Perfect Days: Rutinin İhtişamı
77 yaşındaki Wim Wenders’ın sinemasal anlamdaki mihenk taşları, sinefillerin az çok hakim olduğu filmler aslında. “Paris, Texas” ve “Wings of Desire” gibi filmleriyle dingin ve özgün üslubunu bildiğimiz yönetmenin bu sefer de karşımıza benzer bir tonda ama farklı bir hikâyeyle çıkacağına az çok emindik, öyle de oldu. Tokyo’da umumi tuvaletleri temizleyerek, çalışma arkadaşına sabrederek, güzel müzikler dinleyip basit bir hayat sürmeye çalışarak yoluna devam eden Hirayama, son derece mütevazı ve bir çok kişinin normal şartlarda ilgilenmeyeceği bu hikâyeyi bize hatırı sayılır bir süre izletmeyi başarıyor. “Bu filmde hiçbir şey olmuyor.” denilen filmler kategorisine ekleyebileceğimiz Perfect Days, her şeye rağmen seyir zevkini belli bir raddenin altına düşürmeden meselesini sakince anlatıyor. Film çok yakın zaman MUBI Türkiye platformunda da izleyiciyle buluşacak.
Hirayama’nın batı edebiyatına ve batı müziğine olan ilgisi, kendi kültürünün getirdiği bazı durumlarla harika bir şekilde iç içe geçiyor. Çevrimdışı yaşama alışkanlıklarının gözle net bir şekilde görülebildiği, modern dünyanın imkanlarını sınırlı çerçevede değerlendiren, iş ahlakı akıl alması güç seviyede yüksek bir karakterin hikâyesine tanık oluyoruz. Temizlediği tuvaletlerin mimarileri kendi hayatından daha göz alıcı. Ama burada mevzu şu: “Rutin öcü müdür?”. Burada oturup herkes tuvalet temizlese ne güzel olur romantizmi yapacak değilim. Fakat “rutin” kavramının olması gerekenden fazla öcüleştirildiğini, çoğu bireyin kendini gerçekleştirme hedefleri doğrultusunda dünyanın merkezindeymiş gibi hissetmekten gerçeklerle yüzleşmeyi becereremediğini düşünenlerdenim.
Editör Notu: Yazının devamı spoiler içermektedir.
“House of The Rising Sun” filmden sonra da sizinle bir süre aynı evi paylaşacaktır herhalde… İçsel meselelerin, basit yaşam gayelerinin, zorlukların üstesinden gelme yollarının, son derece yalın bir dille tasvir edildiği bu hikâyenin bence en büyük sıkıntısı senaryo matematiğinin filmin temposuna çomak sokması. Tabii ki de böyle bir meseleyi ele alan filmin kimseye ritmi yüksek bir film borcu yok ama ben yine de her yeni günde üzerine koyarak gitmesini beklerdim bazı şeylerin. Hirayama’nın çalışma arkadaşının izleyiciyi dipsiz bir kuyuya attığını, ses tonu ve hareketleriyle sinirlerimizi oradan oraya zıplattığını söylemek mümkün. Onun dışında pek de sinir bozucu bir öğe yok. Yeğeninin yanına geldiği anlarda onunla çok kısa sürede ortaya çıkan eşsiz uyumunu keyifle izliyoruz. Tabii devamında annesi geliyor ve tüm samimiyetsizliği ile ortamında tadını kaçırıyor ama olsun.
Filmin sonlarına doğru Hirayama’nın biraz daha kişisel meselelerine tanıklık ediyoruz. Restoranın kapısının ucundan tanık olduğu bir sarılma anıyla yerle bir olan karakterimiz, adamın kendisini bulup kanser olduğunu anlattıktan sonra duygusal anlamda dev bir katarsis yaşıyor, yaşatıyor. Hayatı sorgulatan o anlarda bu iki adamın arasındaki kimyanın ilginç bir şekilde fazlasıyla tuttuğunu söylemek mümkün. Evet, filmde pek bir şey olmuyor ama olanlar da aklımda kalacak gibi hissediyorum. Geçtiğimiz senenin hakkında en çok konuşulan filmlerinden bir tanesiydi, bakalım Wenders’ı tekrar sahalarda görebilecek miyiz ileride? Sevgiler.
Sinema dünyasına ve filmlere dair paylaşımlarıma Instagram üzerindeki film blogumdan (@atıptutuyorum) ulaşabilirsiniz.
Kapak Fotoğrafı: IMDb
İlginizi çekebilir: Sine Magger’dan MUBI Film Önerileri
İlk yorumu siz yazın!