İlk romanı Devridaim ile 2022 Turgut Özakman İlk Roman Ödülü’nün ve 2024 Orhan Kemal Roman Armağanı’nın sahibi olan Ezgi Tanergeç, bu kez geç kalmışlığın derin ve mecazi anlamlarının içinde kaybolan dört arkadaşın zamanın ruhuyla ilişkisine odaklanıyor. Tanergeç, İthaki Yayınları‘ndan çıkan Geç Kalanlar Kümesi romanında kendi hikâyelerimize şeffaf bakabilmenin yolunun yakınımıza bakmaktan geçtiğine dair bir anlatı oluştururken mekânın ruhuna ve üzerimizde bıraktığı etkiler hakkında etkiliyeci bir kurguya imza atıyor. Evlerin dili olduğuna inanan, evlerin atmosferinden kendince orada yaşanmış hikâyelere dair çıkarımlar yapan Yasemin’in ev mevhumuna dair merakının izinde ben de Ezgi Tanergeç’e Geç Kalanlar Kümesi’ne dair merak ettiklerimi sordum.

gec-kalanlar-kumesi-kapak-1
Geç Kalanlar Kümesi | Fotoğraf: İthaki Yayınları

Her şeye dahil olabilmek için hiçbir şeye yetişememe halinin etrafımızı sardığı ve bizi bir tür paniğe sürüklediği bu dönemde kitabınızın ismi olan “Geç Kalanlar Kümesi”, çok fazla duygu hissettirdi bana. İçinde barındırdığı anlam dolayısıyla hayatın bir alanında ve anından kendini hissettirebilen bir durum. Bu ismi seçmeninizin nedenini öğrenebilir miyim?

Geç Kalanlar Kümesi ismi fiziksel bir geç kalmaya dayansa da romanın “geç kalmışlığın” çok daha derin ve mecazi anlamlarını barındıran her tür çağrışıma açık olması da beni cezbetti açıkçası. Okuyucular romandaki geç kalmışlığın pek çok anlama gelebildiğini görecek ve belki kendi geç kalmışlıkları üzerine de düşünebilecekler. Bir romanın isminin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Başka hiçbir romanı çağrıştırmayacak kadar kendine özgü, ama bir o kadar da anlaşılır ve akılda kalıcı olmalı. Tabii aynı zamanda kitabı özetleyecek en uygun kelime ya da kelime öbeğini içermeli. Bu anlamda iki romanımda da içim çok rahat.

Bu isim hem karakterlere hem okuyuculara bütünleştirici ve kapsayıcı bir hissiyat veriyor. Dahil hissetmemek elde değil. Karakterlerinizi “Geç Kalanlar Kümesi” gibi bir ortak zeminde buluşturma fikrinin romanınıza sağladığı imkanlardan bahsedebilir misiniz?

Geç Kalanlar Kümesi romandaki dört arkadaşın bir araya gelişini anlatıyor. Bir geç kalış, sonra bir geç kalış daha derken dört kişilik bir grubu oluşturuyorlar. Fakat sonlara doğru hayatta nelere geç kaldıkları da işleniyor diyebiliriz. Zorunluluktan bir araya gelmeleri öncelikle çatışma noktalarını tetikliyor. Bana ilginç ve merak uyandırıcı bir zemin hazırladı. Çünkü bu grubu bir örneklem olarak da ele alabileceğimiz şekilde oluşturdum. Arkadaşlık kavramını ve toplumun belli bir kısmını da temsil ediyorlar.

Geç Kalanlar Kümesi, Erkin Koray’ın anısına ithaf edilmiş bir roman. Kişisel tarihiniz ve romanın çerçevesinde Erkin Koray’ın sizin için öneminden bahsedebilir misiniz?

Erkin Koray çok sevdiğim bir sanatçı. Yaptığı müziğin hem kendine özgü hem de dünya standartlarında olduğunu düşünüyorum. Kıymeti bilindi mi? Tartışılır… Kahramanlarımızın geçmişine gittiğimizde lise yıllarında olduklarını görüyoruz. Ben de lise yıllarında çok dinlerdim. Özellikle Akrebin Gözleri en sevdiğim şarkısıydı. Bu romanda da gidişatı etkileyecek bir şarkı gerekiyordu. Hem benim için özel olan hem dört karakterin de çok seveceği bir şarkı gerekiyordu. Üstüne üstlük şarkı sözleriyle, anlamıyla öyle uygun düştü ki romana, bir metafor olarak da yerli yerine oturdu.

youtube play youtube play

Anlatı yapınızda, zamanın karakterleriniz üzerinde yarattığı ve bıraktığı etkinin izlerini görebiliyoruz. Aziz Augustine “Zaman nedir?” sorusuna “Sormazsanız biliyorum, sorarsanız söyleyemem.” diye cevap veriyor. Sizin için zaman nedir? Onunla kurduğunuz ilişkiyi, uyumu tarif edebilir misiniz?

