Yazar, eğitmen, yapımcı ve kültür girişimcisi Fırat Devecioğlu’nun yeni kitabı “Lazarus – Tanrı Oyuncağı” Destek Yayınları etiketiyle okuyucuyla buluştu. Lazarus – Tanrı Oyuncağı ana karakterin sıradan bir fotokopiciden, kendi içindeki karanlıkla yüzleşen bir katil olma yolculuğunu ele alıyor. Bu süreç, hastanede geçirdiği dönem ve orada yaşadığı olaylar aracılığıyla dramatik bir şekilde tasvir ediliyor. Devecioğlu, okuyucuyu etkileyici bir dille insan ruhunun karanlık köşelerine yolculuğa çıkarırken, insanın varoluşsal sorgulamaları ve kişisel dönüşüm mücadelesini ustaca işliyor. Fırat Devecioğlu’na kişiel deneyimini kurmaca bir evrene aktarırken yaşadıklarını,üretimine dahil olan meseleleri ve gündelik olanla kurduğu ilişkiyi sordum. Keyifli okumalar.

firat-devecioglu-03

Lazarus – Tanrı Oyuncağı| Fotoğraf Kaynağı: Fırat Devecioğlu – Destek Yayınları

Lazarus- Tanrı Oyuncağı kitabın Destek Yayınları tarafından yayımlandı. Hikâyenin başlangıç noktasını ve üretim aşamasını anlatabilir misin?

 Bir gün altı yaşlarında bir çocuk gördüm. Bir hastanenin nöroloji bölümündeydim. Sabaha karşıydı. Tomografi cihazından tek başına dışarı çıktı. Kimsesi olmayan, saçları, kaşları dökülmüş bir çocuk. Ağır bir hastalıkla mücadele ettiğini, ilaçlara zor dayandığını öğrendim. Herkesin ölümünü beklediği bir çocuktu. ‘Lazarus’ un ilk notunu, o an cep telefonuma yazdım. Hastanelerde kalma sürem arttıkça, oralarda dolaşan bir karakter belirdi zihnimde. Refakatçi kartı sayesinde terk edilmiş hastaların yanında duran tuhaf biri. Eksikliğini hissettikleriyle (aşk, Tanrı, mutlu çocukluk…) hastane koridorunda kucaklaşan Lazarus’u, yazmaya başladım. Önce tiyatro oyunu olarak yazdım. Lazarus’u sahnelediğimizde, felsefe, psikoloji meraklılarının ilgisiyle karşılaştık. Tiyatro severler Lazarus’u sahiplendi. Her oyun sonrası söyleşiler yaptık. Gelen yorumlar, eleştiriler aklımdaki kurguyu güçlendirdi. Sonra seyircilerimizden bir talep gelmeye başladı. Lazarus’un, kitabının olması gerektiğini, evlerinde onu görmek istediklerini söylüyorlardı. Metne yönelen bu ilgi beni Lazarus‘un romanını (novellasını) yazmam konusunda motive etti.

Hikâyede karşılaşacağımız, Lazarus hariç tüm karakterlerin gerçek olduğunu ve kendi deneyimlerinden yola çıkarak bu novellayı kaleme aldığını biliyoruz. Deneyimini kurmaca bir evrene aktarırken yaşadığın deneyimleri anlatabilir misin? Kendi filtrelediğin olduğu mu hiç?

Yazarken zorlandım. Çünkü can acıtıcı konular tekrar tekrar hayalinizde canlanıyor. Özellikle kitabın ilk sayfalarındaki intihar, yalnızlık, tamamlanmamış yas temalarını aktarırken güçlük çektim. Sonuçta metni, gerçekler üzerine yazmakta ısrarcıydım. İnsanlar travma yaşadığında, savunma mekanizmaları devreye girer. Sanatsal ifade de, yüceltme yoluyla bireyin kendini savunma mekanizması. Farkı, kişi kendini korurken, hayata katkı da sunmuş oluyor. Kısacası Lazarus, iyileşmenin bir sonucu. Filtrelediğim şeyler var. Sadece bende kalması gereken. “İçi dışı bir olmak” sadece güzel bir deyim. Hiçbir anda, iç dünyamızı tam olarak, görünür halde yaşayamayız.

firat-devecioglu-01

Fırat Devecioğlu | Fotoğraf: Murat Arı

2020 yılında aynı metni tiyatro olarak kaleme almışsın. Formlar arası geçişler yaparken hikâyenin ölçeğini ne boyutta değişti?

