Büyülü Gerçekçilik ve Art Nouveau: Mimarlık ile Edebiyat Arasındaki İlişki
Sanatı -tüm dallarıyla- kendine özgü, birbirinden farklı yaklaşımlarıyla gerçek ve ayrıksı duruşuyla mesafeli yani tam olarak bizden bir ruh olarak nitelemek yanlış mı olur bilemiyorum. Fakat onu bu şekilde görmek bende yaşamla olan ilişkisini derinleştiriyor. Bu derinlik sanata bakış açımı öyle içeriden destekliyor ki birbirine girmiş kollarıyla bambaşka disiplinlerin ortaklıklarını, farklılıklarını görebilme olanağı sağlıyor. Onu anlamak ve anlamlandırmak kolay olmasa da bir bakıma; filizlendiği yer, su veren kişi ve doğa(sının) şartlarıyla ilişkili. Açıkçası sanatı anlamaya ve anlamlandırmaya her zaman ihtiyacımız olmaz ve bunun gerekliliği de yoktur. Sadece uzaktan izleyip çağların değişimine bulunduğu katkıyı, o değişim sırasında başka yollardan kendine taşıdığı toprakları ve tohumları gözlemleyebiliriz. Dolayısıyla sanata disiplinlerarası yaklaşımla bakmak ve onu değerlendirmek elbette kaçınılmaz bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor.
Sanat çatısı altında değerlendirebileceğimiz iki önemli dalın farklılıkları ve ortaklıklarını gözden geçireceğimiz bu metinde, mimarlığa ve edebiyata büyülü bir pencereden bakıyoruz. Kendi dinamikleri ve devinimleriyle ayrı ayrı kollardan dağları aşıp aynı deryada buluşabilen ve farklılıklarına rağmen ortaklıklarında sanatın yaşamsal değerini yakaladığımız bu iki disiplinin sihirli tarafından iki önemli isim Antoni Gaudi’ye ve Gabriel Garcia Marquez’e selam veriyoruz. İki sanatçının bakış açılarında ve eserlerinde -her ne kadar birbirinden farklı alanların temsilcisi olsalar da- yaklaşımlarıyla ve dünyaya bıraktıkları etkiyle oldukça yakın anlamlar keşfediyoruz. Bu keşfi yaparken mimarlığın edebiyattan, edebiyatın da mimarlıktan etkilendiği birçok çıktının varlığıyla tekrar yüzleşerek başımızı döndüren bu iki büyülü yaklaşıma dalıyoruz.
Mimarlık ve edebiyatın topluma bıraktığı etki çoğunlukla somut ve net. İfade biçimi ve estetik açısından irdelediğimizdeyse daha soyut ve hislere dayalı anlatımlar ve görselleştirmeler yakalayabiliriz. Mimarlık da edebiyat da hikâye anlatımı, estetik algısı, yapısal çözümlemeleri, alegorileri ve betimlemeleri ile somut bir şeyler tutuşturuyor elimize. Mimarlıkta yapıları yalnızca ihtiyaç doğrultusunda değerlendirmediğimiz gibi edebiyatta da gerçeklikten uzak bir anlatı beklemeyiz. Her iki disiplin de kültürel aktarım anlamında bir anlatı sunarak bize toplum yapısını, ekonomiyi, içinde sürüklendiğimiz zamanı ve mekânı betimliyor. Bir ifade biçimi sunuyor ve uzaktan izlemeye koyuluyor izleyicisini / okuyucusunu / kullanıcısını. Bir bakıma bu sayede anlam buluyoruz bu eserleri incelerken…
Gabo’nun Büyülü Gerçekçiliği ve Gaudi’nin Art Nouveau’su
Büyülü Gerçekçilik akımına değinmeden önce bu metnin kahramanlarından Gabriel Garcia Marquez’e bakmamız gerekiyor. Bildiğimiz üzere kendisi 20. yüzyılın en önemli ve etkili yazarlarından biri olarak kabul ediliyor. Kolombiyalı yazar, gazeteci ve Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Márquez, büyülü gerçekçilik akımının da önde gelen temsilcilerinden. Gabo eserlerinde, Latin Amerika’nın sosyal ve politik gerçekliklerini büyülü ve fantastik öğelerle harmanlıyor. Eserlerinde onca kalabalık ve değişik yapıya rağmen sade ve büyülü bir anlatımla -onun deyimiyle- “gerçekleri” önümüze sunuyor. Bunu öyle büyülü, öyle dağınık ve öyle derli toplu yapıyor ki işte o gerçekliği yakalama noktasında tüm hayal gücümüzle biz devreye giriyoruz. Ucu açık bırakılan parçaları kendi belleğimizin şartlarına göre tamamlıyoruz. Belki de tüm anlatıları, bizi çözümlemeye itildiğimiz o toplumsal eleştiri ile boğuşurken yakalıyor.
