Scrapper: Parasızlığa, Çocuk Olmaya ve Yas Sürecine Dair
Geçtiğimiz sene vizyona giren, geçtiğimiz hafta da TOD platformunda yerini alan bu film, dram/komedi olarak tanımlanıyor. Fakat dram yönünün biraz ağır bastığını, 83 dakikalık süresiyle sizi şipşak hiç olmadık duygu durumlarına sürükleyebileceği notunu düşmek gerekiyor diye düşünüyorum. Bu demek değil ki hiç yüzünüz gülmeyecek, karakterlerin olağanüstü doğal performansları filme büyük katkı veriyor bu açıdan. Hikayenin merkezinde 12 yaşındaki kız çocuğu Georgie var. Yakın zamanda annesini kaybeden bu kız, babası da başka diyarlarda olduğu için bir başına kalıyor. Hayatta kalma yetenekleri küçük yaşta sivrilmiş çocuğun fiziksel anlamda aç kalmayacağını, fakat duygusal anlamda aynı şeyin geçerli olmadığını çok geçmeden anlıyoruz. Bir gün hiç yoktan, o tanımadığı babası çıkıp geliyor ve içinde bulunduğu yas süreci başka bir hale evriliyor.
Georgie babası gelene kadar kendince bir rutin kurmuş. Devlet gözetiminden başarılı bir şekilde kaçabileceği enteresan bir düzenekle sanki amcası ile beraber yaşıyormuş gibi gözüküyor kağıt üstünde. Gerçekte ise sevimli bir arkadaşı var, onunla beraber bisiklet çalmaya gidiyorlar, sonrasında satışını gerçekleştiriyorlar. Hareketli bir iş hayatı var. Babası ortaya çıktığında o ana kadar yeterince tanıdığımız Georgie’nin babasının boynuna ah babam canım babam nidalarıyla atlamayacağını, aksine onu çevresinden uzaklaştırmak için her türlü hinliği yapacağını biliyoruz. İşte film, bu ikili arasındaki çalkantılı ilişkinin başlangıcına odaklanıyor. Her türlü seyirci profiline uygun, bir nevi Aftersun’ın uzaktan kuzeni olarak nitelendirilebilecek film.
Editör Notu: Yazının devamı spoiler içermektedir.
Babasının geldiği andan itibaren sergilediği performans, kızın yavaş ilerleyen kabullenme süreciyle beraber oldukça tutarlı şekilde ilerliyor. Yani olgun bir senaryodan bahsedebiliriz filmde. Kısa süresine rağmen oldu bittiye getirilen hiçbir şey yok, bir anda melek kesilen karikatürize bir baba da söz konusu değil, hatta onun İbiza’da nasıl bir hayat sürdüğünü fakat şimdi kızıyla bağ kurma konusunda ne gibi ikilemlerden geçtiğini neredeyse çok rahat bir şekilde algılayabiliyoruz. Filmin empati yaptırabildiği anlar çok fazla. Tabii annesini kaybetmiş bir kızın, evde onunla olan anılarına adadığı odasının, gözlerindeki hüznün kolaylıkla anlaşılmasının çok güç olduğu duygusal anlar da mevcut ama anlatının kendisi bu durumda ne depresifliğe boğuyor bizi ne de yersiz “feel good” şaklabanlıklarına yer veriyor. Her şey olabildiğince gerçek hissettiriyor.
Finalde babanın, telefonu ve annesinin ses kaydını bırakıp ortalıktan kaybolmasından ötürü canım aşırı sıkıldı, yani izleyiciyi düşürdüğü boşluk çok büyüktü. Ama Aftersun’dan ayrışan noktası da buradan sonrası oldu… 2 mahalle ötede top oynayan babasını bulmakta zorlanmadı Georgie. İyi ki de buldu yoksa gece gözümüze uyku girmezdi. Filmdeki tüm karakterlerin çok iyi oynadığını, bu hem tatlı hem hüzünlü hikayeyi izlemekten dolayı hiç pişman olmadığımı söyleyim, selamlarımı sevgilerimi ileteyim sizlere.
Sinema dünyasına ve filmlere dair paylaşımlarıma Instagram üzerindeki film blogumdan (@atıptutuyorum) ulaşabilirsiniz.
Kapak Fotoğrafı: MUBİ
İlginizi çekebilir: Eralp Alper’den Expats
İlk yorumu siz yazın!