Tiyatro metin yazarlığı beni çok geliştirdi. Sonuçta tiyatronun zaman, mekân, sayfa sayısı gibi şekil şartları var. Bu durum bende, en az kelimeyle en güçlü ifadeyi bulma kaygısına neden oldu. Kaygı da yaratıcılığa dönüştü. Sonuçta yaratıcılığın temel unsuru kaygı. Mozart’ın da kaygısı vardı; en iyi notaları yan yana getirmek istiyordu. Her yazarın, tiyatro metni yazmasını tavsiye ederim. Çünkü bu alanın yazarı sıkılaştıran, konsolide eden bir yanı var. Tabi bir de, tiyatroda, yönetmenin ne kadar önemli olduğunu öğrendim. Yönetmen, metninizde söz sahibi olup istediği gibi değiştirebiliyor. Bazı yerlerde yazarların, yazdığı tiyatro oyununun provalarına katılmasını istemezler mesela. Kimi zaman yazar, sahnelenen oyununu izlediğinde kendi yazdığı şeyi tanıyamaz. Benim şansım Lazarus’un yönetmeninin Hasan Demirci olmasıydı. Karakterle bağ kurdu, onunla nefes aldı ve ona hayat verdi. Lazarus’un tiyatro metni, metaforlarla dolu. Kitabını ise dış ses olarak yazdım. Böylece örtük anlamların neyi işaret ettiğini ifade edebildim. Konu gerçek olduğu için ölçekte değişiklik olmadı. Bu nedenle novella olarak yayına hazırlandı.

Modern hayatta insanlar çoğu zaman yaşadıklarının yanında duramadığı için nesneler ve kişilerle gerçek bir ilişki kurmakta zorlanıyor. Çoğu insan başına gelen şeylerle baş etme yöntemi olarak bir üretimin içinde bulabiliyor kendini. Süreç sende nasıl ilerledi?

Evet, insanı yüzleşemediği boşlukları yönetiyor. Burada temel nokta sorumluluk. Erich Fromm’un ‘Özgürlükten Kaçış’ adlı bir kitabı vardır. Çoğu insan özgürlüğü istemez. Neden? Çünkü özgür olmak, yalnızlığı, tek başınalığı da getirir. Sartre’nin deyimiyle “bulantı” yaşarız. Oysa insan, sorumluluk aldıkça özgür olur. Soğukta dışarıda bir kedi var mesela. Ben onu eve aldığımda, o kedinin sorumluluğunu da almış oluyorum. Ancak böylece özgürce o kediyi sevebilirim. Sorumluluk aldıkça yaşadıklarımızı kabul ettikçe özgürüz. Baş edebilmek, ancak çocukken öğrenilebilen bir şey. Bizim kuşaklar az çok baş etmeyi bilir. İflas eder ama yine ayağa kalkar, birileri hayallerini yıkar, yine toparlar. Çocukken istediği her şeyi önünde bulmamak, baş etme yeteneğimizi güçlendirir. Şimdiki orta ve biraz üstü sınıfın çocukları baş etmeyi öğrenemeden büyüyebiliyorlar. Genç olduklarında karşılarına biraz zor bir tip/süreç çıktığında da ne yapabileceklerini bilmediklerinden bulundukları yeri terk edebiliyorlar ama üst yapı, hemen yardımlarına koşuyor.

Mesela yakın ilişkide bu durumu ‘Ghosting’ terimiyle açıklayabileceklerini kulaklarına fısıldıyor. Kitapta bir ifade var. Bir karakter ‘‘İnsanın en büyük uçurumu nedir bilir misin?’’ diye sorar ve kendi cevap verir: ‘‘Düşünebilmesine olan hayranlığı…. Kendi kusursuzluğuna inanıyor. Kusursuz sandığınız elinizin bile, kendi vücudunuzda dokunamadığı yer var. Sağ el sağ dirseğe dokunamaz mesela. Her düşündüğün doğru değil evlat.’’ Evet, her düşündüğümüz doğru değil. Mesela bazı toplumlarda zihne maymun derler. Maymun nasıl bir ağacın üstünde oradan oraya zıplıyorsa, zihin de zıplayan maymun gibi önümüze düşünceler getirir. Her düşüncemize inanmamak, gerçeklikle sürekli bağlantıda olmak, baş etmemizde etkili. Ben eğitimlerimde ‘No Hikmet’ derim, katılımcılar da şaşırır. Her şeyde hikmet arıyoruz. Ama önemli olan hikmet değil kanıt.

image00008-2
Fırat Devecioğlu | Fotoğraf: Ece Tekin

Kitabının girişinde Lacan’ın “Usulüne göre gömülmeyene her şey sonradan hortlar” sözü yer alıyor. Bu sözün kitabına somut ve soyut olarak hizmet eden yanlarını açıklayabilir misin?

