Hikâyelerin İzinde Sanatı Anlamak: Hung Liu’nin Perl S. Buck Merceğinde
Sanatın toplum ve kültürle olan ilişkisi doğrudan yaşam ile kurduğu bağ ile anlatılabilir. O, sadece “güzeli-estetiği” üretmek kalmıyor bir fikir, bir yaklaşım olarak aramıza karışıyor. Resim, edebiyat, müzik, heykel ya da performans sanatı, hiçbir dal fark etmeksizin; önce kişinin ardından da içinde bulunduğu toplumsal yapının etkisiyle ürün veriyor ve bir bakıma onu çekici yapan bu lokalden çıkıp evrensele ulaşabilme hali oluyor. Değerlendirmemizde bunun en güzel örneklerinden olduğunu düşündüğüm iki farklı sanatçının evrenseli yakalayan yaklaşımına değiniyorum. Neredeyse tüm eserlerinde kültürün ince noktalarına değinmiş sanatçı Hung Liu ve derin olduğu kadar sert bir evrensellik örneği sayılabilecek Perl S. Buck’ın Ana adlı romanı.
Eser günün sonunda sanatçıdan bağımsız, hatta onun temasından vermek istediği fikirden bağımsız izleyicisinin zihnine göre şekilleniyor. Dolayısıyla onu kalıplara sıkıştırmak doğru bir yaklaşım olmuyor. Aksine sanatı, o büyük büyük ve sınıfsal “SANAT” kavramına geri sıkıştırmış oluyoruz. Onu değerlendirirken elbette kapsamlı bir taraftan incelememiz gerekiyor. Sanatçıyı ve izleyicisini ayrı değerlendirdiğimiz, her ikisinin de içinde bulunduğu toplumsal, ekonomik yapı ve kişisel deneyimlerini de içine kattığımız bir anlayışla… Fakat bana kalırsa asıl ilgi çekici nokta onun taşıdığı evrensellik ve empati!
Günümüzde sanatın kültürü anlatma biçiminin bence en özel örneklerinden biri de Hung Liu’nin eserleri. Görselin kişiye aktarabileceği en derin duyguları bir çırpıda anlatmayı görev edinmiş gibi. Kendisinin eserlerini ilk gördüğümde aklıma gelen, Perl S. Buck’ın Ana adlı romanı oldu. Okuduğum ve yazarın desteğiyle kurguladığım hayal gücümün Liu’nun resimleriyle bağ kurması sadece bu iki sanatçıda ya da eserlerinde bulunan “Çin” ortaklığı değil elbette. Çok daha ötesi var. Hayatın evrenselliği; tabular, gelenekler, inançlar, dogmalar, sömürüler, sınıflar ve tabii ki hikâyeler… Liu’nun eserleri de Buck’ın romanı da bir kültür ortaklığında kadına ve insana dair birçok şey anlatıyor.
Her iki sanatçı da aynı kültürleri yaşamlarının farklı dönemlerinde deneyimlemiş olmalarına ve kökenlerinin dolayısıyla hayata yaklaşımlarının aynı zamanda sanat alanlarının bambaşka olmasına rağmen çok dikkat çekici bir benzerlik taşıyorlar bana kalırsa. Bu da en klasik tabirle dünyanın ne kadar küçük olduğunu, kişi duygularının ve yaşam deneyimlerinin farklılıklarına rağmen ne denli benzer olabileceğinin göstergesi.
Geçmişin izlerinde Hung Liu
Geleneksel Çin resim sanatını modern tekniklerle harmanlayarak dikkat çeken isimlerden Hung Liu, kendine özgü tarzı ve derin anlatımıyla merak uyandıran ve sanatseverler tarafından takdir toplayan isimlerden. Eserlerine baktığımızda, geçmişin izlerini ve insan hikayelerini modern bir bakış açısıyla yeniden keşfetmenin heyecanını yaşıyoruz. Bunun yanında Liu’nun Amerika Birleşik Devletleri’nde kariyer yapan ilk Çinli sanatçılardan biri olması da onu bir başka önemli konuma yerleştiriyor.
Sanatçı, 1948 yılında Çin’in kuzeydoğusundaki Changchun şehrinde doğmuş ve çocukluğu, Çin’in o dönemdeki sosyo-politik ortamının etkisi altında geçmiş. 2021 yılında hayata veda eden ressam Liu, aynı zamanda karma medya ve mekana özgü enstalasyonlarla da çalıştı.
