Başrollerini Riz Ahmed ve Souheila Yacoub’un paylaştığı kısa film Dammi, MUBI kataloğuna eklendi. Film, uzun süredir görüşmediği babasıyla yeniden bağlantı kurma çabasıyla Paris’e gelen bir adamın, geçmiş ve bugünü gözden geçirmesini, kaybettiğini düşündüğü kimliği ve kökleriyle yüzleşmesini konu alıyor. Londra’da büyümüş, Cezayir asıllı Fransız yönetmen Yann Demange (Top Boy dizisi, ’71 ve White Boy Rick gibi uzun metrajlı filmleriyle tanıyabilirsiniz) için bu kısa film oldukça kişisel. Yann Demange ile kimlik ve aidiyet meseleleri, Paris sokakları, baba-oğul ilişkisi ve Riz Ahmed gibi hem Dammi‘nin hem de kişisel yaşamının bir parçası olan konular hakkında sohbet ettik.

yann demange
Yann Demange | Fotoğraf: Tim P. Whitby, Getty Images

Sanırım röportaj yapacak herhangi birinin yapacağı gibi ben de bu röportaja hazırlanırken ilk iş adını Google’da arattım ve çıkan ilk cümle şu oldu: “Londra’da büyümüş, Fransa ve Cezayir asıllı, Fransız sinema ve televizyon yönetmeni.” Bunu okur okumaz, Dammi’nin oldukça kişisel bir film olduğuna dair herhangi bir şüphem kalmadı. Ama bu en başından beri planladığın bir şey miydi? Yola “ben kişisel  bir film yapacağım” diyerek mi çıktın, yoksa zamanla mı buna evrildi?

[En başta] kişisel bir film yapma niyetim yoktu. Ortak-senarist olarak Parisli-Cezayirli arkadaşım Rosa Attab ile çalıştık, kendisi aynı zamanda bir yapımcı. Onunla işbirliği sebebimiz aslında Paris’teki farklı kültürler hakkında hibrit, deneysel bir belgesel film yapmaktı. Ama bundan fazlası oldu. Temaların etrafında döndükçe ve işin özüne ve neden böyle bir film yapmak istediğimizin kaynağına indikçe iş daha kişisel bir yöne evrildi. Sonra Rosa şöyle dedi: “Umarım sakıncası yoktur ama seninle ilgili bir giriş monoloğu yazdım.” Sonra birlikte onun üzerine bir film inşa etmeye başladık. Bu bir erkek ile bir kadın arasındaki konuşmaya dönüştü ve filmin ana çizgisi haline geldi. Ve inanılmaz derecede kişisel bir hâle geldi. Sonra bir noktada bunu kurmaca bir filme dönüştürmek üzere biraz esnettik. Ardından Riz Ahmed’i devreye soktum. O da kendinden ve fikirlerinden birçok şey kattı. Sonuç olarak başka bir şeye dönüştü ama evet, yine de artık benim amaçlamış olduğumdan çok daha kişisel bir şey. 

Bir yandan da kimlik ve aidiyetle çok ilişkili bir film bu. İki karakterin kimlik ve aidiyetle ilgili çok farklı deneyimleri var. Biri bu konularda çok rahatken, diğeri bir çatışma içinde. Senin hikayeni biliyoruz, senin için ne kadar kişisel bir film olduğundan konuştuk. Peki ya Riz (Ahmed) ile Souheila (Yacoub)? Onların da kişisel deneyimleri filmde canlandırdıkları karakterlerle benzeşiyor muydu?

