Tiyatroda kişisel hikâyeleri izlemek, deneyimlemek ve yaşayanın o karmaşık duygularına ortak olmak her zaman ilgimi çekmiştir. Bundan bir süre önce izlediğim Başıbozuk Tiyatro’nun ilk yapımı olan Aramızdaki Mesafe ile hem son derece kişisel bir hikayeyle tanıştım hem de oyunun çok sesli yapısı sayesinde oldukça farklı bir deneyime tanıklık ettim. Yıllardır sahneye çıkmayan Bülent’in kendisiyle aynı isme sahip amcasının günlüğünü bulmasıyla başlayan oyun, seyircisini iki kişinin benzer kadere sahip hikâyeleriyle tanıştırıyor. Bülent, amcasının 18 yaşında köyden kaçıp büyükşehre gittiğini ve orada iki cemaat arasındaki macerasını öğreniyor. Bu maceranın ışığında kendi dindar geçmişini, kişisel dönüşümünü, tiyatrocu olma yolculuğunu ve bu yolculukta kurulan ilişkileri sorguluyor. İki hikâyenin bambaşka zaman ve mekânlarda birbirinin içinden geçerek buluşması, sezonun dikkat çeken işlerinden birini ortaya koyuyor. Ben de bu doğrultuda oyunun yazarı, yönetmeni (Gülhan Kadim ile birlikte) ve başrolü Bülent Gültekin ile bir röportaj gerçekleştirerek merak ettiğim soruların peşinden giderek cevaplarını aradım. Keyifli okumalar dilerim.

bulent-gultekin
Bülent Gültekin | Fotoğraf: Ali İhsan Elmas

Aramızdaki Mesafe, Başıbozuk Tiyatro’nun seyirciyle buluşturduğu ilk yapım. Oyuna geçmeden önce dilerseniz Başıbozuk Tiyatro’nun kuruluş hikâyesini, hedeflerini ve bu doğrultuda yapmak istediklerini konuşarak başlayalım.

Bu tip konularda aşırı dürüst olmak gibi bir huyum var. Başıbozuk Tiyatro bir zorunluluktan dolayı kurulmuş, hudutları henüz kesinleşmemiş bir yapı denemesidir. Zorunluluk olması da sanırım çatısı altına girebileceğim bir yeri bulamamamdan kaynaklanıyor. Aslında her birimizin kendi kendine sürekli tiyatro kurması sektörel açıdan sağlıklı bir davranış değil. Benim kendi sınıfımdan 4-5 tane tiyatro grubu kuruldu mesela. Bazısı 2-3 kişilik, bazısı tek kişilik (benim gibi) vs. şundan dolayı zararlı geliyor bana: Çok büyük bir arşiv sorunu var sektörümüzde. Her birimiz sıfırdan tarih yazmaya çalışıyoruz. Hiçbirimiz birinin bayrağını alıp devam ettirme arzusunda değil. Ama tabii ki üst jenerasyonda da genel olarak gençlere alan açma konusunda böyle bir tavır yok veya çok az var. Dolayısıyla ben de başıma bir çatı olsun diye böyle bir yapı kurma denemesine giriştim. Başın her daim bozuk olduğu, rasyonel aklın hüküm sürmediği, otoritenin sürekli bozulması, yapıların sürekli bozuma uğratılmasıyla bir derdim olduğundan böyle bir isim koydum. “Gerçek” olana dair şüphe ve şüphe üzerinden bir bozma işlemine girmek Başıbozuk Tiyatro’nun mottosu olurdu herhalde. Bir gün bir yapı haline gelecekse.

Bunu konuştuktan sonra gelelim Aramızdaki Mesafe’nin yolculuğuna. Üç yıl önce kendi içinizde bir çıkış yolu aradığınız süre içinde sizinle aynı isme sahip amcanızın günlüğünü bulmanızla oyun da filizlenmeye başlıyor adeta. Bundan itibaren oyunun sahneye konduğuna güne kadar geçen süre içinde hikâyeyi sahneye aktarma konusunda nasıl bir yol izlediniz? Oyunun sahneye taşınma süreci nasıl işledi?