Benim zamanla kurduğum ilişki çok önemli değil ama zamanı romanda insanı ve toplumu daha iyi anlayabilmek için bir araç olarak kullanıyorum. Bir insanın çocukluğu ya da bir toplumun yakın geçmişi geçirilen aşamaların, gelinen noktanın nedenini açıklayabiliyor çoğu zaman, geçmişte alınan kararlar bugünü etkiliyor. Geçmişte açılan yaralar şimdinin sebebi. Geç Kalanlar Kümesi’nde de karakterlerin lise yıllarına dönerek hem nasıl bir araya geldiklerini anlatıyoruz hem de günümüzde giriştikleri maceranın gençlik versiyonunu görüyoruz. İki dönemin işlenmesinin asıl sebebi ise romanın omurgasını oluşturan temalardan başkalarının hayatı, sosyal medya ve yapay zeka konularını dönemsel açıdan karşılaştırmaktı.

Romanınızın zaman akışı, şimdiki zaman ile geçmiş zaman arasında gidip gelmelerle ilerliyor. Kitabınızı yazarken kendinize belirlediğiniz, okuyucularınızın hissetmesini istediğiniz bir şimdiki zaman ve geçmiş zaman dilimi var mıydı?

Şimdiki zaman birkaç aylık bir periyodu kapsıyor aslında. Geçmiş zaman da öyle. İki dönemde de birbirine benzeyen ama dönemsel olarak teknoloji ve yapay zekâ bakımından değişikliklerin gözlendiği olaylar yaşanıyor. Bu alanlarda bir kıyas yapıyoruz.

“Şimdiki Zaman” ve “Di’li Geçmiş Zamanın Hikâyesi” arasında döngüsel olarak ilerleyen zaman kavramı yıllar sonra gelen bir buluşmanın zeminini oluşturuyor. Şimdiki zaman ile geçmiş zaman arasında ilerleyen ve bir açılan bir kapanan öykü, gelecek konusunda bir boşluk yaratarak merak hissi uyandırıyor. Zamanı bu şekilde kullanmanın romanınıza sağladığı imkanlardan ve varsa zorluklarından bahsedebilir misiniz?

Zaman iki dönemde de doğrusal ilerliyor. Kronolojik olarak genişletilen olaylar dizisi her zaman daha kolaydır. Burada daha çok uğraştıran kısım iki zamanda da aynı anda olayları ilerletip paralel şekilde kurgulamak oluyor. Bölümleri yan yana getirirken bir dengeyi korumak gerekiyor. Farklı bir matematik çalışıyor o kurguda, ritmi bozmadan, iki dönemin de birbirinin önünü kesmesini engelleyerek anlatma gereği doğuyor. Hem başlangıcı hem gelişmeyi hem de finali çok iyi tartmak gerekiyor. Dümdüz ve aynı zamanda ilerleyen bir metinde zamanlama, uzunluk – kısalık bu kadar önemli olmaz, yazar bir yerde çok detaya inmiş bazı yerleri hızlı geçmiş diye düşünebiliriz. Ama bu tarz anlatımlarda ritim daha önemli oluyor. Bir yandan da her iki zamanın da hem kendi içinde ilerleyişi hem de diğer zamana bağlı kalarak dengesi önemli.

ezgi-tanergec-foto1
Ezgi Tanergeç | Fotoğraf: Ezgi Tanergeç

Romanınız şimdiki zamanın içinde duraklar oluşturarak geçmiş zamandan anılar ortaya koyuyor. Okuyucunun almasını hedeflediğiniz nostaljik hissiyatla ilgili bir şeyler söylemek ister misiniz?

Dediğim gibi geçmiş zamanı başkalarının hayatına sızmadaki iki dönem arası teknik farklılıkları ortaya koymak için ve karakterlerin nasıl bir araya geldiğini görmek için kullandım daha çok. Ama yıllar sonra bir araya geldiklerinde nostaljinin onlara iyi geldiğini görüyoruz. Geçmiş günlerden kalma anlar arkadaşlıklarındaki zayıf yönlere rağmen güvenli bir alan yaratıyor. Bu da günümüzdeki zeminin daha da kaygan olduğuna ve yetişkin olduklarında mutluluklarının daha uçucu hale geldiğine işaret ediyor.

Modern hayatın içinde formumuzu oluştururken başkalarının filtrelerinden sıyrılamadığımız, onların gözüne göre şekillenmekten kurtulamadığımız için ne zamanın içinde olabiliyoruz ne de mekânı gerçekten hissedebiliyoruz. Geç Kalanlar Kümesi’nin karakterlerinin bir arada ve ayrı bir biçimde zaman ve mekânla kurduğu ilişki sizce nasıl?

