Yola Çıktım Mardin'e...
Nedendir bilinmez tatil zamanlarımızda yurt dışına seyahat etmek hep daha çok aklımıza gelir. Kendi ülkemizdeki görmediğimiz yerlere “Nasıl olsa gideriz” deriz… Fakat maalesef çoğu zaman gidemeyiz… İşte bu yüzden bulduğum ilk fırsatta yüzyıllardan beri birçok kültürün, dinin tabir-i caizse kucaklaştığı şehir olmuş, uzaktan uzaktan mistik bir şehir olduğunu, belki ne demek olduğunu çok da bilmemekle birlikte Süryaniler tarafından “Telkâri” sanatının icra edildiğini, tarihle biraz alâkadar isek Artuklu Beyliği’ne ev sahipliği yaptığını bildiğimiz, güvercinleri ile ünlü tılsımlı taş şehir Mardin’e gittim.
Hasankeyf’i bilir misiniz?
Ilısu Barajı’nın kurulacağını ancak insanlığa ait olan çok önemli bir değerin de sular altında kalacağını duymuştum ve neler olduğunu yerinde görmek, bilmek için sabırsızlanıyordum. Dicle nehri üzerinde yer alan Hasankeyf tarihi köprüsü, bal petekleri gibi görünen mağaraları, taş evleri ve El-Rızk Camii ile muazzam bir tarihe ve manzaraya sahip. Baraj yapılırsa tüm bu tarih ve kültür katledilmiş olacak. Çeşitli Çevre ve Doğa Dernekleri’nin eylemleri ile baraj inşası durmuş durumda ancak hala tartışma konusu maalesef… Umarım bu konu tekrar gündeme gelmez ve tarihi değerlerimizin kıymetini biliriz artık. Hasankeyf’in çarşısını gezdikten ve bölgenin meşhur “kaçak çay”ını içtikten sonra yolumuza devam ediyoruz!
İlk Durak Mardin’in bir ilçesi olan Midyat.
Mağara Kenti Matiate (Midyat)
Süryaniler tarafından kurulduğu bilinen Midyat, Asur tabletlerinde Mağara Kenti olarak geçiyor. Denilene göre Midyat’taki ilk Hıristiyanlar mağaralarda yaşarlarmış.
Midyat’ta nerede kaldık?
Midyat’ın Nehrozlar Mahallesinde 1600 yıllık hatta belki daha bile fazla döneme tanıklık etmiş bir yapıda: Kasr-ı Nehroz Otel’de. Yöresel mimari korunarak restore edilmiş otel dört dörtlük diyebilirim. Akşam yemeğini otelin şefinin özel olarak hazırladığı menüden yedik. Doğu’ya gitmişken pek de füzyon mutfağının karşınıza çıkacağını düşünmüyorsunuz ancak otelin şefi geleneksel ile moderni karıştırıp harika bir menü hazırlamıştı.
Midyat: Dillerin ve dinlerin buluşma noktası
Bölgede Türkçe, Kürtçe, Arapça ve Süryanice konuşuluyor. Bölge halkının hemen hemen hepsinde en az üç lisan cepte duruyor. Aynı anda birkaç lisanda sorulan sorulara cevap verebiliyorlar.
İslam, Hıristiyanlık, Yezidilik, Güneşe Tapanlar da şehrin halkından… Tabii günümüzde Yezidiler, Güneşe Tapanlar ve Hıristiyanların büyük bir bölümü de topraklarını terk etmiş durumdalar…
Süryanilerin büyük bir bölümü İsveç’e gitmişler. Bölgedeki taş ustaların tamamını oluşturan Ermeniler de göç etmişler. Şehrin her yerinde Ermeni ustaların, nakkaşların, mimarbaşlarının eserlerini, ince dokunuşlarını görebilirsiniz.
Anadolu’da Şarapçılık…
Şarapçılık, eski Anadolu ve Mezopotamya kültüründe önemli bir yer tutuyor. Süryaniler 5 bin yıldır bu topraklarda şarap üretiyorlarmış… Ancak bölgede Müslümanların hakimiyetiyle birlikte Süryaniler topraklarını terk etmeye başlıyorlar ve şarapçılık nispeten evlerde devam ediyor. Şarap yapım teknikleri ilerleyemiyor, yatırım yapılamıyor. Şimdilerde çok sevindirici olarak bu kültür yeniden canlanmış ve topraklarımızda yetişen eşsiz tattaki üzümlerden yeniden şarap yapılmaya başlanmış. Ben birkaç şişe bavula sığdırabildiğim kadar aldım. Özellikle beyaz şarap bölgeye ait Mazruna ve Kerküş üzümlerinden yapılıyor hafif tatlımsı yumuşak içimli aromatik bir tadı var. Tavsiye ederim.
