Bu romanın adı Fabrika olabilirdi. Zira hem gölgede hem de ışıkta kahramanımız bir fabrika. Fabrika deyince Cumhuriyetimiz’in “özelleştirilerek” en çok tıkanan damarlarından olan kamu iktisadi teşekküllerinin apar topar ona buna satılmasıyla İzmit SEKA gibi kamu kurumları akla geliyor hemen. Evet yanılmadınız, hem de “fabrikalar şehri İzmit’in orta yerinde, yıllardır durmaksızın kâğıt üreten, en büyük, en eski kurumun, bir fabrikanın” romanı bu.

Fatma Gürel

Merhaba. Yazar Fatma Gürel’in dördüncü romanı Hayaller Kitabı’na yani Fabrika’ya hoş geldiniz Sevgili Okurlar. Siz de hoş geldiniz Sayın Fatma Gürel. Bu son derece ustalıklı ve yetkin romanın yazarı da olsanız İzmit SEKA Fabrikası bugün yaşıyor olsaydı onunla da konuşmak isterdik. Ne iyi ettiniz ve sonraki romanlarınıza da bırakmış olsanız İzmit en sonunda SEKA rakımlarında romanlaştı nihayet. Bunun için en verimli ve tanınmış döneminizde bunu yapmanız sanırız Körfez sakinleri ve tüm SEKA ilgilileri için daha da hayranlık verici kılıyor çalışmanızı. İlk sorumla birlikte sözü size ve Fabrika’ya bırakıyorum şimdi. Sayın Fatma Gürel, yeni kitabınız (dördüncü romanınız) Hayaller Kitabı, 20 Ocak 2024 günü, yani doğum gününüzde yayımlandı. Öncelikle tebrik ederiz ve duygularınızı öğrenebilir miyim?

Teşekkür ederim. Yeni kitabımın çıkacağı günlerde hep tatlı bir heyecan olur bende. Bunun yanında, işim artık tamama erdiği için bir rahatlama ve nasıl bir kitap olacak acaba diye bir merak… Sabırsızlanarak beklerim. Sonra bir gün o gelir. Önce sevgiyle incelerim. Baskı iyi mi, yazım yanlışları var mı, kapak görseli istediğim gibi mi diye bakarım ve elbette asıl kendi çalışmamı değerlendirmek için tüm dikkatimi toplayıp okurum. Bu benim son okumamdır. Bundan sonra kitabımı artık bir kez daha okuyamam. Çünkü sayısız okuma yapmışımdır; bıkmışımdır, neredeyse ezberlemişimdir. Okuma eylemini artık başkalarına bırakma vakti gelmiştir. Kapağını kapatıp kitaplığıma kaldırırım. Bir daha bakmak istemem. Çok seyrek olarak, sevdiğim bazı bölümleri okumak istediğim olur ama bu epeyce bir zaman sonra. Şimdi yine benzer şeyler yaşıyorum.

Bunun ötesinde son iki romanınız arası yaklaşık bir on yıl tutuyor. Edebiyatın bu dönemde sizin peşinizi bırakmadığı çok belli yeni romanınızdan. Peki bu on yılı anlatacak olursanız neler aktarırdınız bize?

Benim kitaplarımın çıkış tarihleri zaten hep aralıklıdır. Her yıl kitap çıkaramam. O kadar üretken değilim. Bir de edebi kitapların nicelikten çok, niteliği önemli diye düşünürüm. Bir yazarın adı anıldığında, bir-iki kitabı hemen beğeniyle anımsanıyorsa, okurda güzel bir iz bırakmışsa, hatta yeniden okuma isteği uyandırıyorsa, o kişi iyi bir yazar olarak görevini yapmıştır. Benim ölçütüm bu… Tek ya da iki kitapla dünyanın tanıyıp sevdiği büyük yazarlar var. Kısaca asıl önemli olan kitabın içeriği ve niteliği… O yüzden her kitaba başlarken iyi bir edebi eser ortaya koymak niyetiyle başlarım. Konuyu, kitabın dilini, daha bir sürü şeyi düşünürüm. Yazma aşamasına geçince de epey titiz biriyim. Sayısız okumalar, yeniden yazmalar… Kolay yazan, kolay beğenen biri değilim kısacası. Bu işimi zorlaştırıyor ve uzatıyor. Bir de tabii yanı başımızda akıp giden bir hayat var. Güzellikleri, zorlukları ve girdaplarıyla…