Normal şartlarda Barok ve Büyülü Gerçekçilik daha net ortaklıklar barındırsa da Gaudi’nin çok katmanlı yapıları, barındırdığı geleneksel formlar vasıtasıyla bize Marquez’in yaklaşımını hatırlatıyor. Büyülü gerçekçilik akımıyla yazılan romanlarda bütünlükten ziyade parçalanmışlık olduğu için biçim ve içerik açısından zengin ve katmanlı bir yapıyı burada da görüyoruz. Haliyle her iki yaklaşım da izleyicisinin sıradanlıktan koparmayı hedefliyor. Bunu yaparken sıradanın parçası olduğu izlenimini vermeyi ihmal etmiyor ve bu da ana özellik olarak karşımıza çıkıyor.
Her iki ismin de eserlerinde yaşadıkları bölgenin kültürel faktörlerine yer vermesi; Gaudi’nin seramikleri elinden bırakmadan yapılara form vermesi, Marquez’in metinlerinin kendi bölgesinin mitlerine ve efsanelerine dayanması bize bunu gösteriyor. Gaudi’nin modernizmi yakaladığı kendi döneminde doğadan parçalarla mimarlığın sadece yapılarla var olmadığı fikrini savunması, Marquez’in yazınsal yaklaşımıyla karakterlerin her birine ayrı ayrı yüklediği anlamlar ve akıp giden kurgusal döngüsü iki sanatçının dönemine karşı direnişlerinin göstergesi belki de… Bu teknik açıdan direniş ve devrim göstergesi olmakla birlikte eserlerin kişiler ve izleyicileri üstünde bıraktığı etkiye de dokunuyor.
Büyülü gerçekçiliğin çıkışına zemin hazırlayan şey sürrealizm ve modernizme tepki yöntemi olarak seçilmesi şeklinde biliniyor. Fakat biraz geri durup baktığımızda 20. yüzyılın başlarında Latin Amerika’nın siyasi açıdan fazlasıyla karışık olmasını en önemli etkenler arasında gösterebiliriz. Dönemin dikta rejimleri neredeyse tüm Latin Amerika’ya yayılmışken yazarlar da bu ortamda kendilerini ifade etme fırsatı yakaladılar. Bu her ne kadar olumsuz bir durum olsa da bu baskı ortamında yazarların kendi kültürel gerçekliklerine geri döndükleri ve sorunları bu gerçekliklerin arkasına saklayarak yazdıkları gerçeğiyle buluşturuyor bizi. Yani bir bakıma büyülü gerçekçiliğin o ışıltılı tohumları baskı rüzgarında tüm dünyaya yayılıyordu.
Siyası yapı bu şekilde devam ederken kültürlerine ve köklerine bağlı olan Latin Amerika toplumlarında yaygınlaşan teknolojik gelişmelere karşı bir duruş kendini gösteriyordu. Batıl inançların baskınlığı hem doğrudan hem de bu şekilde dolaylı yoldan büyülü gerçekçiliğe kapı açıyordu. Toplumsal belleğin önemi eserlerin ve akımların doğuşunda çok büyük. Tam da bu noktada buradaki toplumların kendi tarihsel süreçlerinin farkında olması büyülü gerçekçilik için itici bir güç olarak karşımıza çıkıyor.
