Tereddüt Çizgisi: Adaletin Bedeli
“Tereddüt Çizgisi” ilk bakışta sade bir dram gibi görünse de, aslında toplumsal kodlarımızla ince ince hesaplaşan da bir yapıt. Filmin genel atmosferi, yönetmen Selman Nacar’ın gözlemci sinemasını başarılı bir şekilde yansıtıyor; öyle ki sahneler arasındaki geçişler hem karakterlerin iç çatışmasını hem de Uşak şehrinin küçük ve soğuk ortamını kusursuz yansıtmak üzere tasarlanmış. Martin Scorsese nasıl New York’u filmlerinde karakter gibi kullanabiliyorsa, Selman Nacar da Uşak’a ondan yapmış diyerek yersiz ufak bir şaka da sıkıştırayım araya… Açılış sekansından itibaren izleyiciyi yavaş yavaş içine çeken bir tempo var, bu tempo sabırsız bünyeleri zorlayabilir ancak hikâyeye derinlik katan temel unsur da bu yavaşlıktan doğuyor. Yani film, aceleci bir anlatımdan ziyade, her sahnede soru işaretlerini büyüten, tedirginlik hissini katman katman yükselten bir yapıya sahip. Bir dava filmi izlediğimizi düşünürsek, yönetmenin seyircisiyle bu şekilde bir iletişim kurma tercihi bence oldukça normal.
Tülin Özen’in yere ayaklarını sağlam basan performansı sayesinde filmin ağır ateşte pişiyor olması izleyiciyi pek sıkmıyor, aksine hem ana karakterimiz olan avukatın meseleyi çözmesini iple çekerken hem de avukatın kendi iç dünyasındaki sıkıntılara da kulak kabartıyoruz ister istemez… Ana karakteri bu denli kabullenip bağrımıza basınca, filmi izlemek elbette başka bir keyife dönüşüyor. Burada anlatmak istediğim karakterin bir iyilik timsali olması veya adaletin yılmaz savunucusu olması değil, sadece izlemeye değer bir karakter olması. Bu noktada çok ince detaylar yatıyor bence. Bu anlamda senaryoya hakkını vermemiz gerekiyor.
Bir cinayet davasının küçük bir şehirde, zengin ve fakir temalı bir arka planda ne şekilde ele alınabileceğini az çok biliyoruz. Araya tanıdıklar nasıl girer, hak hukuk olması gerektiği gibi tecelli eder mi… Ama Tereddüt Çizgisi tüm yükünü bu bilinmezliklere yüklemiyor, yan hikayeler oluşturup hızlı hızlı kılcallaşan bir hikaye anlatımı yaratıyor. Bunu bu kadar iyi becerirken, iyi çekilmiş dava sahneleri de vadediyorken, filmin sonunun son derece aceleye getirilmiş gibi gözüküyor olması beni üzdü. Şahsen ucu açık filmleri seven bir izleyiciyim ama bu filmde resmen düğümün çözülüşünü görememek ümüğüme çökülmüş gibi hissettirdi. İzlerken bunun neden bu şekilde yapıldığını az çok anlıyorum fakat benim düşüncem filme en az bir 20 dakikanın daha yakışacağı yönündeydi…
Selman Nacar bundan önceki filmi İki Şafak Arasında ile radarımıza hızlı şekilde girmişti, belli ki kolay kolay da çıkmayacak. Ben Türk sinemasının bu sularda yüzmesini, gerçekle yüzleşme çabasını, mesele edinme güdüsünü, politik bakış açısını oldukça değerli buluyorum. Bunu yönetmenin devrimci bir ruhla film çektiğini ima eder şekilde söylemiyorum ama bu tarz meseleleri bu kadar salt şekilde ele aldığınız da film otomatikman politik hale geliyor zaten güzide ülkemizde. Selman Nacar’ın ilerleyen filmlerinde üslubunun daha da keskinleşebileceğini ve üzerine daha fazla tartışma yaratacak filmler çekebileceğine dair çok fazla sinyal aldığımızı da söyleyebilirim. Sinemamızın da buna fazlasıyla ihtiyacı var.
Sinema dünyasına ve filmlere dair paylaşımlarıma Instagram üzerindeki film blogumdan (@atıptutuyorum) ulaşabilirsiniz.
Kapak Fotoğrafı Kaynağı: labiennale.org
İlginizi çekebilir: Eralp Alper’den Conclave
İlk yorumu siz yazın!