Bir dargın bir barışık ilişkiler vardır. Bir türlü bir sonuca da varmaz. İnsanlar ara ara bir araya gelir ama yine ayrılırlar. İşte burada usulüne göre gömülmeyen bir şeyler vardır. Bu nedenle, Metallica’nın deyimiyle bir türlü “Turn the page” yapılamıyordur 🙂 Lacan’ın bu ifadesi, kitabın psikolojik derinliğini açıklamakta yardımcı oluyor. Kitaptaki Lazarus karakteri, annesinin ölümü sonrası tamamlanmamış yas sürecini yaşıyor. Bu keskin ölüm gerçeğini kabul edemediği için, annesiyle benzer hastalıklara sahip insanların arasında yaşamaktan haz duyuyor. Annesini zihninde yaşatıyor. Lazarus’un insanları öldürme, ölüm anı sonrası onları izleme gibi arzulara sürüklenmesinin nedeni, ölmek üzere olan hastaların, annesinden beklediği ama şahit olamadığı son hareketleri yapmalarından kaynaklanıyor. Öldürme arzusunu, kendine Tanrısal anlamlar yükleyerek (üst benlik oluşturarak) gerekçelendiriyor.

İşte bu yaşantı, Lacan’ın ‘’Usulüne göre gömülmeyen her şey hortlar.’’ düşüncesini hatırlatır. Bu açıdan baktığımızda bizim kültürümüzde olan ve ölmek üzere insanların sevdiklerine söylenen ‘onu son kez gör’ yönlendirmesinin önemini daha iyi anlayabiliriz. Tamamlanmamış yas, kendimizi olduğumuz gibi yaşamamıza bir engel.

Gündelik olan şeyler hayatımızın her anın kapsıyor, sarıyor. Üretim dediğimiz şeyin de bir rutine dönüştüğünde gündelik olanın içine giriyor. Gündelik olan uğraşıların üretimine ne kadar dâhil oluyor? Olayları ve anlatımını çerçevelerken gündelik olanın etkisi oluyor mu?

Ben sıradanlığın güzelliğine inanıyorum. Gündelik olan bu nedenle her zaman kıymetli. Tabii günlük rutinlerimin çoğunu şirketim THINK House oluşturuyor. Ancak laboratuvarım zengin. Sonuçta tiyatroyla, felsefeyle, sanatsal üretimle uğraşıyoruz. Aslında kendi doğamızı daha yakından tanıdığımızda taşlar yerine oturuyor. Zihnimizin eşsiz bir nöron yapısı var. Mesela yaratıcı fikirleri bize getiren ‘varsayılan mod ağ’ denilen küçük sayıda bir nöron grubu. Ancak zihnin en tembel nöronları aylaklar. Bütün gün uyuyorlar. Kimi insanda günde 2-3 saniye aktifleşiyor, işte o an yaratıcı fikri bilincimize bırakıyorlar.

Bu varsayılan mod ağ nöronları, kişi kalbinden geçeni yaptığında daha çok uyanıyor. Mesela bisikletle Kadıköy’e gideyim diye içinde geçiren bir insanın, muhtemelen yolda aklına yaratıcı fikir gelir. Eğer fikir iyiyse, bu defa ikinci bir nöron grubu devreye giriyor: Yürütücü Mod Ağ. Fikri olgunlaştıran, hayata geçmesini sağlayan bu grup.  Diğerleri aylak, bunlar ise arı gibi çalışkan. Ancak bu arı nöronların, fikri hayata geçirmesi için zamana ihtiyacı var. Yani rutinlere. Hayatta kayda değer üretim veren herkesin bir rutini vardır. Ben de bu iki nöron grubuna uygun yaşıyorum 🙂 Rutinlerim var. Ama alıp başımı gitmek istediğimde de gidiyorum.

image00003-5

“Lazarus- Tanrı Oyuncağı” Lansman| Fotoğraf: Ece Tekin

Hikâyelerimiz üzerinde hep bir bakış hissetme hâli ve o bakışın etrafında parlayacak bir hikâye yaratma güdüsüyle sıradanlığımızdan kaçarak kahramanlık yaratmaya çalışıyoruz. Kitabın bu ince çizgi üzerinde ilerleyerek okuyucusunu bir şahitliğe davet ediyor. Sıradan olmakla kahraman olmak arasındaki çizginin senin açından anlamı nedir?