Detayların önemi, Gaudi’nin yaklaşımında olduğu gibi Marquez’in de yöntemlerini yansıtıyor. Katman katman çözülen elementleriyle her bir karakterin içsel süreçlerini ve gerçeklikten uzak o tuhaf hikâyelerini okurken Barcelona’da vücut bulmuş masalsı yapıları göz önüne getirebiliriz belki de -bu aşamada Gaudi ile andığımızı düşünerek söylüyorum-. Kültürün izlerini en küçük ışık huzmesinin konumlanmasında göstermek Marquez gibi Gaudi’nin de detayların eserlerdeki yerinin sarsılmaz olduğuna inandığını bize düşündürebilir. İşte bu noktada benzer bir yaklaşımla Antoni Gaudi’nin sanatsal bakış açısına süzülmeyi teklif ediyorum. Formları, elementleri ve bütünde yapıları doğanın parçası olarak gördüğü mimari bakış açısıyla onun büyülü, anlaşılması güç ve çağının ötesinde bir duruşa sahip olduğunu biliyoruz.
Zaman ve mekân ortaklığında, çağın suretini harmanlamak iki sanatçının da yöntemlerinden diyebiliriz. Gaudi, geleneksel mimari kurallarını zorlayarak -hem de gelenekseli içeride tutup!- yeni yapısal teknikler geliştirirken çağın ötesinde olduğunu gösteriyordu. Onun duruşunda organik binalarda sert çizgiler ve kalıplaşmış geometrik şekiller yerine doğaya aitmiş hissi yaratan kıvrımlı çizgiler ve şekiller hâkim tıpkı Marquez gibi o da akımının yaratıcısı değil ama öncüsü sayılıyor.
Yenilikçi düşünmek ve cesur tasarımlar yapmak, yaratıcı sürecin önemli bir parçası. Yeni fikirleri ve alışılmadık çözümler beklenmedik dünyaların kapılarını aralıyor. Tıpkı Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık kitabında olduğu gibi, gerçeklikten uzak, sihirin etkisi altında büyülü dünyalara davet edilmek gibi. Toplumsal dönüşüm her iki dal için de önemli bir ayna niteliğinde görev görüyor. Sanatçıların yaklaşımları ve değerleri eser aracılığıyla toplum yapısını gösterirken onun değişimine de katkıda bulunabiliyor. Bunu hem mimarlıkta kent kapsamında inceleme yaparken hem de edebiyatta toplumsal dönemleri düşünürken görüyoruz. Dolayısıyla bu taraftan baktığımızda Gaudi’nin sıcak ve derinlikli yapısı Marquez’in poetik ve ince dilini andırır.
Yaşadıkları dönemler, alanları, anlatımları, hayatları ve hayata bakışları her şeyiyle farklı bu iki sanatçının eserlerinde ve bakış açılarında ortaklık bulmak elbette biz izleyicilerin kişisel yaklaşımımızla disiplinler arası sanatsal bir bağlam oluşturma çabamızdan öteye gitmez. Yine de bu iki ismi büyüde ve sihirde birleştirmeye çalışmak bana heyecan verici geliyor. Çünkü büyülü dünyalar yaratmak, onları kalıcı kılmak ve gerçekliklerini iddia etmek herkesin harcı değil. Bu iki ismin tüm ürünleri / çıktıları dünyayı kasıp kavuran, kendi dallarına ışık tutan ve her şeye rağmen varlıklarıyla dünyaya katkı sunan değerli eserlerden.
