Challengers: “Her Şey Tenisle İlgili”
Filmi izlerken bu repliği duyduğumda, yazının başlığı da bu olabilir diye içimden geçirmiştim evet… Görüp görebileceğiniz en ilginç ve yoğun aşk üçgenlerinden birine tanık olmamızı sağlayan yönetmen Luca Guadagnino’ya minnet duyuyor, üreteceği her işi merakla beklemekte ne kadar haklı olduğumuzu bir kez daha görmüş oluyoruz bu filmde. Call Me By Your Name ve Suspiria gibi filmlerle tanıdığımız yönetmene bu filmde Zendaya, Josh O’Connor ve Mike Faist eşlik ediyor. Tanıtım dönemini ilgi uyandıran trailer’lar ile geçiren Challengers’ın kurdelesini açtığımızda neyse ki hayal kırıklığına uğramıyoruz. Tenisi arka planda bir tema olarak kullanan Guadagnino, insanı insan yapan her türlü duyguyu merkezine alıp kendine has üslubuyla oradan oraya zıplıyor. İlgilisi için film vizyona girdi.
Tek tek tirad attıracak derecede kusursuz oyunculukların film boyunca ümüğümüze çöktüğünü söylemek mümkün. Filmin müziklerinin altyapısı ve temposu sizi öylesine kıskıvrak yakalıyor ki, ortada herhangi bir bakışma veya tartışma varken bile kan tere batabiliyorsunuz. Lokal sayılabilecek bir Challenger tenis turnuvasının finalinde karşı karşıya gelen ikilinin hem maçını izliyoruz hem de flashback yöntemiyle geçmişlerine odaklanıyoruz. Geçmişleri, yönetmenin hikaye anlatıcılığı becerilerinin öne çıktığı, günümüzde oynadıkları maç da teknik anlamdaki becerilerini bizlere sunduğu çeşitli anlarla bezeli. Bu ikilinin kendi arasındaki gerilim yetmiyor ve üzerine bir Zendaya’nın hayat verdiği Tashi karakteriyle adeta izleyiciyi kündeye getiriyor film. Bu üçlünün geçmişine girdikçe bayır aşağı tepetaklak yuvarlanıyormuşuz hissinden kurtulamıyoruz, fena da olmuyor…
Editör Notu: Yazının devamı spoiler içermektedir.
Herkesin birbirine cins cins baktığı bir maçtan, zamanı 13 yıl öncesine sarıp ilişkilerin iç yüzünü öğrenmeye başlıyoruz. Tashi, adeta minik bir Serena Williams gibi sahaya hükmeden, hem yetenekleri hem de aurasıyla markaları ve tenis cemiyetini avcunun içine almaya başlamış bir sporcu. Donaldson, olayları bir adım geriden izleyerek kendine avantaj yaratabilecek bir ortam arayan, yeteneğinin ve potansiyelinin sınırlarına ulaşma konusunda sıkıntı çekmeyeceğinden emin, hafif sinsi hafif pasif bir karakter. Zweig ise Donaldson’un yetenek anlamında vadettiklerinden aşağı kalır bir yanı olmayan, tutkusunu daha farklı frekanslarda yaşamayı bilen, fakat savruk halleriyle kariyerini nereye sürükleyeceği meçhul bir tip. Bu iki oğlanın son derece ikna edici yakınlığı, Tashi’nin devreye girmesiyle biraz kırılıyor. Aslında aynı kızı tavlama sürecine girdikleri anda bile her şey hala oldukça doğal akıyor ama çizginin diğer tarafına bastıklarında iş işten geçmiş oluyor ve hikaye güç savaşına evriliyor yavaş yavaş.
Tenis, takım sporu olmayan sporlar arasında mental kuvvetin en önemli olduğu dallardan biri. Sporcuların dışarıya kırılgan gözükmeme konusunda yıllarca ekstra çaba sarfettiği bu ortamda, hikayeyi tenisin detaylarında değil de sporcunun tutkularına nasıl yön verdiği noktasından ele alıp, o havuzda izleyiciyi boğma fikri oldukça cazip. Arzuların ve hırsların iç içe geçtiği bu hikayede karakterlerin hiçbiri güvenilir değil. Tashi’nin yaşadığı sakatlık sonrasında içine girdiği psikoloji, Donaldson’ın buradan fırsat devşirmesi, attığı herhangi bir adımda mantık aranmaması gereken Zweig… Finale doğru Zweig ile Tashi arasındaki bakışlardan mevzuya kendince açıklık getiren Donaldson’un önce bir boşverişini, sonrasında da “gerçek tenis” izletmeye karar verdiği anları, bu anın coşkusu ile haykıran Tashi’yi ve kimin kazandığının önemi olmadığını ifade etmek için yine tüm minnoşluğu ile o sarılmalı finali bizlere sunan Guadagnino… Başkası yapsa bunu baya burun kıvırırdım ama bu adamın sevgi pıtırcıklığı beni finale de ikna etmeyi başardı. Tertemiz film.
Sinema dünyasına ve filmlere dair paylaşımlarıma Instagram üzerindeki film blogumdan (@atıptutuyorum) ulaşabilirsiniz.
Kapak Fotoğrafı: Cosmopolitan
İlginizi çekebilir: Eralp Alper’den Düet
İlk yorumu siz yazın!