Çok uzun ve meşakkatli bir yoldu bu. Günlüğü bulmamdan bu zamana kadar geçen süre üç yıl. Yani üç yıl boyunca içimde bu hikâyeyle dolandım durdum. Bir süre işe nasıl başlayacağımı bilemedim. Kadir Has Üniversitesi’nde Oğuz Arıcı’nın yazarlık derslerini alıyordum. O, bir derste egzersiz olarak hayatımızı 10 maddede yazmamızı istedi. Yazarken fark ettim ki ben hayatımı hatırlamıyorum. İnsanın oturup hayatını yazması gerçekten zormuş. Hafıza birçok şeyi eğip büküyor, unutturuyor veya başka odalarda gizliyor. Onun kutularını açabilmek için başka bir sisteme ihtiyacım olduğunu fark ettim. Yakın zamanda yapılmış otobiyografik bir iş olan On İkinci Ev’in yönetmeni Salih Usta’ya nasıl bir yol izlediklerini sordum. O da Rehberli Otobiyografi sistemiyle çalıştıklarını bunu da Mürüvvet Esra Yıldırım ile yaptıklarını söyledi. Ben de hemen Esra’ya ulaştım ve onunla beraber Rehberli Otobiyografi sistemi üzerinden hayat hikâyemi çıkarmaya başladık.

Basitçe Esra bana her hafta bir konu başlığı ve onunla ilgili sorular verdi. Ben de aklıma ne gelirse yazdım. Sekiz haftanın sonunda 80 sayfalık bir Bülent Gültekin tarihi çıktı ortaya. Ondan sonra da iki Bülent’in hikâyesini kurgulama işi kaldı. Yani asıl zorluk. Bu süreç hem 90’lar ve cemaatlere ilişkin okumalarla hem de farklı iki kurgu biçimini nasıl yan yana getiririm sorularıyla geçti. Oğuz Arıcı’nın bütün derslerini bu oyunun yapısını konuşarak kilitliyordum diyebilirim. Ders dışında da kendisi defalarca okudu metni ve şu an bile oyunda bulunan çok değerli dönüşler yaptı. Ona minnettarım bu yardımları için. Sancılı ama uzun bir yazma süreci geçirdim diyebilirim.

Memlekette tek kişilik oyun enflasyonu da olduğu için mümkün olduğunca farklı anlatım biçimleri bulmakla ilgiliydim. O yüzden en başından beri amca ve oyuncunun yapılarının tamamen farklı olacağını, amcanın bir ses tasarımı içinde çok kişilik bir oyunmuş gibi yazılacağını, oyuncunun ise çıplak bir rejiyle, sohbet havasında olacağını belirlemiştim. Uzunca bir süre bu iki yapının organik bir şekilde ilerleyebilmesiyle uğraştım diyebilirim. Dolayısıyla metinle beraber bir reji de tasarladım aslında. 2023 Kasım’ında artık elimde bitmiş bir metin vardı ve insanlara okutmaya başlamıştım. Yine Kadir Has’tan tanıştığım Barış Arman’a da okuttum ve benimle reji üzerine çalışmasını rica ettim. Kasım’dan Mayıs’a kadar Barış’la oturup oyunun reji tasarımı üzerine detaylıca çalıştık. Aslında tam bir rehber gibi çok doğru sorularla beni sürekli tasarım üzerinde düşünmeye sevk etti. Ve kağıt üzerinde dağınık bir şekilde belirlediğim her şeyi kökleştirmemi ve temellendirmemi sağladı. Onun sayesinde prova dönemine ne istediğimden çok emin bir şekilde girdim diyebilirim. İsteklerimin bu kadar net olması konuştuğum insanlara da iyi gelmişti hatta. Sonrasında tek tek bu güzel insanları buldum. Hepsiyle projeyi paylaştım. Hepsi de büyük bir heyecanla dönüş yaptılar ve projeye dahil oldular. O süreç benim için inanılmazdı. Hâlâ nasıl böyle bir ekip kuruldu aklım almıyor. Ama 2024’te tanıştığım ve çalıştığım için şükrettiğim insanlar bunlar.

aramizdaki-mesafe-afis
Aramızdaki Mesafe (Afiş) | Afiş Tasarım: Fazlı Kesgin

Oyuncular sahnede büyük çoğunlukla kurgusal olarak yaratılmış bir karaktere bürünerek rolünü sahneler. Fakat Aramızdaki Mesafe’de biyografik ve otobiyografik unsurlar hikâyenin ana omurgasını oluşturuyor. Bunu göz anına alırsak birinci dereceden yakınlık duyduğunuz bir hikâyeyi aktarmak nasıl bir duygu durumu oluşturdu? Proje sürecinde tereddütleriniz veya çekinceleriniz oldu mu? “Özel”inizi sahneye taşımak nasıl bir his?