Sona yaklaşırken;
Latin Amerika, geniş bir coğrafyada birçok farklı kültür, dil ve etnik grup barındırıyor. Bu çeşitlilik, büyülü gerçekçilik için zengin bir kaynak oluştururken benzer şekilde İspanya’nın birçok farklı kültürü ve tarihsel süreci barındırması, -her ne kadar bir dönem Latin Amerika’nın da İspanya baskısı altında kaldığını biliyor olsak da- İspanya’nın da belli dönemlerde kendi içinde yaşadığı çatışmaları ve iç savaşları göz ardı edemeyiz, etmemeliyiz. Bu durum, iki coğrafyadan çıkan eserlerin birbirine olan yakınlıklarını, farklılıklarıyla benzerliklerini bize gösterir. İki farklı dalın birleştiği noktayı sihir, büyü, yaratıcılık ve öncülük olarak belirlersek; her iki bölgenin de kültürel yapılarının köklü olması, geçirdikleri iç savaşlar, başka toplumların ve devletlerin baskıları aynı kaderi yaşamasalar da benzer bir kadere sahip olabileceklerini, en azından sanatsal üretimlerin ya da düşünsel süreçlerinin bu aşamada benzeşebildiğini bize gösteriyor. Günlük yaşam içine yedirilmiş o büyülü, başka, gerçekten uzak ve alışılmadık yapı her iki disiplin için de geçerli. Bu aşamada geleneksel yapının, ritüellerin ve mitlerin her iki yaklaşımda da harmanlanıyor olması fazlasıyla çarpıcı.
Gaudi’nin yapılarının alışılmışın dışında halleri, mimarın renk ve ışık kullanımı, yenilikçi malzeme eklemesi ve modellemeye başka türlü yanaşması tam anlamıyla mimari bir sihir gibi… Açıkçası bu tasarımlar form bulurken doğanın elinde kaybolan büyülü gerçekçiliği yansıtmaktan geri durmuyor. Gelelim bir sanat akımı olmanın ötesinde sosyolojik bir hareketin yankılarını taşıyan Art Nouveau’ya. Sanayi Devrimi’nin de etkisiyle 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başı arasında hemen hemen 25 yıllık bir dönemi domine eden bir akım olarak karşımıza çıkıyor. Neredeyse tüm Avrupa’ya yayılan bu sanat hareketi mimari açıdan da bir iyileşme olarak algılanıyor. Türkçeleştirdiğimizde “Yeni Sanat” anlamına gelen Art Nouveau, sadece Gaudi’nin eserlerinde değil; diğer sanatçı ve mimarların eserlerinde de derin izler bıraktı. Gaudi’yi sadece bu akımın etkisi altında olarak anlatmıyorum elbette ama bu yaklaşımın toplumsal yaşama etkisini düşündüğümüzde asıl konumuz olan Marquez’in toplumsal eleştirisine paralel bir bakış açısı yakalayabiliyoruz.
Sanayi Devrimi ile makine kullanımının yaygınlaşması, tarımın ve zanaatin geri plana atılarak köyden kente göçün başlaması küçük işletmelerin yerini fabrikalara bırakması hepimizin bildiği gibi bambaşka bir toplumsal dönüşümü doğurdu. Bu dönüşüm esnasında demir ve cam üretiminin kolay olması sebebiyle artması demir iskeletli binaların da fazlalaşmasına sebep oldu. Süsten arınmış bir mimarinin doğuşu desek çok da yanlış olmaz bu dönem için. Gombrich’in “Sanatın Öyküsü” isimli kitabında belirttiği gibi: “Avrupa toplumlarının işçi ve zanaatkar kesimi bu sosyolojik ve ekonomik değişimi yaşarken, zengin, aydın ve özgürlükçü kentsoylular da bu değişimin ortaya çıkardığı estetik gereksinimlere cevap arayışı içine girdiler. Büyük kitlelerin beğendiği yapılar ve eserler, sıkıcı ve eskinin tekrarı olarak değerlendirildi.”