Büyüdüğü dönemde, Çin kültüründe ve toplumunda büyük değişimler yaşanıyordu. Dolayısıyla Çin Devrimi’nin ve Kültür Devrimi’nin etkileri altında geçen çocukluğunun sanat hayatına etkisi hayli baskın oldu. Bu dönemde yaşadığı, politik ve sosyal karmaşa, Liu’nun sanat anlayışını ve ilgi alanlarını şekillendiren önemli deneyimlerden oldu. Toplumsal değişimleri ve insan deneyimlerini eserlerinde bu kadar baskın kullanmasının altında da işte bu süreç yatıyor.
Sanata ilgisi ve yeteneği erken keşfedilen Liu, Çin’in önde gelen sanat okullarından birinde eğitim gördü ve burada geleneksel Çin resim sanatıyla tanıştı. Sanat hayatı boyunca burada aldığı eğitimi temel olarak kullansa da farklı sanat akımlarını eserlerine uygulamayı ihmal etmedi. Bu da eserlerinin değerini ve anlamını daha da kazanmasına olanak sağladı bana kalırsa. Liu teknik açıdan geleneksel Çin resim sanatını modern tekniklerle birleştirerek benzersiz bir tarz yaratmasıyla da dikkat çekiyor. Liu’nun sanata katkısı, geçmişin mirasını gelecek nesillere taşırken, aynı zamanda sanatın sınırlarını zorlamasıyla da öne çıkıyor.
Liu, Amerika Birleşik Devletleri’ne taşındıktan sonra California Üniversitesi’nde sanat eğitimine devam etti. Burada tanıştığı Batı sanat akımlarıyla kendi yaklaşımını birleştirme fırsatı yakalayan sanatçı, bir bakıma Çin resim sanatını modern tekniklerle harmanladı. Çocukluk döneminde içinde bulunduğu (o dönemin değişen) toplum yapısı, ailesinin desteği ile aldığı sanat eğitimi ve ardından ABD’ye taşınma süreci kendisinin sanat serüveninde önemli noktalar oluştursa da tüm bunların yanında Liu’nun kadın deneyimlerini ve kimlik arayışlarını araştırmaya fazlasıyla önem verdiğini biliyoruz. Liu teknik açıdan geleneksel Çin resim sanatını modern tekniklerle birleştirerek benzersiz bir tarz yaratmasıyla da dikkat çekiyor. Liu’nun sanata katkısı, geçmişin mirasını gelecek nesillere taşırken, aynı zamanda sanatın sınırlarını zorlamasıyla da öne çıkıyor.
Görmek ve göstermek üzerine Pearl S. Buck
Pearl S. Buck, kültürel yapıyı dokunaklı şekilde aktarma becerisi ve gözlem yeteneğiyle okuyucularının hikâye ile derin bağlar kurmasını sağlayan önemli yazarlardan. Kendisi 1892 ile 1973 yılları arasında yaşadı. Zamanına da edebiyat alanında çok değerli ödüller sığdırmayı ve kültür aktarımını oldukça dokunaklı bir taraftan yapmayı başardı.
Yaşamının uzun bir dönemini Çin’de geçiren Buck’un en önemli eserlerinden biri de Ana. Bu eser kendisine Pulitzer kazandırmış ve döneminde dünyayı sarsmış eserlerden. Çin’in bir köyünde geçen temelde bir kadının hikâyesi bu. Çin kültürünün de etkisini gözlemleyebileceğimiz ama daha çok dünyanın her yerinde kadına atfedilen kavramları işleyen bu roman, tıpkı bizim hayatımızda yaşanan bir öyküyü anlatırcasına etkili. Anne rolü etrafında şekillenen bir hayatı çevreleyen ikircikli fikirler, adaletsizlik, sevgi, sadakat ve sadakatsizlik, acı ve yük gibi evrensel kavramların bu kadar tanıdık anlatılması bizden bunca yol uzakta olmasına rağmen aynı şeyleri deneyimlediğimiz hayatların varlığını hatırlatıyor. Bu da bir anlamda sanatın bize yalnız olmadığımızı, biricik olmakla birlikte sıradanın ötesine gidemediğimizi gösteriyor.