Dört karakter yıllar sonra bir araya gelmeye karar verdiklerinde doğrudan birinin evinde toplanıyorlar. Dışarıda bir kafe ya da restoran tercih etmiyorlar. Bu, aradan geçen zamanın onlar için eğilip bükülebilen bir kavram olduğunu hissettiriyor. Ev buluşması daha fazla samimiyet içeren bir eylem olsa da araya giren yıllara rağmen böyle bir tercihte bulunuyorlar. Ve birkaç saat içinde kendilerini birer yeniyetme olarak buluyorlar. Eskiler, hatırlamalar, ağlamalar, ortak şarkılar vs. Zaten lise arkadaşlığında zaman biraz böyledir bana göre. Araya çok uzun yıllar girse de bir araya gelinince kaldıkları yerden devam eder arkadaşlar… Birbirine geçmişten tutunmak çok farklı şekilde bağlıyor insanları. Mekânlar ise romanda çok önemli yer tutuyor. Karakterlere ve olayları anlamamıza ışık tutuyor. Bir de Yasemin’in evlerin dili olduğuna dair inancı var tabii.

Başkalarına, etrafımızdakilere bakarak ve onların hikâyesine dahil olarak yaşamak denilen uğraşın içinde kendi hikâyemize şeffaf bakabilmenin yolunu yaratıyoruz. Birbirimizden azade hikâyemiz kendi başına var olmuyor. Temas etmenin de edememenin de hikâyesini yazıyor romanınız. Ne dersiniz?

Romanda kast edilen “başkaları” tamamen yabancı, tanımadığımız ya da uzaktan tanıdığımız kişiler. Bu açıdan baktığımızda karakterlerden biri soruyor: “Başkalarını neden bu kadar merak ediyoruz, yoksa kendi hayatımızdan mı kaçıyoruz?” Bu soruya okuyucuyla beraber yanıt arayacağız. Fakat kendi çevremiz söz konusu olunca, ailemiz, arkadaşlarımız, değer verdiğimiz bütün insanlar… Onlar “başkaları” kapsamına girmiyor. Ve söz konusu bu yakınlarımız olunca nedense aynı merakı taşımıyoruz. İyi mi kötü mü, bir ihtiyacı var mı diye sormuyor, daha ilgisiz kalabiliyoruz. Belki de “geç kalıyoruz” merak etmekte… Oysa ki kendi hikâyemize şeffaf bakabilmenin yolu bence ilgiyi uzağa değil daha yakına yöneltmekten geçiyor.

Romanın anlatıcısı Yasemin, kendi arkadaşlarına baktıkça kendiyle arasında olan mesafenin arttığını hissediyorum. Kendine dışarıdan baktıkça yabancılaştığını hissediyor. Birlikte ve yalnız, başkalarının kendimize bakışımız üzerindeki etkisi hakkında neler söylersiniz?

Bana göre mesafe artmıyor, zaten var, bu sayede keşfetmeye ve kabullenmeye başlıyor. Arkadaşlarıyla birbirlerine ayna oldukça kendileriyle daha çok yüzleşiyorlar. Tabii bunun için arkadaşlar ya da birileri şart değil, ama bu romanda böyle gelişiyor. “İnsanın kör noktası kendisiymiş,” diyor bir yerde Yasemin. Bence de öyle. Ama orada hassas bir çizgi var. Bazıları kendisini sadece başkasının gözünden kendisini görmeye alışkın. Bu da farklı sorunlara sebep oluyor. İnsan gerçekten kendisini tanır mı, ne kadar tanır, bence bunun tam bir cevabı da yok. Biraz psikolojinin konusu.

Zamanın ve mekânın içinde hareket ederken en çok ihtiyacımız olan şey kendimizce bir “ev” tanımı yaratabilmek. Geç Kalanlar Kümesi’nde anlatıcımız başka evlerin telaşlarına, heyecanlarına, endişelerine bakan biri. Sizce anlatıcınız kendini ev tanımının içinde hissedebiliyor mu? Yoksa bir şekilde onu arayışa geçiren bu mu?

Bana kalırsa Yasemin için “ev” mevhumu çok önemli. Öyle ki kendine “evde” bir hayat kurmuş ve yine anlıyoruz ki yaşadığı yeri kendi tarzında döşeyip sahiplenmiş. Oraya ait hissettiği sonucu çıkarılabilir. Aynı şekilde evlerin bir dili olduğunu düşünüyor ve kendince evin atmosferinden, orada neler yaşanmış olabileceğine dair çıkarımlar yapıyor. Onu arayışa geçiren bu mu, çocukken içinde bulunduğu güvensizlik hissi mi, onu da okuyucuya bırakalım.

Kapak Fotoğrafı: Ezgi Tanergeç

İlginizi çekebilir: Eylül Aytan’dan Yiğit Karaahmet ile Deniz Ne Kadar Güzel Romanı Üzerine