Latin Amerika’nın siyasi istikrarsızlıklar, diktatörlükler, devrimler ve sosyal adaletsizliklerle dolu bir geçmişe sahip olması ve bunların anlatılara yansıyarak büyülü gerçekçiliği doğurmasında önemli bir etkendi. Bu noktada İspanya’nın acıları ve anılarını da hesaba katarsak Gaudi -doğrudan- böyle bir anlatı ve dert üstünde durmadı. Fakat o da kendi toplumunun içinde bulunduğu baskılara rağmen ve o bilinçte tasarımlar yaptı. Onun içinde bulunduğu dönemin dinamiklerine baş kaldırışını yapılarında gözlemleyebiliyoruz. İspanya’nın Katalanlar üstünde kurduğu dönemin baskıcı yaklaşımına karşı Gaudi de tıpkı kendi toplumu gibi tepki verdi. Savunduğu fikirleri eserlerine ve onlara bakışına yansıdı. Masalsı binalar yalnızca doğa ve zanaatın parçası değil aynı zamanda kültürel bir yapının göstergesi oldu. Büyülü gerçekçilik, sosyal ve politik eleştirileri doğrudan değil, metaforlar ve alegoriler aracılığıyla sunuyor. Dolaylı bir anlatım sağlıyor ve eleştirilerin daha geniş kitlelere ulaşmasına olanak tanıyor. Geleneksel tarzlara karşı çıkışıyla Art Nouveau ise katı ve süslemeye yönelik Viktorya dönemi estetiğine bir tepki olmasıyla daha özgür ve doğaya dönük bir tasarım anlayışı benimsiyor. Art Nouveau mimarisi, süslemeyi yapısal bir bileşen olarak görüyor. Bu, süsleme ile yapısal işlevin birleşmesi anlamına geliyor ve bina tasarımlarında bir bütünlük sağlıyor. Yapısal planlamadaki özgünlükler eserleri tıpkı Marquez gibi efsane ve mitlerden yararlandı. Bunun en iyi örneklerinden biri de Casa dels ossos’dur. Kullandığı ejderha ünlü Katalan efsanesinden geliyor. Gaudi, yapıları oluştururken formlarla çoğu zaman kendi eliyle oynadı. Bu tarz süslemeleri sadece işçilerin yapmadığını Gaudi’nin de dönem mimarları gibi kendi elleriyle doğadan yapılarına form verdiğini biliyoruz. Kendisinin zanaate duyduğu önemi de bu aşamada görebiliyoruz. Babası da bakır ustası olan mimar, kendi yapılarında da el emeğinin önemini vurguluyor. Ayrıca bu anlamda yetenekli biri olduğunu, yalnızca geometri, yaratıcılık, teorik bilgi bakımından değil yaptığı işlerde kendi el işinin izleriyle de görebiliyoruz.
Gaudi’nin masalsı yaklaşımına yakışan bir örnek de en ünlü eseri Sagrada Familia olsa gerek. Bu masalsı yapı üstüne ve o sırada başka hiçbir iş yapmadan 43 yıl çalışması ve yapının 144 yıl sonra tamamlanacak olması kendisine atfedilen Binbir Gece Masalları’ndan çıkma yapıları haklı çıkarıyor. Kendisinin fikirler ve gerçekler arasında kurduğu metaforik ilişki tam da bu aşamada gerçeküstü bir yaklaşımla çevreleniyor. Doğaç Arabacı, Mimarlıkta Üslup Kavramının Gaudi Örneklemi ile İncelenmesi tezinde “Aslında daha önemlisi Sagrada Familia’nın neredeyse anlaşılmaz bir şey olduğu konusunda ortak kanıdır. Mimarlık tarihçileri ve araştırmacılar çok değişik açılardan incelemişler içe dönük bir gözlemde tutkulu bir kişisellik, İspanyol baskısına karşı haklı bir Katalan ruhunun yansıması olarak değerlendirmişlerdir.” diyor.
Bu iki ismin bambaşka yaklaşımla bambaşka dallarda benzer bir ruh taşıması ve bunu miras bırakması tıpkı eserleri kadar masalsı ve büyülü…
Kapak Fotoğrafı: Taisia Karaseva – unsplash.com
İlginizi çekebilir: Ezgi Cenk: travelone’dan Barselona Notları
İlk yorumu siz yazın!