Mezopotamya ve Anadolu’nun Beşiğinde Taşa Hayat Veren Kadim Şehir: Mardin
Öncelikle şunu belirteyim bölge halkı birbirine düşman aşiret hikâyeli, ağa ve töre temalı dizilerden çok şikayetçi durumda. Nereye gittiysem oranın yerlileri “Allah aşkına söyleyin burada öyle bir şey gördünüz mü” diye sitem ediyorlar. Keşke diziler biraz daha gerçekçi yapılsa diye hayıflanıyoruz hep birlikte…
Mardin’in tek caddesi var. Cadde boyunca her şeyi bulabilirsiniz. Özellikle telkâri satan kuyumcuları. Ben kendime ufak bir hediye aldım. El emeği göz nuru her şey.
Mardin’de nerede kaldık?
Mardin’in eski bir Ermeni Mahallesi’nde yer alan Maridin Otel’de. Aslında otel merkezde yer alıyor şimdiki Mardin’in konumuna göre. Aslına uygun olarak restore edilmiş. Otelin çeşitli yerlerinde Musevilerce kutsal olan Davut Yıldızı var. Genel olarak otel güzeldi, terasının gündüz ve gece ayrı ayrı çok güzel manzarası var.
Mardin’de olduğumu duyan herkes Kebapçı Rido’ya gitmemi söyledi. Oradaki en meşhur kebapçılardan biri ancak biz oradaki köylülerin yaşamlarının biraz daha içine girmek, sofralarına dahil olmak istedik. Dara Köyü’nde bir yer sofrasına misafir edildik. Daha önce duyduğum ama ne olduğunu bilmediğim ‘Maklube’yi yemek sonunda nasip oldu. Enfes bir tat, köyde her şey çok taze, çok lezzetli. Gittiğinizde malum bizim Anadolu kültürü kimin kapısını çalarsanız sizi güler yüzle karşılayıp ikramda bulunuyor .
Gittiğiniz her yerde yörenin çocukları sizi karşılıyor. Hepsi okuldan sonra çalışıyor, rehberlik yapıyorlar, size tavsiyelerde bulunuyorlar. Dara’ya gidince de bizi çocuklar karşıladı. Elleriyle yaptıkları çiçek taçlardan hediye ettiler… Tavsiyem giderken yanınıza kitap, okul malzemeleri, oyuncak gibi çocukları mutlu edecek hediyeler almanız.
Gezimizde bize rehberlik eden Mesut Alp’ten bahsetmeden geçemeyeceğim. Mesut Alp bir arkeolog. Bölgedeki birçok kazıda çalışmış. Mardinli ve şu anda orada yaşıyor. Ege Üniversitesi’nden mezun olduktan hemen sonra topraklarına dönmüş. Orası için mücadele veriyor. Olabildiğince, öncelikle Mardin’in daha sonra çevre illerin gelişimi için uğraşıyor. Zeki, kültürlü, esprili. Ne sorarsanız sorun bilgisi var. Yolda giderken görülecek bir yer olmadığında bile başlıyor bir hikâye, yöreyle ilgili bir efsane anlatmaya… Bazen sizi güldürüyor bazen de anlattıklarıyla durup uzun uzun düşünmenizi sağlıyor. Tüm gezi dolu dolu geçiyor. Hangi birini aklınızda tutacağınızı şaşırıyorsunuz. Kendisiyle gezdiğim için kendimi gerçekten çok şanslı hissettim. Sizin de yolunuz bir gün Mardin’e düşerse Mesut Alp ile tanışıp sohbet etme şansına nail olmanızı çok isterim.
Rehberimizin anlattığı, beni çok etkileyen biraz buruk gerçek bir hikâyeyi paylaşmak istiyorum:
Diyarbakır’da uzun seneler “kim olduğunu” saklayan bir İbrahim Amca varmış… Tabii kimse kendini sakladığını bilmiyor. Gün gelmiş artık çok yaşlanmış, öyle ki etrafındakileri tanımaz olmuş. Bir gün çevresindekilere “Babam Agop’u getirin bana” demiş. Kimse anlam verememiş, İbrahim amca çevresi tarafından tanınan iyi bir Müslümanmış çünkü… Babasını çağırmaya devam etmiş. Daha sonra ortaya çıkmış ki korkudan veya başka nedenlerden kendi kimliğini saklayan Ermeni bir amcamızmış…. Bu gibi hikâyelerin yaşanmayacağı, kimsenin kimseye karışmadığı, saygı duyduğu ve sevgiyle kucakladığı yarınlarımız olsun diyerek gezimizi anlatmaya devam ediyorum.