Buna biraz dikkatli yanıt vermem gerek çünkü başkaları adına konuşamam. Ama Riz’i neredeyse 20 yıldır tanıdığımı söyleyebilirim. O kadar yakın arkadaşız ki kendisi Sound of Metal filmine hazırlanırken yaklaşık bir yıl New York’ta birlikte yaşadık. Beni The Good Immigrant’ın ABD baskısı için bir makale yazmaya ikna etmişti; o da İngiltere baskısı için bir tane yazmıştı. Arkadaşlığımızda kimlik temasını ve özel deneyimlerimiz hakkındaki şeyleri tartışarak kendimizin bu farklı parçalarını bir araya getirmeye çalıştık hep. Farklı insanlarla farklı dillerde konuşurken, ailemizle dünyanın geri kalanından farklı bir dilde konuşurkennasıl aynı insan olabiliriz; beynin farklı bölümleri olduğu gibi bizim de farklı versiyonlarımız olabilir mi? Bunları tartıştık hep. Riz bana çok şey kattı. Onun kişisel deneyiminden söz edemem ama onun hakkında çok şey biliyorum. Benzer şekilde Souheila da öyle. O da Arap kökenli ve melez. İsviçre Olimpiyat takımında yer aldı ama aynı zamanda güçlü bir Arap kadınıdır. Avrupalı ve Arap, bu iki parçayı uzlaştıran ve bunun ne anlama geldiğini bilen bir kimliğe sahiptir. Riz ise Kuzey Afrika kökenli değil, Pakistan kökenli fakat duyguları bana çok benzer. Bu yüzden Cezayir asıllı olmamasına rağmen onu filme koymanın benim için sorun olmadığını hissettim. O tüm bunları ifade edebiliyor ve filmin temasıyla da çok bağlantılı.

dammi
Dammi | MUBI

Buna kendin olarak da, filmdeki karakter olarak da, ikisi olarak da yanıt verebilirsin. Filmde birkaç kez gördüğümüz bir boğulma metaforu var… Kimlik ve aidiyet açısından düşündüğümüzde Munir’i boğuluyormuş gibi hisseden, tetikleyen en önemli anlar neler?

Aslında filmde bir boğulma yok. O sahnelerde hiçbir zaman nefes almakta zorluk çekmiyor. Boşluğun içinde askıda kalma hâli var. Boşluktan çıktığında nefesi kesiliyor evet ama öncesinde canlılığın askıda olduğu bir hâlde olduğu için. Rahatsız edici bir boşluğun içinde sıkışmış, benliğinin bir parçası bir yerde sıkışıp kalmış da yeniden bir bütün olabilmesi için dışarı çıkması gerekiyormuş gibi… Benim düşündüğüm daha çok böyle bir şeydi. Senaryoya hiçbir zaman “boğulmak” olarak yazmadım, “boşlukta askıda” olarak yazdım.

Yaptığın bir film aracılığıyla babanla yüzleşmek, onun yüzüne söylemediğin şeyleri filmdeki bir karakter aracılığıyla söylemek çok iyi bir fikir diye düşünüyordum ki üstüne bir de filmdeki babayı canlandıranın öz baban olduğunu öğrendim!

(Gülüyor.) Evet, kelimenin tam anlamıyla bunu yaptım. Aslında bu da başta niyetim olan bir şey değildi. Bir gün sete gelmişti ve ben sahneyi hazırladım. Riz’e “Ona bunları söyle ve ne olursa olsun, sadece dinle.” dedim. Gerçekten de filmim aracılığıyla ona bağırdım ve sonra bana sarıldı. Riz aracılığıyla sarıldık. Bir baba-oğul olarak hiç yapmadığımız şeyleri Riz aracılığıyla yaptık. Ne olduğunun farkındaydı. İlginç bir şeydi bu. Asla amaçlanmamıştı. Çok tuhaftı. Yani onu asla filme almak istemedim ama yeraltı dünyasına yarı-yarıya sızmış eski tarz Cezayirlileri oynayacak birini bulamadım. Gerçekten böyle olan insanlar oyuncu seçmelerine katılmıyor. Sonra Rosa “Babanı kullansana.” dedi. İlk tepkim “Asla!” oldu ama sonra kendimi ona “Bunu yapmak ister misin?” diye sorarken buldum. O da kabul etti. “Hadi, ona bir şeyler söyleyelim.” dedim. Hepsi onun sette olduğu bir gün, kendiliğinden gelişti.

Baban profesyonel bir oyuncu değil sanırım, değil mi?

