Başrollerini Florence Pugh ve Andrew Garfield’ın paylaştığı “We Live in Time”, herhangi bir dram filminden beklenen derin ve duygusal deneyimi sunma konusunda mahir bir film. Film, hayatın akışı içinde yolları pek de tahmin edemeyeceğiniz şekilde kesişen iki insanın hikâyesini anlatırken, tesadüflerin ve kaderin yaşamlarımız üzerindeki etkisini ve eksenimizi ne denli değiştirebileceğini gözler önüne seriyor. İlk bakışta ilginç bir tesadüf gibi görünen bu karşılaşma, karakterlerin hayatlarında bir dönüm noktası haline geliyor ve izleyiciyi anların büyüsüne ve zamanın akışına kapılmaya çağırıyor. Ayrıca zaman kavramıyla oynamayı seven senaryo kurgusu da bizleri oradan oraya savururken elini pek de korkak alıştırmıyor. Hiç işlenmemiş bir tema olmadığının farkında olan film, izleyicisini yaratmış olduğu duygu ile tavlamaya çalışıyor.

We Live in Time | Fotoğraf: IMDb

Karakterlerin derinlemesine işlenişi, hikâyenin duygusal yoğunluğunu film boyunca koruyor. Bu noktada en büyük payeyi yönetmene veya senariste yazamayız, ya da benim düşüncem bu şekilde diyelim. Pugh ve Garfield’ın son derece ikna edici ve doğal performansları sayesinde, onların iç dünyalarına ve duygusal çatışmalarına yakından tanık oluyoruz. Karakterlerin geçmişleriyle yüzleşmeleri, korkuları ve umutları, izleyicinin onlarla güçlü bir empati kurması noktasında son derece başarılı bir şekilde tasvir ediliyor. Aşkın dönüştürücü gücünü ve insanın kendini keşfetme sürecini biraz klişelerle ama biraz da ustalıkla ele alan film, ilişkilerin karmaşıklığını ve kıymeti bilinesi değerleri kendine has duygu sömürüsüz bir üslupla sade bir şekilde yansıtıyor.

Hikayenin yazarının zaman kavramını özgün bir şekilde kullanması, filmin en çarpıcı özelliklerinden biri haline geliyor. Zira bu tarz denemeler kitap okurken de ilginç bir deneyim vadederken, sinema sanatında daha etkileyici bir hal alabiliyor. Lineer olmayan anlatım tekniğiyle geçmiş ve gelecek arasında gidip gelen hikâye, zamanın göreceliğini ve anıların insan üzerindeki etkisini tekrar tekrar vurguluyor. Bunu bağıra çağıra değil de, olması gerektiği gibi ‘göstererek’ yapıyor. Sinematografi, renk paleti ve ışık kullanımı “Ben sade seviyorum”cuları tatmin ederken, müzik seçimleri sahnelerin atmosferine katkıda bulunacak şekilde, rol de çalmadan anlamlı bir etki yaratmayı başarıyor. 

We Live in Time | Fotoğraf: The New York Times

Hayatın önümüze koyduğu bu kadar rastlantı ve dönüm noktası, olayların tamamen bizim elimizde olmadığını da hatırlatıyor. “We Live in Time”, izleyiciyi bu düşüncenin içine çekerken, aslında bir yandan da bizi biraz rahatlatıyor: Hayat, planladığımızdan çok daha karmaşık ama bir o kadar da büyüleyici. Tesadüfler bizi ne kadar zorlasa da, her şey sonunda bir hikâyeye dönüşüyor. Ve belki de bu hikâye, bir gün geçmişe dönüp baktığımızda bizi gülümsetecek bir hatıra olarak kalacak. Bazen de buruk ve hüzünlü bir tat bırakacak.

“We Live in Time”, sadece bir aşk hikâyesi değil; aynı zamanda kader, seçimler ve hayatın öngörülemezliği üzerine bir meditasyon şekli. “İzledikten sonra halime şükredeyim” filmlerinin ötesinde, bazı konuları düşünmeye de itiyor kişiyi. Film, küçük anların ve tesadüflerin hayatımızdaki saçma derecede önemli etkilerini gösterirken, izleyiciyi kendi yaşamı ve seçimleri üzerine düşündürtüyor. Zaten bu tarz filmlerin olayı, karakterlerin derdiyle dertlenirken bir taraftan da bencilce her şeyi kendi hayatına uyarlamaya teşvik etmesi. İnsanın doğasında olan bir şey bu. Aşkın ve zamanın birbirine nasıl bağlı olduğunu, elindeki bir şeyleri kaybetmeden değerini anlamanın çok zor olduğu bir dönemden geçtiğimizi söyleyebiliriz. Eğer duygusal derinliği olan ve sonrasında biraz da üzerine düşüneyim dediğiniz sakin bir film arıyorsanız, “We Live in Time” sadece izlemek değil, üzerine düşünmek için de bir davetiye.

 Sinema dünyasına ve filmlere dair paylaşımlarıma Instagram üzerindeki film blogumdan (@atıptutuyorum) ulaşabilirsiniz.

Kapak Fotoğrafı: IMDb

İlginizi çekebilir: Eralp Alper’den The End We Start From