Bu işin birçok riskli tarafı olmasına rağmen burası galiba en zor yanlarından biriydi. Ve işin garibi ben süreçte bunun zorluğunu tam kavrayamamıştım. Hatta yazarken çevremdeki herkes bunun çok zor olacağını söylüyordu ama ben kendim olarak sahneye çıkmanın kolay olacağını düşünüyordum. Daha doğrusu fikrim sürekli değişiyordu. Bazen çok kolay olacağını düşünüyordum. Bazen de “Ya her oynadığımda tetiklenirsem?” diye endişeleniyordum. Çünkü yazma süreci hiç kolay olmamıştı. Bazen bazı sahneleri yazdıktan sonra durup “Ben bu dönemi böyle mi yaşamışım?” dediğim zamanlar olmuştu. 1-2 hafta metnin başına oturamadığım zamanlar da yaşamıştım. Dolayısıyla bunun her akşam başıma geleceğinden endişe duyduğum bir dönem de olmuştu. Ama işin garibi bu hiç olmadı. Yazarken ve üretirken temel iyileşmeyi yaşadığım için oynamak beni hiç tetiklemiyor neredeyse. Öyle travmatik bir yere çekilmedim yani. Ama bambaşka bir zorluk açığa çıktı ve ilk 10 oyun bununla mücadele ederek geçti sanırım. Bunu anlatmak biraz zor ama denemeye çalışacağım.

Şimdi oyunculuğun aslında temel eğlencesi ve zevki o akşam kendinizi bir kurgunun içinde rahatça bırakabiliyor olmanızdır. Sahneye çıkarsınız, “Adım Aziz” dersiniz ve o andan itibaren yaptığınız her şey Aziz’e yorulur. Siz de Aziz başlığının altında, onun koşullarının çerçevesinde özgürce deneyimlersiniz rolünüzü ve belki de kendinizi. Bu oyuncuya inanılmaz haz veren bir durumdur. Benim durumumdaki zorluk da tam burada başlıyor. Ben sahneye ilk anda kendim olarak çıkıyorum. O gün geldiğim kıyafetlerle sizi karşılayıp sonra da bir girizgah yapıyorum. O andan itibaren bende gördüğünüz her şey; kıyafetim, sesim, mimiklerim, ellerimin titremesi, şakalarım ve onların tutmaması sizin kafanızda bir Bülent imgesi yaratıyor. Ve birazcık farklı yapsam, biraz sesimi farklı kullansam bambaşka bir Bülent tanıyarak çıkıyorsunuz salondan. İşte bu gerilim beni çok zorluyor. Çünkü ben hangi Bülent’im? Hangi Bülent olmalıyım ki oyun açılabilsin? Nasıl davranmalıyım ki seyirci benimle yakın bir ilişki kurabilsin? Ve hangi Bülent olmamalıyım ki seyirci oyundan soğuyup mesafeli bir yerde kalmasın? Bunların hepsi kendimle ilgili olduğu için dönüp dolaşıp kendimde bir şeyi değiştirmeye çalıştım uzunca bir süre. Kurgu bir karakter olsa onunla ilgili bir şeyi değiştirmek kolay. Ve açıkçası ona hazırlanmak da kolay. Birtakım egzersizler yaparsın, enerjini yükseltirsin ve çıkarsın sahneye. Bir insan kendi olmaya nasıl hazırlanır? Hele bir de akşamki nakliyeyi ve sahne kirasını düşünürken? İşte burası çok zor.

Lisans eğitiminizi İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Sosyoloji bölümünde tamamladınız. Bu süreçte Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları’nda üç yıl boyunca oyunculuk, reji, ses/müzik tasarımı, dekor tasarımı ve festival organizasyonu gibi alanlarda çalıştınız. Özellikle lisans aldığınız sosyoloji eğitiminin bu hikâyânin sahneye taşınması konusunda mutlaka yardımı dokunmuştur diye düşünüyorum.