Bu kez dosyamı çok önceleri tamamlamış olduğum halde bir de pandemi ve başka sorunlar girdi araya. Uzun zamandır dosyam duruyordu. Daha da duracaktı belki ama Kafe Kültür’ün heyecanı ve isteği beni harekete geçirdi. Demek zamanını bekliyormuş doğmak için.

Bu arada öyküler yazdım. Edebiyattan elbette kopmadım ya da o beni bırakmadı dediğiniz gibi.

fbgtm2
Hayaller Kitabı | Fotoğraf: Kafe Kültür Yayıncılık

Okurun öznel alanını işgal etmemek için yeni kitaptan ziyade onun dolayımında daha sosyal ve ulusal bir konuya girmek istiyorum: Türkiye gibi “kendine yetebilecek” güçleri ve kaynakları olan bir ülkede bugün -birçok alanda da olduğu gibi- örneğin kâğıt neden hâlâ ithal edilmek zorunda kalınıyor?

Evet, kaynakları olan, güçlü bir ülkeyiz. Çocukluğumla gençlik yıllarım, bu inanç ve kıvanç içinde geçti. Cumhuriyet Türkiyesi’ni kuranlar tüm alt yapıyı oluşturmuştu ve bize yalnızca geliştirmek görevi düşüyordu. Hep bu amaçla çalıştık. Öyle sürebilseydi şimdi ileri Avrupa ülkelerinden biri olurduk.

Ancak zaman içinde sahip olduğumuz maddi ve manevi tüm değerlerimiz tırpanlanmaya başlandı. Fabrikalar satıldı, planlar rafa kaldırıldı. Kalkınmacı, üretimci, çağdaş zihniyet; yerini rantiyeci, dışa bağımlı ve bağnaz zihniyete bıraktı. Daha da kötüsü emeğin, çalışmanın değerine inanan, erdemli insan modelinden vazgeçildi. En kötüsü de bu oldu bence. Çünkü her iş, başındaki insan tarafından onun karakterine ve donanımına göre şekil alıyor.

Cumhuriyet döneminde kurulan kâğıt, şeker, basma, demir çelik fabrikaları hepsi örnek kurumlardı, hem üretimleriyle ekonomide etkindiler hem de çağdaş yaşamın örnekleriydiler. Bulundukları bölge için birer okul gibiydiler. Ne yazık ki satıldılar, üretimden çıkarıldılar. Hepsi beni çok etkileyen kurumlardır. Bu fabrikaları kuran düşünceye çok saygı duyuyorum. O kurucu heyecanı, o vatansever yurttaşları çok seviyorum. O dönemde yaşayıp o insanlarla birlikte olsaymışım, ne mutlu olurdum diye düşünüyorum bazen. Kâğıt Fabrikaları da bu kurumlardan biri. Hem staj yaptım hem üniversiteden sonra ilk mühendislik yıllarımda orada çalıştım. Çok severek…

Kâğıt fabrikaları benim çalışmaya başladığım yetmişli yıllarda yeni tesisler eklenerek büyümekteydi. Ben Dalaman Kâğıt Fabrikasının kuruluş aşamasında bulundum. Avrupa’nın ve Balkanlar’ın sayılı büyük tesislerinden biriydi. SEKA eski ve yeni işletmeleriyle ülkemizin tüm kâğıt gereksinimini karşılayabilecek durumdaydı. Gazete kâğıdı, kitap, defter kağıdı, sigara kağıdı, ambalaj kağıdı, karton, kraft, mukavva kağıtları üretir ve yurdun her köşesine yetiştirirdi. Üstelik kâr eden kuruluşlardı. Ayrıca bölgeye eğitim, sanat, spor, görgü, bilgi katkıları olurdu. Okullarında işçi ve teknik personel yetiştirilirdi.

