Venedik'te Bir Gün: Kuzey'in Kraliçesi'nin Büyüsü Altında
İtalya’nın kuzeydoğusunda, Adriyatik Denizi kıyısında yer alan, kanallarıyla ünlü şehir Venedik, yaklaşık 118 ada üzerine kurulmuş ve adaları birbirine bağlayan 400’den fazla köprüsü bulunuyor. Venedik; Orta Çağ ve Rönesans dönemlerinde, deniz ticaretindeki gücüyle tanınıyor ancak sadece ticaret değil aynı zamanda sanat ve kültür merkezi olarak da kabul ediliyor. Bu zengin kültür mirasının izlerini, şehrin tüm önemli yapılarının mimarisinde, dokusunda ve tarihî sokaklarda attığınız her adımda gözlemleyebilirsiniz.
Şehrin en renkli ve en canlı dönemi Orta Çağ’dan bu yana her yıl düzenlenen Venedik Karnavalı boyunca yaşanıyor. Sokaklar renkli maskeler, kostümler ve çeşitli etkinliklerle canlanıyor bu dönemde.
Dünyanın en prestijli sanat etkinliklerinden biri de Venedik’te gerçekleşiyor. Venedik Bienali, sanat dünyasının en önemli buluşma noktalarından biri olup uluslararası sanatçılara eserlerini sergileme ve izleyicilerle buluşturma fırsatı sunuyor.
Venedik’e bir turist olarak ilk kez gidiyorsanız mutlaka görülmesi gereken yerler arasında öncelikle San Marco Meydanı yer alıyor. Venedik’in kalbi olarak kabul edilen bu meydan, ünlü San Marco Bazilikası, Dükler Sarayı ve Çan Kulesi’ni barındırıyor.
Görülmesi gereken bir diğer önemli nokta ise en eski tarihi taş köprülerden biri olan Rialto Köprüsü. Köprünün üzerinde bulunduğu Büyük Kanal’ın sonunda yer alan özellikle dış mimarisiyle ünlü Barok stili bazilika Santa Maria della Salute’yi de mutlaka görmenizi öneriyorum. Avrupa’nın ilk Yahudi mahallesi Venedik Ghetto’sunda da vakit geçirebilirsiniz. Hatta biraz merkezin karmaşasından uzak olmak isterseniz, konaklama için bu mahalleyi de tercih edebilirsiniz.
Peggy Guggenheim Müzesi ve Ca’ d’Oro sarayı sanatseverlerin mutlaka ziyaret etmeleri gereken noktalar arasında yer alıyor. Ca’ d’Oro gotik tarzda inşa edilmiş ve günümüzde sanat galerisi olarak kullanılıyor. Modern sanat koleksiyonuna sahip olan Peggy Guggenheim Müzesi ise Pablo Picasso, Salvador Dali ve Jackson Pollock gibi sanatçıların eserlerini barındırıyor.
Şehir merkezinden “Vaporetto” ile ulaşabileceğiniz Murano ve Burano adalarını da ziyaret edebilirsiniz. Murano cam işçiliği, Burano ise renkli evleri ve dantel işçiliği ile ünlü. Rivayete göre, Burano adasında yan yana dizilmiş evler, balık avından dönen balıkçıların yoğun sis altında kendi evlerini rahat ayırt edebilmeleri için farklı renklere boyanmış. Bir rivayete göre ise evine sarhoş dönen balıkçılar böylelikle evlerini daha rahat buluyorlarmış.
Eğer görülmesi gereken tüm bu güzel yerleri gördüyseniz ve bu gelişinizde benim gibi sadece 24 saatiniz varsa size birkaç önerim olacak. Ama önce Venedik’le yıllar sonra yaşadığım ilk buluşmamı anlatmak isterim.
Venedik’e vardığımızda gece olmuştu. Arabayı park edip dar bir sokaktan ilerledik. Sokağın sonunda kanalı görüyordum. Kanalın üzerinde yan yana duran iki gondolun görüntüsü ise beni hızla kendine çekiyordu. Gondolların yanına vardığımda gördüğüm manzara Venedik’e tekrar aşık olmama sebep oldu. Park etmiş iki gondol, kanal üzerindeki minik köprü, kanal kenarındaki minik bir iki trattoria, kanala yansıyan loş ışıklandırma, sessizlik içinde yavaşça geçen gondolun sesi… Hepsi bir bütünün parçalarını tamamlıyordu. Bir süre gördüğüm tabloyu izledim. Ardından minik köprülerden geçerek çevremde gördüğüm tüm güzellikleri beynime kazıyarak evimize doğru ilerledik.
Biz merkezde Rialto Köprüsü’ne yakın bir lokasyonda kalmayı tercih ettik. Sabah uyanır uyanmaz herkes uyurken kendimi dışarı attım. Rialto Köprüsü’ne doğru ilerledim. Sokaklar bomboş. Sanki sadece Venedik ve ben… Kilisenin önünden geçerken çanları çalıyor. İlk defa turistsiz görüyorum Rialto Köprüsü’nü. Bu anın tadını çıkarıyorum. Fotoğraflar çekiyorum. Vitrinlere bakıyorum. Sokaklarda kayboluyorum.