Ben -oyunda da söylüyorum bunu- aslında lisedeki tiyatro hocamın yönlendirmesiyle konservatuar okumayı tercih etmedim. Deli gibi oyuncu olmayı istememe rağmen. İyi mi oldu kötü mü oldu hâlâ tam olarak anlamıyorum. Çok farklı eğitim süreçlerinde ve ortamlarında bulunduğum için sabit bir düzenden daha renkli bir gidişatım oldu. Ama insan bazen de sabit bir çatının altında özgürce öğrenci olmak istiyor. Benim için öyle olamadı. Ben sürekli çatı değiştirdim. Bu kadar çok değiştirme sebebim de sosyal bilim okumamdan kaynaklanıyor olabilir.

aramizdaki-mesafe-1
Aramızdaki Mesafe | Fotoğraf: Murat Dürüm

Ben lisansta inanılmaz iyi bir öğrenci değildim çünkü okurken sürekli tiyatro yapıyordum ve vaktimin çoğunu oraya harcıyordum. Dolayısıyla sadece dersleri iyi dinleyip, sevdiğim okumaları yapıp, kişisel olarak kendimi geliştirip oradan koşarak tiyatroya gidiyordum. Ama sosyal bilim okumanın kattığı en önemli şey şudur: Şeyler göründükleri gibi değildirler. Ve her zaman görünümlerinin arkasında başka sistemler, düzenler ve türlü çeşit hakikatler vardır. Dolayısıyla her şey sorgulanabilir, araştırılabilir ve her şeyden -kendinden bile- şüphe duyulabilir. Hatta bence hakikat şüphededir. Dolayısıyla sosyoloji bana şüphe etmeyi, sorgulamayı, şeylerin arkasındaki katmanları incelemeyi ve analiz edebilmeyi öğretti. Bu aynı zamanda hayata karşı politik bir bilinç de geliştirmek, olan biten düzene karşı politik bir mesafede durabilmek de demek. Lisans eğitiminde oluşturduğum bu temel bana hem iyi hem kötü geldi. Her şeye fazlasıyla yabancılaşıp onu sorgulayan, analitik biri oldum. Ama bir yandan da politik bir bilinçle hareket edebilme ve bu sayede katmanlı dramaturjiler kurabilme becerisine sahip oldum sanırım. Yani hiç değilse bana öyle geliyor.

Peki Aramızdaki Mesafe oyununun fikrini yakın çevrenizle paylaştığınızda nasıl yorumlar aldınız? Ve özellikle ailenizden.

Valla benim garip bir huyum vardır. Ben aklıma gelen oyun fikirlerini içine girdiğim ortamlarda hemen anlatırım. Ve insanların tepkisini ölçerim. Aramızdaki Mesafe’yi o kadar fazla ortamda o kadar fazla kişiye anlattım ki… Ben yapmadan biri çıkıp yapacak artık diye düşünmeye başlamıştım hatta. Ve hep de çok olumlu dönüşler alıyordum insanlardan. Yani oyunun temel hikâyesini ve reji fikrini anlattığımda beğenmeyen çok az insan oluyordu. Beni de bu yüreklendirmişti zaten. Ailemse neyin ne kadar anlatılacağını hiç bilmiyordu. Onlara biraz da sürpriz olsun istiyordum. O yüzden genel olarak kendilerinden nasıl bahsettiğimi söyleyip geçmiştim. Onlar şoku oyunda yaşadılar ve açıkçası mutlu ayrıldılar. Kendileriyle ilgili hiçbir şeye alınmadılar.

aramizdaki-mesafe-2
Aramızdaki Mesafe | Fotoğraf: Murat Dürüm

Oyunda seyirciyle kurduğunuz gerçek zamanlı teması bir kenara bırakırsak köyden büyükşehre şeyhten tövbe alıp cemaate katılmaya giden amca Bülent ve dindar bir ailede büyüyüp seküler kültüre adım atan ve tiyatro yapma hayalinin peşinden koşan yeğen Bülent’in hikayesine tanıklık ediyoruz. Açıkçası oyunu izlemeden önce konuyu okuduğumda bu iki karakterin hikayesinin nasıl bir düzlemde buluşup paralel ilerleyeceğini çok merak etmiştim fakat oyun bittiği anda adına “kader ortaklığı” diyebileceğimiz bu kavramın gücüne bir kez daha inandım. İki hikâyenin bambaşka zaman ve mekânlarda birbirinin içinden geçerek buluşmasını oyunun tasarlama sürecinde nasıl kurguladınız?

