“In Vogue: The 1990’s”: Bildiğimiz Modanın Yükselişi ve Buzdağının Ardındakiler
Anna Wintour’u bu kadar “vazgeçilmez” kılan şey nedir? Kendine yarattığı kısacık saçlı, büyük siyah güneş gözlüklü persona mı? MET Gala’yı çekip çevirmesi mi? Yoksa tüm moda dünyasına hükmediyor oluşu mu? Her moda-severin en az bir kez düşündüğü bu soru, “Vogue’a yeni bir soluk getirdi!” cevabıyla geçiştirilebilir. Fakat olayın bu saydığımız kriterlerle sınırlı kalmadığını gördüğümüz “In Vogue: The 1990’s” belgeselinde, moda dünyasının arka planında yaşananlar tüm çıplaklığıyla (evet, Tom Ford da konuşacağız) ortaya çıkıyor ve bu her açıdan gösterişli dünyanın arka planında yaşananları gördükçe daha fazlasını istiyorsunuz. O halde en moda kemerlerinizi bağlayın, Anna Wintour’un ve Vogue’un dünyasına dalıyoruz!
Tam bir “star-studded” olan bu belgeselin etkileyiciliğiyle birlikte gerçekliği de aşikar. Konuşanlar sadece Anna Wintour ve Vogue dünyası değil: 90’lar modasının yıldızları Victoria Beckham, Gwyneth Paltrow, Sarah Jessica Parker, Nicole Kidman’ın yanı sıra 90’ların süper modelleri Kate Moss, Naomi Campbell, Linda Evangelista, Claudia Schiffer; 90’ların dahi çocukları Tom Ford, Marc Jacobs, John Galliano ve Anna’nın sağ kolu olan Vogue ekibi Grace Coddington, Hamish Bowles ve Tonne Goodman gibi isimlerden bahsediyorum. Hazırsak başlayalım.
Anna Wintour 101: Vogue ve Moda Dünyasına Giriş
Vogue gibi saygın, elit ve havalı bir derginin kapağına bir ünlü koymak da ne demek oluyor?!
Gazeteci bir babanın moda sever çocuğu Anna Wintour, aslında Londra’da farklı dergiler için çalışırken Vogue Amerika’dan gelen bir teklifle geçiş yapıyor bu dünyanın başına. 90’ların başında henüz moda dünyası müzik ve film endüstrisiyle apayrı uçlarda varlığını sürdürürken bunun değişmesi gerektiğinin farkında olan birçok kişiden biriydi Anna. Ve muhtemelen Vogue ile birlikte elinde en yüksek kozu tutan da.
Devrimi başlatansa, Anna Wintour’un Vogue kapağına koyduğu ilk ünlüydü: Madonna. O zamana kadar Vogue’un kapağına 80’lerin kabarık saç stilleri, abartılı makyajları ve kocaman küpeleri koymak moda elbette. Anna Wintour, asiliğiyle ve “ne istersem olacak”çılığıyla ortaya atılıp bunu değiştirdi. Başına geçtiğinde çıkardığı ilk Vogue’ta kapağa “jean” giymiş bir model koymasından anlaşılıyor. Peki ya Madonna? Vogue gibi bir dergide böylesine kural tanımaz ve seksapeliyle öne çıkan birisinin kapakta olması mı? İmkansız! O dönem herkes Madonna için deliye dönse de, yüksek tabakanın kabul edemeyeceği bir durumdu bu. Dergi bu kapakla baskıya gittiğinde basım ekibi “Bu kapaktaki hoş hanımefendi de kim böyle?” diye bile sorma cüretinde bulunmuş, öyle bir zamandan bahsediyorum.
Bu hareketi ve daha sonrasında gelişen seçimleriyle bambaşka işlere imza atıyordu Anna. Sonrası malum. Sadece Birleşik Devletler değil, tüm dünya bunun etkileriyle yanıp kavruldu. Anna Wintour’un vizyonunu bu noktada rahatça görebiliyoruz: Yeni dünyada insanların ihtiyacı olan duyguyu ve farklılığı moda aracılığıyla yansıtabilmek.
Yeni Bir Çağ: Süper Modeller ve Süper Tasarımcılar
Avrupa’da ve Londra’da biraz biraz ortaya çıkmaya başlayan Naomi Campbell ve Linda Evangelista’nın asıl ünlü oldukları yerin bir George Michael klibi olduğunu biliyor muydunuz?
Bir ünlünün kendi klibinde yer almaması, şimdilerde standart olarak kabul görmüş bir eylem olsa da o zamanlar için “Hayır, olamaz!” standardıydı. Bunu ilk yıkan, bir fotoğraf karesinde gördüğü modellerin klibinde oynamasını istediği George Michael olmuştu tabii. Naomi Campbell, Linda Evangelista, Cindy Crawford ve Christy Turlington’ın başrollerinde olduğu “Freedom!” şarkısının klibi, sansasyon olmayı başardı. Hatta öncesinde “bu modayla alakalı bir iş değil,” diyerek az kalsın işi reddedecekken projede yer alan Linda Evangelista, o zamanlar verdiği bu karardan şimdilerde çokça memnun. Neden olmasın ki, çünkü hepsinin “süpermodel” olmaya başladığı anlardan biriydi!
Fakat bu modellerin korktukları başlarına gelmişti, yani işlerini ellerinden alacak yeni bir güzellik standardı: Kate Moss.