Devletin bu değerli kurumları gözden çıkarıldı. Ya kapatıldı ya da satıldılar. O güzelim Dalaman Kâğıt Fabrikası satıldı. Balıkesir, Giresun, Afyon, Zonguldak, Silifke… Fabrikaları da. Hepsinin anası olan İzmit SEKA Fabrikaları kapatıldı. İzmit’teki tek bir fabrika değil, zamanla eklemeler yapılarak oluşturulmuş bir fabrikalar grubuydu. Hepsi yıkılıp yerine bir park yapıldı. Ben gördüğümde fabrikalardan yalnızca bir tanesi yıkılmamıştı; kararmış demir çelik iskeleti ve paslanmış bazı makineleriyle duruyordu. Duyduğuma göre korku sahnelerinde filmciler set olarak kullanıyormuş orayı. Çok acı değil mi? Sonraki yıllarda parkın içinde bir kâğıt müzesi kurulduğunu öğrendim ama görmedim. Bir fabrikayı yok edip yerine müzesini kurmak nasıl bir planlamadır, anlaşılır gibi değil. Şimdilerde dışarıdan kâğıt almaya çalışıyoruz, ona da paramız yetmiyor.

Dolayısıyla bir dönem SEKA kamu iktisadi teşekkülünde çalıştınız kimya mühendisi olarak. Hayaller Kitabı’yla bu öz geçmişiniz arasında okurun paralellik kurması sizce boşuna bir çaba olmaz, değil mi?

Elbette olmaz. O işletmelerin benim yaşamımda önemli yeri ve etkisi var. Hayaller Kitabı’mda anılarımda kalan parçalardan bir kolaj oluşturdum. Romanımın bir katmanında onların önemine ilişkin anımsatmalar yapmak istedim.

fbgtm3
1936 SEKA fabrikasının açılışı. İlk müdür Mehmet Ali Kağıtçı ve yöneticiler, çalışanlar | Fotoğraf: sekakagitmuzesi.com

Ölmez Ağacın Evi ve 36 Baharı romanlarınızda doğduğunuz yer, yani memleketiniz Edremit, kaçınılmaz bir gölge kahraman olarak ön sıralardaydı. Özelde Edremit’i, metropollerde de yaşamış bir yazar olarak ve de genelde yaşamımızın ve ülkemizin odağında taşra sorunsalını nasıl değerlendirirsiniz?

Evet her iki kitabımda başroldeki kahramanlardan biri Edremit’tir. Bunu bilinçli olarak seçtim. Romanlarımın önemli bir öğesi, o olsun istedim. Çünkü benim için çok değerlidir. Üzerimdeki etkisi, kalbimdeki yeri çok büyüktür. Sanırım herkes doğup büyüdüğü, gençliğinin geçtiği coğrafyayı sever ama yazarların onu başkalarına anlatmak gibi bir şansı oluyor. Tanıdığım pek çok yazar bu şansı kullanmıştır. Ben de Edremit’i romanlarımın başköşesine yerleştirerek yaptım bunu… Yine bazı öykülerimde de esintileri vardır.

Yaşantımın daha büyük bölümü, büyük şehirlerde geçti. İstanbul gibi bir metropolün ve Edremit gibi küçük bir taşra yerleşiminin elbette kendine özgü artıları ve eksileri var. Benim gördüğüm, taşranın sorunu, taşrada bulunmaktan değil taşraya uygun yönetilmemekten kaynaklanıyor. Doğal özelliklerinin tadını çıkaracağı yerde bir metropolün en kalabalık semtiymiş gibi sıkışık, tatsız, rahatsız yaşıyor. Edremit’e gittiğimde, kargaşadan ve kalabalıktan başım dönüyor ve hemen kaçmak istiyorum. Benim gibi memleketine aşık birinin bu hissi duyması, işlerin iyiye gitmediğinin bir göstergesi.