Benimki yaşanmış bir kader olduğu için orada pek zorlanmadım. Yani en başından beri temel hedefim farklı cemaatleşme pratiklerini, nereden yaralanmış insanların bu cemaatlere kendilerini kaptırdıklarını ve nasıl daha da çok parçalandıklarını göstermekti. Dolayısıyla şanını çok duyduğumuz İslami cemaatlerle içerisinde neler döndüğünden pek de haberimizin olmadığı tiyatro gruplarını yan yana koymak zaten metnin çıkış fikriydi. Günlüğü bulur bulmaz aklıma gelen ikilik buydu. Ama tabii artık benim gerçekliğim de amcamın gerçekliği de tamamen kurgulanmış durumda. Ben ne bir tiyatro kursuna gittim ne de Romeo ve Juliet çalıştım ömrümde. Bu tip durumların toplamına dönüştü o sahneler. İki tarafı birbirine bağlama ve kurgulama süreci de biraz araştırmalarımdan açığa çıktı. Özellikle amca tarafı için cemaat biçimleri, tarikat içi cinayetler, kurdukları din felsefesi üzerine yaptığım okumalar üzerinden oranın yapısı açığa çıkmaya başladı. Hatta sadece İslam da değil, farklı dinlerin yaklaşım biçimleri de mevcut oyundaki cemaatlerin felsefesinde. Gerçeğin içine girdikçe kurgu da kendini göstermeye başladı.

Aramızdaki Mesafe’yi “Bir Türkiye gerçekliğini iki farklı karakter üzerinden anlatan oyun” olarak tanımlamak isterim. Nitekim muhafazakar ve seküler olarak keskin bir şekilde zıt kutuplara ayrılan toplumun hikayesinden kesitlere rastlıyoruz. Bu minvalde oyunu sosyolojik bir toplum röntgeni olarak görebilir miyiz?

Ben genelde izlediğim oyunlarda Türkiye’ye dair bir okuma bekliyorum. Bunun illa inanılmaz güncel politik bir mesele olması da gerekmiyor. Burada kendime biraz Oğuz Atay’ı örnek alıyorum. Onun romanları da çok kişisel bir hikayeyi, buhranı anlatıyor gibi gözükse de geniş pencerede bir Türkiye tarihini sunar bize. Bu ikili yapıyı sürdürmek benim her zaman çok hoşuma gidiyor ve daha köklü hikayeler üretilebildiğini düşünüyorum bu yapı üzerinden. Ben de oyunda bunu yapmaya çalıştım aslında. Çok kişisel iki hikaye anlatırken bir tarafta dindarlaşan diğer tarafta da dinden uzaklaşan Türkiye tablosunu eş zamanlı olarak göstermek istedim. Ama benim hikayemde muhafazakar ve sekülerler kesin bir şekilde zıt kutuplara ayrılıyor mu ondan pek emin değilim. Daha önce de dediğim gibi, benim temel derdim bu ikisi arasındaki mesafenin öyle pek de uzak olmadığını gösterebilmek. Ne yazık ki seküler bir örgütlenmede de İslami bir cemaatte de birbirine aşırı derecede benzeyen pratikler var. Ama bizim gözlerimiz sadece birini görmeye alışkın. İkincisi de biraz açığa çıksın, yapısı bozulsun ve tekrardan oluşturulsun. Hayattaki hedefim bu. Oyunda da bunu yapmaya çalıştım aslında.

İki farklı koldan bir hikâyeyi sahnede tek kişinin aktarması hakikaten kolay bir iş değil fakat metnin grift yapısı, ilmek ilmek işlenen metni ve seyirciyle kurulan iletişimde yapılan anlatımlar Aramızdaki Mesafe’yi akıcı bir hale getiriyor. Bu noktada özellikle ilk yarım saatlik dilimde seyircinin zihnini biraz bulandırma potansiyeline sahip hikayenin akışı ilerleyen dakikalarla birlikte yavaş yavaş yerine oturuyor. Bir yandan çatışmalar üzerinden ilerleyen bir yandan da benzer hayatların ve yok oluşların varlığıyla rayına oturan oyunun fiziki olarak gördüğümüz tek oyuncusu olmanız size nasıl bir yük bindiriyor? Çünkü tek perde ve 80 dakikalık bir oyunda seyircinin oyuna ilgisini tutmak hiç kolay değil. Fakat bunu gerek mizahi sahneler gerekse interaktif yöne de kayan sahnelerle başarıyorsunuz.