Dönüşte sıcacık kruvasanlarımı alıyorum. Gazete bayisine uğruyorum. Kimse yok ama günlük gazeteler tezgâhta duruyor. Üzerinde bozuk paralar. Ben de ücretini bırakıp gazetemi alıyorum. Diğer evlerin balkonlarını, teraslarını gören evimizin terasında kahvaltımızı yapıyoruz. Ve uzun bir Venedik günü bizi bekliyor.
Ca’ Rezzonico’yu gezerek 18. yüzyıla ışınlandım; Venedik’in Büyük Kanalı üzerinde yer alan ve 18. yüzyıl Venedik yaşamını yansıtan müzede, odalar dönemin mobilyaları, resimleri ve heykelleriyle zenginleştirilmiş.
Bizim dirsek meyhanelerimize benzeyen ‘bacaro’larda şarap eşliğinde “cicchetti” yedim; “Cicchetti” Venedik’in geleneksel atıştırmalıklarına verilen isim. Bizim meze kültürümüzü andırıyor. Genellikle ekmek üstü lezzetler veya tadımlık kızartmalar.
En keyifli ‘bacaro’lar arasında Da Lele, All’Arco, Cantina Vecia Carbonera, Cantina Do Mori, Cantina Do Spade, Bacaro Da Fiore yer alıyor.
İtalya’nın en eski kafesi, 1720 yılında açılan Caffè Florian’da kahve içtim; kafenin dış cephesi, dışarıda duran küçük sandalye ve masalar adeta sizi içeri davet ediyor. İçeri gidiğinizde iç dekorasyonun tarihi ve zarif dokusu sizi tarih içinde bir yolculuğa çıkarıyor. Servis elemanlarının şıklığı, sunumlarının zerafeti büyülüyor.
Negozio Olivetti’yi ziyaret ettim; San Marco Meydanı’nda bulunan “Negozio Olivetti” (Olivetti Mağazası) benim gibi mimari ve tasarım alanına ilginiz varsa mutlaka ziyaret etmeniz gereken bir durak.
Mağaza, 1957 yılında Adriano Olivetti tarafından, ünlü İtalyan mimar Carlo Scarpa’ya tasarlatılan bu yapı, Olivetti şirketinin ürünlerini sergilemek amacıyla inşa edilmiş. Scarpa mekânı tasarlarken klasik Venedik mimarisine modern bir yorum katmış. Bu özel mekânda şu anda eski Olivetti daktilolar, hesap makineleri sergileniyor. Aynı zamanda mekân birçok sanatsal etkinliğe de ev sahipliği yapıyor.
“Negozio Olivetti” günümüzde, FAI (Fondo Ambiente Italiano) tarafından korunuyor ve yönetiliyor. FAI, İtalya’nın güzelliklerini, sanatsal ve doğal mirası koruyan, kâr amacı gütmeyen, halkın sesini dinleyerek projelerine yön veren çok özel bir vakıf.
Ayrıca; Venedik’in en otantik kitapçısı Libreria Alta Acqua’da kitapların arasında kayboldum. Fondaco dei Tedeschi’nin büyüleci atmosferinde alışveriş yaptım. Tarihî dokusu korunmuş Harry’s Bar Cipriani’de Bellini eşliğinde carpaccio yedim; beyaz şeftali püresi ve prosecco ile hazırlanan Bellini kokteyli ilk kez burada hazırlanmış. Aynı zamanda ilk carpaccio da burada servis edilmiş.
Dünyanın en prestijli opera binalarından biri olan “Teatro La Fernice’de bir opera, bale veya klasik müzik konserine gitmek de listemde vardı ama bu sefer denk getiremedim. “Teatro La Fernice” ilk olarak 1792 yılında açılan bu tiyatro, adını mitolojik anka kuşundan alıyor. Venedik’in klasik mimari tarzını yansıtan zarif bir yapı. İç mekânı ise altın varaklı süslemeler, freskler ve kristal avizelerle oldukça ihtişamlı bir atmosfere sahip.
Son olarak Venedik lehçesinde sokaklarda gezerken dikkatinizi çekebilecek bazı kelimeleri belirtmek isterim; meydanlar için “piazza” yerine genellikle “campo” kullanılıyor. Piazza yalnızca San Marco Meydanı (Piazza San Marco) için kullanılıyor. Dar sokaklar için “vicolo” yerine “calle”, kanal anlamına gelen “canale” yerine “rio” , çeşme anlamında “fontana” yerine “pozzo” ve kilise anlamında “chiesa” yerine “gèsa” kullanılıyor.
Bitmesini istemediğim bir gündü ama ayrılık vakti geldi. Biz Toskana’ya doğru yola koyulduk. Eminim tekrar buluşacağız Kuzey’in Kraliçesi…
Kapak Fotoğrafı: Damla Anol Erol
İlginizi çekebilir: Damla Anol Erol’dan Floransa’da Bir Gün
Büyülü gibi,sevdim, beni etkiledi.çok güzeldi