Hayatının 40 yılını Çin’de geçiren bu Amerikalı kadın, yaşadığı kültürel farklılıkların bir ortaklıkta şekillendiği gerçeğini anlatırken belki de hep gördüğümüz ama bakmıyormuş gibi yaptığımız bir süreci işliyor gibi.
Kadın ve kimlik
Feodalizm çerçevesinde sürülmeye çalışılan hayatlar, açlık ve yoksulluk, çaresizlik ve umutsuzluk bu öykünün gerçekliğini yüzümüze çarpan kavramlardan… Ana’yı okuyan herkes, hemen hemen benzer taraftan bakmış. İşte bu da sanatçının ne kadar özel olduğunu ortaya koyuyor. Sömürü, dogma ve baskı düzeninin köy metaforuyla dünyaya mal edilmesi… Ayrıca bunu sadece bir isim, bir kavram olarak ele aldığı kadın konseptinden yapması. Bu arada eserde karakter isimlerini olmaması da bu bahsi geçen evrenselliğe atıfın önemli örneklerinden.
İşte tam da bu noktada Liu’nın kadın ve kadının kimlik arayışı konusuna değindiği o noktalar geliyor aklımıza. Liu da eserlerinde insan hikâyelerine ve daha çok kadınların daraltılmış hikâyelerine odaklanıyor. Kültür ve yaşam baskısı kadının isminin dışında ona yüklenen anlamlar ve gücünü ya da tırnak içinde varlığını kurduğu bu kavramlar üstünden bize aktarıyor. Liu’nın eserlerinde kullandığı teknikler ve çıkan sonuç, vurgunun bir insandan ziyade bir kadına ve onun yüklerine yöneldiğini gösteriyor. Renkleri ve ifadeleriyle Çin kültürünün üstüne inşa ettiği modernizmle sanatçı, kadını kavramsal olarak yeniden düşünmemizi sağlıyor.
Buck’ın da bu noktada gözlem yeteneğini bu denli açık şekilde kullanması, bir öykünün gerçeklikle olan bağını ne kadar iyi yakalayabildiğini gösteriyor… Kadını bir kaba yerleştiren fikirlerin kadına, onunla birlikte toplumun geri kalanına verdiği zararı okuyucunun empati yeteneğini kullanarak oluşturması harika bir yöntem. Doğu ve batı kültürlerini derinlemesine inceleyen yazar, karakterlerinin psikolojisine ve toplumsal konumlarına dair ayrıntılı analizler sunuyor. Ki burada takdir edilesi bir başka yaklaşım da Buck’ın Ana’yı işlerken egzotik bir davranıştan uzak kalıp evrensel ve empati odaklı bir çerçeve çizebilmesi. Sınıf mücadelesi ve toplumsal adaletsizliği kadın üstünden inceleyen yazarın kırsal yaşam, toprağa olan bağlılık ve insanın doğayla olan ilişkisi de eserde ortaya koyduğu vurucu temalardan.
Geçmişi, kadın ve insan hikâyelerini anlatırken kendi tarzlarını ortaya koyan ve tüm dünyada sanatın evrenselliğine bir kez daha dokunan Hung Liu ve Pearl S. Buck’ın eserleri, sadece sanatın güzelliğini takdir etmekle kalmıyor, aynı zamanda izleyiciyi / okuyucuyu düşünmeye, hissetmeye ve daha çok empati kurmaya sevk ediyor.
Son olarak bu metnin konusu olmasa da deneyim ve yaşam pratiği olarak göç kavramının da sanatçılar için önemli bir kaldıraç olduğunu düşünüyorum. Göç, teoride de pratikte de kişinin yaşamını derinden etkileyen, olumlu ve olumsuz şeyleri ardından getiren bir olgu. Kişinin kendi özgür kararıyla bile olsa başka bir kültüre sığmaya çalışması, alışılmışın dışına çıkma durumu zorluklarıyla gelir ve yaşadığı zorluklar elbette onun hayatını ve eserlerini derinden etkiliyor.
Kapak Fotoğrafı: Turner Carroll Gallery
İlginizi çekebilir: Ece Zeren Aydınoğlu’ndan Büyülü Gerçekçilik ve Art Nouveau
İlk yorumu siz yazın!