Bir kenti anlamak, bir kültürü anlamaya eş; onu anlamak için kent yapısından, göstergelerden, ifadelerden ve davranışlardan yararlanıyoruz. Fakat, elbette yalnızca bunlar yeterli olmuyor, yapı malzemesinden ülke ekonomisine, toplulukların inançlarından tabularına ve sanat anlayışına kadar daha birçok nokta bize kent kimliğini gösteriyor. Bu aşamada kenti algılarken yalnızca sokakları ve yapıları değerlendirmenin sığ kaldığını ve edebiyatın yani yazın sanatının da bu anlamda bize destek olabileceğini belirtmekte fayda bulunuyor.

Fotoğraf Altyazısı | Olga Subach (unsplash.com)
Kent ve Edebiyat | Fotoğraf: Olga Subach – unsplash.com

Edebiyatın; sosyal yapıları, dönemleri, kimlikleri, devletleri gösterebileceğini düşünürsek kentle olan bağını da aynı yerden kurabiliriz. Yani en sade söylemle bir eserde anlatılan her şey mekânla bağlantılı diyebiliriz. Bu, her zaman zorunlu olmasa da çoğunlukla bize eserle alakalı pek çok ipucu veriyor. Özellikle kurgusal taraftan baktığımızda karakterin içinde bulunduğu psikolojiden tutalım da yaşam standartlarına, toplulukların ideolojilerine kadar her şeyi kapsıyor mekân. Aynı zamanda, karakterle bağ kurmamıza olanak sağladığı gibi yazarla da bağımızı güçlendiriyor. Yazarın gözlemleri ve deneyimleriyle oluşan dünya, okuyucunun gözlemleri ve deneyimleriyle birleşerek gerçekliğe yakın bir kurmaca yaratıyor. O günün deneyimi geçmişi geleceğe bağlarken kurgusal dünyayı da kente bağlıyor. Bunu da kısaca şu şekilde açıklayabiliriz sanıyorum: Edebiyatın kentten aldığı her şeyi kent de edebiyattan alıyor. Yazarın bize bıraktığı eserde kent olgusu yapısal anlamda bize bir şeyler ifade ediyorsa, kentlerin eserlerden esinlenmesi de bir şairin isminin bir parka verilmesi kadar doğal. Tıpkı sokaklara taşınan sanat eserleri gibi. Bu bizim için hem soyut bir fayda hem de somut bir kanıt aslında.

Bugün gündemimize aldığımız konu: Kent ve edebiyat. Bir yazarın kentle olan ilişkisinden yola çıkarak eserleri ve sanatsal yaklaşımını değerlendirirken kentin buradaki rolüne değineceğiz. Yazarımız benim de çok sevdiğim Umberto Eco!

c18fcd1a27a4d5cfa8e3178ca35be35f
Umberto Eco | Fotoğraf: Literary Hub

Umberto Eco ve Kent Üstüne

Umberto Eco fikirleri, akademik çalışmaları ve kurgu eserleriyle dünyada önemli yer edinmiş değerli yazar, filozof ve göstergebilimci. Kendisinin dil bilimi alanında yaptığı çalışmalar, birçok yönden önümüzü aydınlatan önemli nüanslar arasında gösteriliyor. 

İtalyan yazar kente de tıpkı diğer alanlara yaklaştığı gibi yaklaşıyor. Kenti göstergebilimsel bakışla irdeleyen yazar, onu bir metin olarak ele alırken kentlerin de tıpkı metinler gibi okunabileceğini, analiz edilebileceğini savunuyor. Umberto Eco’nun kent ve göstergebilim üzerine düşünceleri, kentsel unsurların semboller ve işaretler bütünü olarak incelenmesi üzerine yoğunlaşıyor. Eco’ya göre, kentler yalnızca fiziksel mekânlardan ibaret değil; aynı zamanda anlamlar ve göstergelerle dolu karmaşık sistemler. Eminim ki kendisine neredeyse hepimiz katılabiliriz! Bu da sistemler, binalar, sokaklar, meydanlar ve diğer kentsel unsurlar aracılığıyla toplumun kültürel ve sosyal yapısını yansıtıyor. Kent, Eco’nun düşüncesinde bir metin olarak okunabiliyor. Metinse, çeşitli işaret ve semboller aracılığıyla okunup anlaşılabiliyor. Her bina, sokak ve meydan, belirli bir anlamı ve işlevi temsil ediyor. Örneğin, bir kilise binası sadece dini bir yapı olarak değil aynı zamanda tarihi, kültürel ve toplumsal bir gösterge olarak da değerlendiriliyor. 