Evet, oyun bir süre seyircinin kafasını yakıyor; bu artık oyunun bir gerçekliği. Her seferinde bunu görüyorum ve bu zaten metni yazarken tasarladığım bir şeydi aslında. Dört koldan hikayeye girip seyirciyi bir karmaşanın içine sürükleyip, bütün hikayeleri birbirine düğümledikten sonra çözmek. Bu benim en sevdiğim yapıdır zaten. Ürettiğim işler, fikirler genelde kaos, hüzün ve mizah arasında salınır durur. Bu bir yandan da oyunun anlatım dilini sürekli değiştirebilmeme yarıyor. Farklı anlatım biçimlerini dahil edişim zaten bu dikkati sürekli toplamaya yönelik bir ihtiyaçtan kaynaklanıyordu. Bir yandan da dramaturjik olarak bir sürü yol deneyerek bir şekilde derdini anlatmaya çalışan bir oyuncunun hali bana dramatik geliyor. Tek kişilik oyunun çok garip, hüzünlü ve zor bir durumu var. Yapayalnızsın. O gün içinde, kuliste ve özellikle yardımsız kaldığın bir sahnede. Ben açıkçası amcanın taraflarında kendimi çok kişilik bir oyundaymış hissediyorum. Aynı seyircide olduğu gibi o hoparlörler benim için de insanlaşıyor ve partnerleşiyor. Asıl zor olan kısım benim kendim olarak sahneye çıkmam ve kendi hikâyemi anlatmam. İnsan kendi hikâyesine de yabancılaşıyor ve sorgulamaya başlıyor çünkü. “Ben kimim ki kendi hikayemi bu kadar önemliymiş gibi anlatıyorum burada?” dediğim yabancılaşmalar olmadı değil. Ama geçiyor bunlar artık.

aramizdaki-mesafe-3
Aramızdaki Mesafe | Fotoğraf: Murat Dürüm

Oyun bittiği andan itibaren salondan ayrılırken adeta sersemlemiş bir vaziyette buldum kendimi. Bu da kesinlikle hikâyenin her geçen dakika rüzgarı arkasına daha da alarak güçlenmesi ve seyirci üzerinde bıraktığı görsel ve özellikle işitsel deneyimin titizlikle tasarlanmış olmasına bağlı. Peki her oynadığınızda oyunun bittiği andan itibaren siz hangi duyguların girdabı içine kapılıyorsunuz? Her seferinde tecrübe ettiğiniz duygular sabit mi kalıyor?

Maalesef sabitleşmiyor. Bir yanım deli gibi sabitleşmesini istiyor. Metninden kopamayan yazar gibiyim ben. Bir türlü içimden çekip atamıyorum onu. Bunun büyük bir zorluğu varmış, onu oyun süreciyle beraber anladım. Yazar olarak aslında yazdığın şeyi vücudundan atmak, onu kendi sürecine bırakmak ve hayatına devam etmek istiyorsun. Ama ben hala yazdığım şeyin içinde onu her oyun deneyimliyorum. Bırakamadığım için bir eksik gördüğüm anda onu sürekli değiştirmek istiyorum. Şu an sizin izlediğiniz oyunla prömiyer arasında öyle bir fark var ki… Temel kurgu değişikliklerinden bahsediyorum. Dolayısıyla oyun her bittiğinde bende bir eksiklik hissiyle bitiyordu. Sanki bir şeyler olmamış, bir sonraki oyuna bir şeyi daha değiştirmem gerekiyormuş gibi. Hele final konuşması 10 oyunda 10 kere değişmiş olabilir. Ama sizin izlediğiniz 23 Aralık 2024 tarihli oyun benim için en enteresan hislerden birine sahipti. İlk defa sonunda “Galiba oldu” dedim içimden. Sakin, dingin, biraz ağır ama ferah bir şekilde ayrıldım salondan. Bundan sonra bir daha dokunmam dedim metne. Tabii beni tanıyanlar bu cümleyi okuyunca gülmeye başladılar çoktan. Çünkü kendimi durdurmam çok zor. Ama böyle hissettiğime çok sevindim oyundan sonra. Sizin hissinizi yaşayan çok fazla seyircimiz oluyor. Çok etkilenmiş olsa da bir an önce mekanı terk edip sonra bana yazıyorlar mesela. Böyle bir etkisi var oyunun, kabul ediyorum. Hele ki daha tatlı ve eğlenceli metinlerin başı çektiği tiyatro ortamımızda bu tip oyunlar biraz zorluyor hepimizi. Ama maalesef gerçekte olmayan hiçbir şey yok sahnede. Ve uzak gibi görünen mesafeleri görmek, onların bilincinde olmak ve bunlarla mücadele etmek bana değerli geliyor.

