ve teknik alanlarında mükemmelliğe erişmiş bir sinemacı olduğunu söylememiz mümkün. Doris Day komedilerinden In the Heat of the Night veya The Hurricane ağırlığındaki filmlerin aynı yönetmenden çıkması sadece kariyerinin çok uzun sürmesiyle değil bu bahsettiğim özelliği ile açıklanabilir. Jewison, benim sinemada tüm sevdiğim yönetmenlerin ortak özelliği olan (ki zaten bir yönetmeni özel olarak sevebilmek için onun tarzını diğerlerinden ayırabilmeniz gerekir) auteur karizmasından uzak bir yönetmendi elbette. Sinemada bir ‘Jewison Tarzı’ndan bahsetmek mümkün değil. Tüm filmlerini bir arada seyretseniz bile -ki ben son iki günde farklı dönemlerden üç filmini (Moonstruck, The Thomas Crown Affair ve The Statement) arka arkaya seyrettim- her birinin aynı yönetmenin elinden çıktığını söyleyemezsiniz. Öte yandan bu durum onun sinema tarihinde iz bırakmış, başyapıtlara imza atmış ve çok büyük yönetmenler arasında rahatlıkla sayabileceğimiz bir sinemacı olmasına engel teşkil etmiyor. Nitekim ölümünün ardından yazılanlar onun sinema tarihine nasıl bir damga vurduğunu açık bir şekilde göstermekte.
Kapak Fotoğrafı: Broadcast Dialogue
İlginizi çekebilir: Bülent Tunga Yılmaz’dan Martin Scorsese Sineması
İlk yorumu siz yazın!