Kuşkusuz Edremit ve dolaylarının son 25-30 yılki hızlı değişimi hepimizin olduğu gibi sizin de içinizde bir burukluğa yol açmıştır. Edremit’in ve genelde Troas yarımadası güney kıyılarını oluşturan Edremit Körfezi’nin zeytin ağacı ve kültürüyle çok güçlü bağları var. Bu ilişkinin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Edremit Körfezi çok hızlı değişime uğradı. Bu bölgede yaz kış oturulan kocaman kentler oluştu. Yalnızca yeni apartmanlar dikmekle şehirleşme olmuyor. Ne yazık ki Edremit’imiz, bu değişimden çok etkilenmiş durumda. Kendini hiç koruyamadı. İyi ki ‘Ölmez Ağacın Evi’ni yazmışım diyorum bazen. Memleketim; insanları, kültürü, zeytin ağaçları ve zeytin üreticisiyle orada bir parça saklanmış oldu gibi geliyor.

Yeşilliklerin azalması, eski kasaba dokusunun yok edilmesi, yolların sıkışıklığı, üstelik bir de değişik yerlerden, değişik kültürlerden gelmiş bir insan kalabalığına maruz kalmak, benim gibi yerlileri üzüyor ve yoruyor. Bu kalabalıkta zeytin ağacıyla doğup büyümüş olan, o kültürü tanıyan eski Edremitliler o kadar az ki kelaynak kuşları gibi sayılı kaldık, birbirimizle karşılaşınca seviniyoruz.

Edremit körfezi var oldukça zeytin ağaçları da olacak ve insan ile zeytin ilişkisi hiç bitmeyecek diye inanıyorum.

Aslında Edremit’ten hiç kopmadınız, hep, en azından yazlarınızı güzel zamanların Akçay’ında geçirdiniz. Ve orada yerel yönetimlerin “ulusal” kitap fuarları gerçekleştirildi. Gelgelelim… Gerisini sizden aktarmanızı rica edebilir miyim?

Evet, aslında hiç kopmadım memleketimden. Yaz aylarında birkaç hafta da olsa hep geldim. Yıllar önce Akçay çok güzeldi. Şıkır şıkır tertemiz denizi; bahçelerinde küçük havuzları olan evleri; bilek kalınlığında sürekli akan soğuk artezyenleriyle; ağaçlar altındaki kahveleriyle ve en önemlisi özel giyinip süslenerek kordona yürüyüşe çıkan yerli halkıyla sevimli, kibar bir Egeliydi. Ayrılmak istemezdim, dönerken hep üzülürdüm. Son yıllarda daha uzun kalmaya başladım. Ama ne yazık ki artık o havayı bulmak olanaksız. Körfezin giderek kirlenmesi, doğru dürüst balık bile kalmaması, sürekli artan ev yığınları gibi konular da çok can sıkıcı.

Fuar konusuna gelirsek; adı “Kitap fuarı” olsa da ne kitaba ne de yazara yararı olan bir işti. Bol siyasetçi konuşmacıyla, çeşitli yerlerden çağırılmış yazar ve gazetecilerle, az sayıda yayınevinin katılımıyla yapılıyordu.

Ben de bir kez katıldım. İkinci yıl, ilgisizlik ve bilgisizlik nedeniyle bir yığın aksaklıklar oldu ve bir daha katılmak istemedim.

Bu kitabınızda bu kez İzmit gölge kahraman. Başka neler söylersiniz?

Evet bu kez mekân olarak İzmit’i ve fabrikaları seçtim. Dil, mekân, konu, kurgu olsun yinelemeyi sevmem ve hep kaçınırım.

Hayallerimiz temalı bir roman bu. Ancak olayların geçtiği seksenli yıllar, hayal ile gerçek, gençlik masumiyeti, yanılsamalar, devlet kurumları gibi alt başlıkları da var. Hayal kurmak insana özgü bir özellik. Hayallerin peşinden koşmak da evrensel bir konu. Benim de ilgimi çekiyordu.

Dört üniversite öğrencisi seksenli yıllara bir akşam, okulu bitirdikten sonra nasıl bir yaşam hayal ettiklerini konuşuyorlar. Romanım bu gençlerden birinin izini sürüyor. Kitabın sonlarına doğru, öbür üç gencin de hayallerine ne kadar yaklaştıkları anlaşılıyor…

Kapak Fotoğrafı: Fatma Gürel

İlginizi çekebilir: Eylül Aytan’dan Yiğit Karaahmet ile Röportaj