Hayır, hayır… Hayatında hiç oyunculuk yapmamıştı. Hayatı boyunca barlarda takılan, tam bir Paris karakteridir. Ama hiç oyunculuk yapmadı.

dammi
Dammi | MUBI

Sen de Paris’te doğmuşsun ama Londra’da büyümüşsün ve sanırım kendini Londralı olarak tanımlıyorsun. Filmin fonunda Paris’in çok güzel bir görsel betimlemesi var. Parisli olmamanın Paris’in daha alımlı bir yanını görmene yardımcı olduğunu düşünüyor musun?

Paris’in farklı bir yüzü diyelim. Yani Paris’e gittiğimde Champs-Elysées’ye ya da Le Triomphe gibi kartpostal mekanlara gitmedim. Gitmek istemedim. Hayatım boyunca Paris’e gittiğimde ailemi görmek için Cezayir mahallelerine gittim. Ve aslında o Paris’e karlı bir nostaljim ve sevgim var. Genellikle geleneksel filmlerin, geleneksel Paris filmlerinin, beyaz filmlerinin gitmediği bu bölgelerde bir güzellik görüyorum. Onlar buralara her zaman kenar mahalle gibi, tehlikeli, korkutucu bölgelermiş gibi davranıyorlar. Ama aslında buraların bir ruhu var. Ben de hissettiğimi sunmak istedim. Bilirsin, Paris’in derin bir sevgi beslediğim bir versiyonu. 

Aslında şunu demeye çalışıyorum; bu film Londra’daki köklerine dönen bir karakter hakkında olsaydı görsel olarak farklı olur muydu?

Bu ilginç bir soru… Bilmiyorum. Nasıl yapardım bilmiyorum. Londra’nın henüz yapmadığım bir şekilde fotoğraflamak istediğim bir yanı var. Top Boy’un ilk sezonunda bunun üzerine biraz çalışmıştım, Londra’yı bir nevi güzelleştirdim. Büyüdüğüm Londra’ya yazılmış bir aşk mektubu gibiydi. Ama daha fazlasını henüz yapamadım. Şimdi, neredeyse bunun biraz devamı gibi hissettirecek bir film yazıyorum. Londra’da geçiyor. Görsel dilinin ne olacağını bilmiyorum ama farklı olacağı kesin.

Bu bir kısa film ve bu kısa filmi birden fazla uzun metrajlı film yaptıktan sonra yaptın. Bundan on yıl öncesinde bu belki de pek rastlanan bir şey değildi. Ama son yıllarda, Pedro Almodóvar, Wes Anderson ve Yorgos Lanthimos’un da aralarında olduğu birçok önemli yönetmenin kısa filmler yaptığını görüyoruz. Bunun sebebi sence dijital platformlar sayesinde kısa filmlerin erişilebilirliğinin artmış olması mı?

Evet, kısa filmlerin artık [bu sebeple] bir hayatı var. Kişisel olarak bu beni etkiledi çünkü geleneksel sinemanın zorbalığından, geleneksel anlatı geliştirme sürecinden bıktım. Herkesi memnun etmeye çalışıyor, tüm kutuları işaretlemeye çalışıyorsun ki olması gerektiği gibi olsun. İstediğin gibi olsun istiyorsun ama para da kazanmak istiyorsun. Giderek daha fazla riskli hâle gelen bir iş… Söylediğin isimlerin durumu biraz farklı; onlar saygı gören, auteur yönetmenler. Çok özel filmler yapmak için destekleniyorlar. Ama onlar için kısa filmlerin neden heyecan verici olduğunu da anlayabiliyorum. Kısa film yaparken biraz daha özgürsün. Özgür olduğun bir anlatı deneysel hâle geliyor. Bu bir egzersiz, özgürleştirici bir egzersiz. Yönetmenliğe yeniden aşık oldum. Sadece tadını çıkarmak istedim ve sırtımda 20 kişi yoktu. 

Dammi filmini MUBI‘de izleyebilir, MUBI’ye buradan üye olabilirsiniz.