Benzer bir açıdan, kitapta kahramanlık rollerine eleştirel bir atıf var. Mesela bir bölümde Lazarus, insanları öldüren birinden parti yapan birine dönüşüyor. Bu bir kadını sevmesiyle mümkün oluyor. Dans ediyor, eğleniyor. Kendine yüklediği kahramanlık rollerinden (üst benlikten) sıyrılıyor. Ancak sevgiden uzaklaştığında karanlık düşüncelerine geri dönüyor. Kendine kahramanlık rolleri yükleyerek, aslında sevgi yoksunu kalmış halinin üstünü kapamaya çalışıyor. Erich Fromm’a göre yaratmayan insan yok etmek ister. Lazarus, yok ederek hayattan intikam alıyor. Hayata dair hatalarımızı, genelde kendimizi güçlü hissettiğimiz zamanlarda yapıyoruz. Örneğin tam sevmenin zamanıdır, ama kişi sevmez. Önünden tren geçiyordur, bir türlü o trene binmez. Kitapta da, bir açıdan bunu yazmak istedim. Lazarus, edilgen, silik birisinden, etkin ve saygın birine dönüşüyor. Ancak gerçek anlamda birey olamadığı için kahramanlık rollerine tutunarak, özlemini çektiği duyguların karmaşasına kapılıyor.

Üstün insan, özgürlükten kaçış, temel bağlar dönüş, kolektif bilinçdışı gibi temaların etrafında insan doğasının labirentlerinde gezinen, arafta kalanların dünyasına bir bakış sağlama amacındasın. Sence insan içinden geçerken yaşarken bu kadar farkında olabilir mi her şeyin? Kitabının böyle bir misyonu var gibi, sanki insanlara “dön hikâyene bir daha bak” der gibi. Sen ne dersin bu konuda?

Hayat ileri doğru yaşansa da geriye doğru anlaşılıyor. Yani evet, yaşarken fark edemeyebiliriz. Zaten hayat, neden-sonuç ilişkisi içinde var olmaz. Önce sonuç vardır, arkasından ona bir “neden” üretiriz. Ben evlendim diyelim. Neden o kişiyle evlendiğimi şimdi açıklayabilirim. Evlilik kararı sırasında şimdiki kadar net ‘niçinler’ yoktur. Seçimlerimizi, ancak şimdi ürettiğimiz bir nedenle anlatabiliriz. Seçim sırasında “neden” yoktur. Sonuçlarla karşılaştıktan sonra, her birine mantıklı birer neden tayin eder insan. Diğer yandan her insanın kendine özgü düğümleri olabilir. Oralara ışık tuttuğunda neyi neden yaptığını, bazı duygularının kökeninde hangi yaşanmışlıklarının olduğunu görebilir. Lacan şöyle der: ‘‘Anneyle yaşadığımız cenneti, sonsuza dek kaybederiz. İnsanın trajedisi bu eksikliği tamamlamaya yönelik nafile çabadır.’’ İnsan özgür bir birey değilse, bu benim yolum, benim yolculuğum diyemiyorsa, cennetini aramaya başlayacaktır. Ona annesini, babasını hatırlatan insanları hayatına seçebilir. Ya da çocuk cehenneminde, ona ‘yapamazsın’ diyen birileri ile büyüdüyse, yetişkin olduğunda da ona ‘yapamazsın’ diyen insanları seçecektir. Çocukken kayıplar yaşayan biri yetişkin dönemlerindeki ilişkilerinde, ‘seni terk ederim’ diyen kişilerin peşinden anlam veremediği şekilde koşabilir. Sonuçta insan bildiğine gider.

Son olarak gerçeğine kurmaca üzerinden tekrar tekrar baktığında yaşanmışlıklarınla arandaki mesafenin ne boyutta değişim gösterdiğini sormak isterim.

Yaşanmışlık karşısında oluşan düşünce dünyasının güvenilir olmadığını gördüm. Bertrand Russell, “inançlarım uğruna ölmem, çünkü değişebilirler” der. Hayat bir nokta değil, virgüllerle devam eden  doğrusal olmayan (nonlineer) fonksiyon. Planlanamaz, tasarlanamaz. Şu an bilgisayarımın altındaki masanın içindeki moleküller bile hareket halinde. Ağzımızın içindeki hücreler yirmi dakikada bir tamamen değişiyor. Doğanın sürekli hareketliliği, bize kaos gibi görünse de kaosun bir dansı. Hayata artık, bir oyun alanı ve dansa katılmak olarak bakıyorum.

Kapak Fotoğrafı: Murat Arı

İlginizi çekebilir: Nisa Sümertekin’den Ömür İklim Demir Röportaj,