Sıska vücudu ve ayrık gözleriyle, dönemin güzellik standartlarının yanından dahi geçemeyen bu model, Calvin Klein’ın yaratıcı bakış açışı sayesinde kamera karşısına geçtiği fotoğraflarla daha da ünlü olmaya başlayarak birçok modelin işini elinden alıyordu. Üstüne çok şimşek çekse de özellikle gençlerin bayıldığı bu yeni figür, artık moda tasarımcılarının da dikkatini çekmeye başlamıştı. Ve eninde sonunda Anna Wintour’un da. Fakat kendisinin o zamanlarda daha farklı bir arayışı vardı: Moda-severlere ilham olacak yeni tasarımcılar.
Fransız bir moda evinin başına geçen ilk İngiliz ile başladı her şey: Givenchy’nin başındaki John Galliano’dan bahsediyorum. Anna’nın dikkatini çekebilen Galliano’nun amansız yükselişi, hem Vogue sayılarında yer almaya hem de tasarımları MET Gala’ya katılan Prenses Diana’nın üzerinde görülmeye başlamıştı. Galliano’nun Dior’un başına geçtiği o sıralarda, bir başka İngiliz dehası da Givenchy’e geçiş yapmıştı: rahmetli Alexander(Lee) McQueen. “Yaratıcı bir tasarımcı bulmak için bakacağımız yerin Londra olduğunu biliyorduk artık,” diyen Wintour artık Vogue’ta İngiliz tasarımcılara daha çok yer vermeye başlamıştı. Fakat iki Amerikalı genç, her şeyi değiştirmek üzere yola çıkmıştı bile: Tom Ford ve Marc Jacobs. Hem bağımsız olarak hem de bir moda eviyle tasarım dünyasını kökten değiştiren isimler arasına katıldılar. Özellikle Tom Ford, seksiliği ve çıplaklığı öne çıkardığı, fazlasıyla tartışmalı defilelerinde Kate Moss ve diğer süpermodelleri dahil ederek kendisine bambaşka bir isim yaratmayı başardı. Anna’nın dikkatini çekmeyi de, çünkü Anna diyor ki “Gucci defilesinin olduğu ana kadar Tom Ford ismini duymamıştık”.
Artık devir, süpermodellerin ve süper tasarımcıların devriydi ve Anna, bunları Vogue’ta sergilemekten çekinmiyordu.
“Ready, Set, (Not?) Action”: Kırmızı Halı ve Couture Dilemması
90’ların başında oyuncuysanız ve couture giyiyorsanız, işinizi ciddiye almıyorsunuz demektir.
Gwyneth Paltrow ve Nicole Kidman’ın ikonik birer “it-girl”olmasından hemen önce herkes kuralına göre oynuyordu. Oyuncular kırmızı halıya ya günlük bir kombinle katılıyor, ya da takım elbise giyerek ciddiyetlerini belirtiyordu. Artık bir moda ikoniçesi olan Sarah Jessica Parker’ın o zamanı “Rayon ipekten 28 dolarlık elbiselerle prömiyerlere katılıyordum,” diye anlatmasından bunu anlayabiliriz.
Kırmızı halı dünyasında kartların yeniden dağıtılmasını sağlayan John Galliano, Dior’un couture parçalarından birini Oscar töreni için Nicole Kidman’a giydirerek sansasyon yaratmayı başarmıştı. Zincirleme reaksiyon ve “Hollywood stilisti” kavramları da tam olarak burada başladı: Artık yavaş yavaş tüm aktrisler couture giymek istiyordu. Gwyneth Paltrow, bu esnada bir Ralph Lauren kataloğundan beğendiği eteği kırmızı halıda giymek isterken, Ralph Lauren’ın onun için farklı planları vardı ve ilk Oscar ödülünü kabul ederken giydiği “bubblegum pink” elbise, böyle çıktı. Kendine ait bir Wikipedia sayfası dahi olan bir elbiseydi bu (araştırmanızı öneririm).
Bir devrin kapanıp diğerinin açıldığı zamanları görmek ve hatta bunları yaşamak, bambaşka bir deneyim olsa gerek. “In Vogue: The 1990’s” belgeseli de bu deneyimi bize aktarırken tüm yaşanmışlıklarıyla beraber moda dünyasının içine girmemizi sağlıyor. Tüm bu olayları tam olarak o zamanları yaşayan ve hatta bu moda devrimine katkı sağlayan kişilerden dinlemek de cabası. Bundan sonrası, MET Gala’nın yükselişi, Amerikan modası ve Hip-Hop müziğinin modaya etkileriyle dolu (fakat spoiler vermek istemem). Anna Wintour, şekillendirdiği bu bambaşka dünyayla birçok tasarımcıyı ve modeli bizimle buluştururken, buzdağının ardındakileri de görmüş oluyoruz. Modayı seviyorsanız, hatta sadece o zamanları merak ediyorsanız sizi de içine çekecek bu belgesel, yeni binge-watch favoriniz olmaya aday.
Kapak Fotoğrafı: Disney+
İlginizi Çekebilir: Simay Yaz’dan Bir Gucci Vakası
Çok akıcı bir anlatım olmuş…Belgeseli merak etmemek elde değil.Hemen izlemeliyim.
Teşekkürkler! Kesinlikle tavsiye ederim 🙂