Aramızdaki Mesafe “tek kişilik çok sesli bir oyun” konseptine son derece uygun çünkü her ne kadar tek kişilik olmasına rağmen seyirciyi çevreleyen ses sistemiyle çok sesli bir deneyim kurmayı hedefliyor. Bunun sonucunda da uzamsal ses tasarımı yoluyla seyirciyi oyunun dünyasına davet ediyor. Ses dizaynının izleme deneyimi üzerinde bu derece etkili olduğu bir oyunu da uzun zamandır izlemediğimi açıkça söyleyebilirim. Bu noktada oyunun ses tasarımını üstlenen Tolga Tüzün ve ses mühendisi olan Erkan Çelik’e de ayrı bir parantez açmak gerekiyor sanırım. Bir de unutmadan Utku Kara imzalı ışık tasarımına da değinelim.

Artık biri bana oyunu sorduğunda onlara şöyle diyorum: “Oyun nasıl bilmiyorum. Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Oyunun tasarımı çok iyi.” Gerçekten her oyun günü salona gittiğimde, bazen o gün kendimi kötü hissetsem de teknik akış almaya başladığımızda şevkleniyorum. “Ulan ne güzel bu oyunun tasarımı” diye geçiriyorum içimden sürekli. Oyunun bir diğer başrolü ses tasarımı olduğu için Tolga’ya özel bir başlık açmak gerekiyor. Hâlâ nasıl oldu da beraber çalıştık pek bilmiyorum ama prova döneminde her gelen parçanın nasıl da tüylerimizi diken diken ettiğini hatırladıkça mutluluk gözyaşları doluyor gözüme. Bir yandan sizin de dediğiniz gibi, Erkan abi olmasa bu oyunun olamayacağını oyunu oynamaya başladığımda fark ettim.

Erkan abi Tolga aracılığıyla tanıştığım biri ve en başından beri teknik anlamda her şeye destek oldu. Beraber ikinci el hoparlör gezisine çıkmaktan oyunların ses kurulumlarına kadar. Ben mesela hoparlörleri kendi başımıza kurulabileceğimize inanıyordum prova dönemi öncesi. Şu an fark ediyorum ki Erkan abi ve ekibinin desteği olmasa biz asla kuramazmışız o sistemi. Nitekim Utku’nun ışık tasarımı bir başka oyuncu gibi sahnede, her seferinde hayranlık duyuyorum bunlara. Ses tasarımı üzerine bir oyun kurgulamak çok riskli duruyordu dışarıdan. Herkes “Bu hikaye izlenemez, çok zor” gibi şeyler söylemişti. Benim de buna karşı garip bir inadım vardı. Nedense ses üzerine yapılan bir reji fikrine takmıştım ve bunun işleyeceğinden emindim. Tam da dediğim gibi oldu: En entelektüelinden en genel izleyicisine kadar herkes ses tasarımını ve amcanın rejisini çok sevdi. Bu da bütün bu insanların başarısıdır. O yüzden işin bu kısmını gönül rahatlığıyla övebiliyorum.

Tiyatro, yaşama ve umutsuzluğa bir alan açar mı?

Evet, geldik yarama tuz basan bir soruya. Bu soruyu önce kendim üzerinden yanıtlayacağım sanırım. Tiyatro, tiyatrocular için bir yaşam ve umut doğurur mu? Şu anki koşullarda daha çok öldürür gibi duruyor. Yukarıda da dediğim gibi sosyoloji beni analitik ve realist biri yaptı. Ruhum kaos, hüzün ve mizah arasında salınan bir romantik olsa da realistliğimin önüne geçemiyor maalesef. Ve öyle bir tablo var ki şu an memlekette… Büyük ihtimalle her alanda böyle ama özellikle tiyatro yapmak şu an matematik olarak imkansız bir yerde duruyor. İnsan bunu uzaktan o kadar anlamıyormuş. İçine girdiğinde kira, nakliye, muhasebe ve çalışanların kaşeleriyle mücadele etmeye başladığında görüyorsun bunu.