Konuya gösterge ve gösteren ilişkisi tarafından baktığımızda göstergeler belirli bir gösterileni işaret ediyor. Yani kentsel bağlamda, bir sokak levhası belirli bir konumu işaret ederken aynı zamanda bu yerin tarihini ve kültürel önemini de ima edebiliyor. Aynı şekilde, tarihi bir bina, sadece fiziksel bir yapı olarak yer işgal etmenin ötesinde, o yerin geçmişine dair bilgiler ve anılar barındırıyor. Anı da yaşanmışlığın en canlı kalıntısıdır günün sonunda… Kentin aşınmış duvarları, inşa şekli, kullanılan yapılardaki ayrıntılar sembollerle toplum yaşamına bir gösterge sunuyor. Bir savaş, bir eylem ya da sadece bir oyun sırasında yıkılan bir duvarın yapılmamasından, bir özgürlük savaşçısının adını sokaklara vermeye kadar genişletiyor ve anlam kazanıyor bu konu.

Eco’nun kurgu eserlerini düşündüğümüzde, tarihsel bir düzenleme olduğu gibi mekânların ve şeylerin göstergebilim tarafından farklı bir yaklaşıma sahip olduğunu da görüyoruz. Sokak yalnızca sokak değil. Bir geçmişi barındırırken yapısında -bazen de tam anlamıyla mimarisinde- yaşamsal değerler ve fikirleri işlemeye devam ediyor. 

gulun-adi
Umberto Eco Gülün Adı | Fotoğraf: Can Yayınları

En bilinen romanından örnekle devam etmek iyi olur sanıyorum. Yazarın “Gülün Adı” romanı 14. yüzyılda, İtalya’da bir manastırda geçiyor. Romanda önemli mekânlardan biri, manastır. Burada manastır, açıkça kentin bir mikrokozmosu olarak işleniyor. Bu küçük dünyanın yapısı, labirent şeklindeki kütüphane ve diğer mekânlar, toplumsal hiyerarşiyi ve bilgiye erişimin sınırlılığını temsil ediyor. Aynı zamanda buranın mekânsal olarak keskin, taş ve büyük bir yapı olması dönemin baskıcı halini bize net bir şekilde gösteriyor. Bu arada bu, yalnızca Eco’nun hayal dünyasından kalma değil. Bahsi geçen tarzda ya da ona yakın kilise ve manastırların varlığını geçmiş dönem dini yapılarında özellikle Avrupa’da zaten görüyoruz. Anlattığı dönemin dinsel ve yönetimsel baskısı bize kıyafetler ve karakterlerin kişilik özellikleri ile de aktarılıyor. Karakterlerin mekânla olan bağı teslimiyetçi bir yaklaşımla kuruluyor ki bu da dönemin ideolojik ve toplumsal yapısını net olarak açıklıyor. Gülün Adı aracılığıyla yazar, adeta bize gösterge bilimi bir örnek olarak sunuyor. Orta Çağ’daki dini ve entelektüel yaşamın sembolik bir temsilini sunarak kurgusal bir hikâyeden ötesini; dönemi, fikirleri yansıtıyor. 

Ufuk Bircan, “Mimari eserler kişi ile doğrudan bir iletişim kurmasa da asıl işlevini yani kişiye ya da topluluklara hizmet etme işlevini bir yana bırakırsak eser tarihsel ve kültürel süreçte kişi ve toplumla iletişim kurabilir. Mimari eserler toplum tarafından sürekli kullanıldığı için Eco, kitle iletişimin bir mesajı olarak, mimarlığın retorik doğası nedeniyle tasarım dillerinin toplumsal bir uzlaşıya dayalı olduğunu iddia eder. Ancak zamanla mimari nesnelere toplumsal süreçlerle beraber her türden yeni düz anlam ve yan anlamlar yüklenir. Bunlar genellikle mevcut mimari formların esnek olmamasıyla çelişir. Bu nedenle Eco, mimarların kendi zamanlarında form işlevi görürken gelecekte ortaya çıkacak yeni anlamlandırma süreçlerine de açık yapılar yaratmaları gerektiğini ileri sürmektedir.” diyor. Ayrıca, “Yazınsal eserlerdeki düz anlam, yan anlam ve gösterge ilişkisi mimari yapıtlarda birincil işlev, ikincil işlev ve gösterge şeklinde kendini gösterir. Bu bağlamda Eco, mimari yapıların ideolojileri eski kodlar vasıtası ile yeni nesillere aktarmasını göstergebilimsel çözümleme ile açıklamıştır.” şeklinde ekliyor.

Romanda mekân kültürel bağlamda kendini sembollerle ve ifadelerle aktaran önemli bir yapı olarak karşımıza çıkıyor. Eserlerde genelde kültürel ürünler sadece karakterler ve onların yaşamı açısından değerlendirilmiyor. Bazen mekânın dekorasyonu dahi toplumların yaşam şeklini gösterebiliyor. Savaş dönemini, statüyü, obsesif yaşam şeklini, baskıcı yönetimleri, psikolojik bozuklukları, hırsları ve daha birçok şeyi mekânla yorumlayabiliriz. Bana kalırsa bunu edebiyatla yapmak işin en keyifli kısmı. Dolayısıyla disiplinlerarası yaklaşımın ilhamı, hem Eco’nun yöntemiyle hem de mekânların kendine özgü ifadeleriyle birleşince müthiş bir sanat eseri çıkıyor ortaya.

Eco’nun göstergebilimsel analizleri, eleştirel düşünme yeteneğini geliştirme konusunda da önemli bir rol oynuyor. Kendisi okuyuculara ve izleyicilere, metinleri ve işaretleri nasıl daha derinlemesine analiz edebileceklerini öğretmiş ve eleştirel bakış açılarını geliştirmelerine yardımcı oldu. Bu aşamada eleştirel yaklaşımlar; metinleri, tasarımları ve kültürel yapıları değerlendirirken bize çok yardımcı oluyor. Anlamaya ve anlamlandırmaya destek sağlarken aynı zamanda keyifli bir okuma deneyimi yaşamamıza olanak sunuyor. Hiç bilmediğimiz bir kentte geçen bir romanı çok sevdiğimizde o kenti görmek için orada bulunmak istiyoruz. Oradaki insanları, tarihlerini, yaşam ve düşünce şekillerini içselleştirmek istiyoruz. Belki de kahramanın hislerini, kendi duygularımız ve deneyimlerimizle bir kez daha gözlemlemek istiyoruz.

Fotoğraf Altyazısı | NIR HIMI (unsplash.com)
Kent ve Edebiyat | Fotoğraf: NIR HIMI – unsplash.com

Mekânla ilişki kurmak bireysel anlamda da bizim için önem taşıyor. Hatta belki de temeli oluşturuyor. Çünkü mekân sadece barınmak veya zaman geçirmek için yoktu. O aynı zamanda bizim ruhsal durumumuzu, hayata bakışımızı ve ideolojilerimizi yansıtıyor. Onunla kurduğumuz ilişki, sosyal hayatımıza (olumlu ya da olumsuz) etkide bulunuyor; ardından kurguladığımız yaşam gelişiyor. Ambiyans kişinin psikolojisini net şekilde etkiliyor. Bununla ilgili birçok propaganda çalışması olduğu gibi pazarlama çalışması da bulunuyor. Reklam kampanyalarını, renk kullanımlarını, mekânların tasarımını, ışıklandırmayı açıkçası aklımıza gelecek her şeyi kapsıyor bu durum. Çünkü biz mekânla ve hissettiklerimizle bağ kuruyor; hayatı bu şekilde anlamlandırmayı tercih ediyoruz.

Mekânın tekrar tekrar deneyimlenmesi ve okurun eseri tekrar tekrar okuması da benzer bir yaklaşımı doğuruyor. Deneyim tıpkı yaşamı kurmak gibi kişi için önem taşıyor. Eserin ve mekânın estetiği kültürün yorumlanmasına sanatsal bir yaklaşımla destek oluyor. Konu derinlemesine irdelenebilir olsa da bu metinle bir küçük giriş yapmak şimdilik iyi bir başlangıç diye düşünüyorum. Kenti edebiyatla, edebiyatı da kentle sarmalamak ne hoş.

Kapak Fotoğrafı: Massimo Virgilio – unsplash.com

İlginizi çekebilir: Ece Zeren Aydınoğlu’ndan Mimarlık ile Edebiyat Arasındaki İlişki