Şu an Türkiye’deki tiyatro bir ünlü tufanına sıkışıp kalmış durumda. Bizim kalibremizdeki tiyatroların ömrü vasatlığın yolundan geçiyor. Şu an memleket sana şunu söylüyor: “1-2 kişilik, taksi bagajına sığacak kadar dekorlu, tatlı-melodramatik, belediyeye satılabilmesi için pek politik olmayan ve çıkışta insanlarda iyi his bırakacak bir oyun yap.” Bu sınırlar içinde yaratıcı olabilmek kumdan kaleler yapmak gibi. Ancak sahil kenarında bir su gelip dağıtana kadar kendi kendine oynayabilirsin. E peki tiyatro bu sınırlar içinde kalıp vasatlığa boyun eğecek kadar kutsal mı? Benim için değil. “Öleyim ama yine de tiyatro yapayım” gibi bir inancım yok benim. Kimsenin de olmaması lazım zaten. Böyle bir kutsallık bizi kurban pozisyonuna sokuyor. Benim kalibremdeki bütün tiyatrocuların, arkadaşlarımın durumu aşağı yukarı bu vaziyette. Kariyerini 90’larda, 2000’lerde kurmuş insanlar yatıp kalkıp dua etmeliler. Şu anki ekonomik durum, politik ortamdan dolayı apolitikleşmek isteyen, sadece iyi hissetmek isteyen veya parayı verecekse “değecek” bir şeye vermek isteyen bir kitleyle oyun yapmak çok zor. Bir yandan seyircileri de anlıyorum. Ben de bilmediğim birine bu koşullarda para vermekte zorlanıyorum. Dolayısıyla bütün arkadaşlarıma kolaylıklar diliyorum. Tiyatro gerçekten sabit bir gelirin yoksa yapılmayacak bir şeye dönüştü. Sabit bir gelir için de zamanının yüzde 80-90’ını o işe vermen lazım. Zamanının yüzde 10’uyla da tiyatro yapılmıyor. İçinden çıkılmaz, aşırı umutsuz bir kısır döngü. Tiyatro “sektörü” bize kısaca ünlü ol diyor. Sonra gelip oyununu yaparsın. Tiyatroculuk da töre dizisine kaldı yani.

aramizdaki-mesafe-4
Aramızdaki Mesafe | Fotoğraf: Murat Dürüm

Bir oyun, tiyatro seyircisi için bir yaşam ve umut kapısı aralar mı? Gerçekten bilmiyorum. Ben artık genel izleyicinin deneyiminden çok uzağım. İyi bir oyun bana üretme enerjisi verdiği için ben buradan hayat buluyorum. Ama kısa bir anlığına, sonra hemen yukarıda anlattığım şeyler geliyor aklıma. Bir oyunun umudu ve yaşamı kuvvetlendirecek bir gücü olabilir mi? Hiç bilmiyorum. Hissettirebilir. Sezdirebilir. O akşamlık iyi gelebilir. Sonra unutulur ama bedende bir yere konuşlanır belki. Canlı olan her karşılaşma bedende bir cereyan etkisi yaratır mutlaka. Öyle ya da böyle. Büyük ya da küçük. Ama mutlaka oradan artık farklı biri olarak ayrılırsın. Tiyatronun yarattığı canlı karşılaşma alanı ve ortaya çıkan bedenler arasındaki cereyandan bir yaşam aralığı açılabilir.

Röportajımızı Aramızdaki Mesafe oyununu izleyecek tiyatroseverlere mesajınızla bitirelim.

Valla insanın kendi oyununa birilerini çağırması için oyunu biraz övmesi gerekiyor. O da ne zor biliyor musunuz? Ama dediğim gibi oyunun tasarımı çok iyi. Orayı gönül rahatlığıyla överim. Olabildiğince farklı bir seyri olan, şu ana kadar pek kullanılmamış bir anlatım diliyle ortaya konan bir oyun yaptık. Konular sert, kafalar bir süre yanıyor. Haklısınız, kimse ağır konularla uğraşmak istemiyor. Lisede sosyoloji okuma fikri aklıma düştüğünde sınıftaki arkadaşlarım bana “Okuma. Sosyoloji, felsefe okuyanlar çok mutsuz oluyorlar” demişti. Ben de bayağı endişelenmiştim. Gerçekten sürekli mutsuz olmayı kaldıramazdım. Okulda felsefe hocamız vardı. Gidip ona durumu anlattım ve gerçekten böyle bir şeyin olup olmadığını sordum. O da bana yanı başımızda duvarda asılı duran bir çerçeveyi gösterip şöyle dedi: “Sadece bu çerçevenin içini görüp mutlu olmaktansa, bütün duvarı görüp mutsuz olmayı tercih ederim.”

Kapak Fotoğrafı: Ali İhsan Elmas

İlginizi çekebilir: Halil Şimşek’ten Saim Güveloğlu ile İspat Oyunu Üzerine