4000 Yıllık Süryani Şehri: Savur
Savur’da ünlü Hacı Abdullah Konağı’na misafir olduk. 1850’de inşa edilen bu yapı tam bir sanat harikası. Konaktaki değerli eşyalar, duvar işçilikleri, işlemeler, dolaplar… her şey ayrı ayrı incelenmeyi hak ediyor. Sahibi konağı müzeye dönüştürmüş. Butik otel olarak da hizmet veriyor. Ben bir dahaki sefere burada bir gece geçirmek istiyorum. Öğle yemeğimizi burada yedik. Çorbasından tatlısına kadar her şey çok lezzetliydi ancak ana yemekte hepimizi şaşırtan bir detay vardı. Et yemeğinin içine bolca çağla koymuşlardı. Önce ne olduğunu çözemedik. Sonra ise verdiği tada bayıldık. İstanbul’a dönünce hemen denedim, harika oldu.
Mardin’e devam…
Mardin, eşeklerin belediye tarafından kadrolu olarak çalıştırıldığı bir şehir. Çöp topluyorlar! Aslında önce biraz üzüldüm ama sokaklar o kadar dar ki şimdilik en iyi çözüm bulunmuş gibi duruyor.
Gitmişken deneyin: Süryani kahvesi, dibek kahvesi, menengiç kahvesi… Kahve insanı olmasanız bile tadına bakın. Zaten bolca “kaçak çay” tüketeceksiniz.
Akşam yemeği Bağdadi’de
Bağdadi Mardin’in tek caddesi olan 1.caddenin üzerinde yer alıyor. Ambiyansı çok güzel, yemekler çok lezzetli. Hep var mı bilmiyorum, biz gittiğimizde canlı müzik vardı ve her şeyi ile Bağdadi muazzamdı. Orada yediğimiz tatlıdan, harireden bahsetmek istiyorum. Mardin’e özgü bir tat. Çok beğendim. İçinde pekmez, un, şeker ve tarçın varmış. Onu daha deneyemedim ama kesinlikle evde yapacağım.
“Ben uyandığım yerliyim…”
Yollarda sürüleriyle birlikte yürüyen göçerleri görmeniz mümkün. O hayat şekliyle hâlâ insanların yaşadıklarını düşünmek, onları görmek insanı düşündürüyor. Rehberimiz bir tanesi ile sohbeti sırasında şu cümleleri duyuyor: “Ben uyandığım yerliyim…” Ne kadar özgür olduklarını, hiçbir bağlılıkları olmadığını en güzel bu cümle anlatıyor sanırım…
Bunların yanı sıra Deyrulzafarân Manastırı, Ulu Camii, Mardin Kalesi, Kasımiye Medresesi, Mor Gabriel Kilisesi, Mardin Müzesi, Dara Antik Kenti, Bakırcılar Çarşısı, Şeyh Çabuk Camii’ni de görmelisiniz. Zira ben hepsini gördüm, gezdim ama yazıma eklemedim çünkü bu bilgileri yapacağınız gezi küçük bir internet araştırmasıyla bulabilir, seyahat listenize ekleyebilirsiniz. Hepsine ayrı ayrı gidilmeli.
Ancak Kasımiye Medresesi’nde beni çok etkileyen çeşmenin hikâyesini anlatmak istiyorum:
Kasımiye Medresesi Artuklular döneminde yapımına başlanan ama Moğol saldırıları nedeniyle yarım kalmış sonra Akkoyunlular zamanında tamamlanan eşsiz bir yapı. Medresede zamanın gelecek vaad eden öğrencilerine eğitim veriliyormuş. Tam ortasındaki çeşme bölümlerden oluşuyor. Suyun aktığı ilk yer ana rahmini, dökülüş anı insanın doğumunu temsil ediyor. Sonraki küçük dikdörtgen şeklindeki bölüm bebekliği, oradaki suyun aktığı kare çocukluğu, uzun dikdörtgen havuz gençliği ve sonraki uzun yol da gençlikten sonraki yaşamı temsil ediyor. Su giderek azalıyor, bu da yaşlılığı temsil ediyor… Ardından su dar bir kanaldan geçiyor. O kanal ölümden sonraki “sırat köprüsü”. Oradan akan su medresenin ortasındaki havuzda birikiyor. Büyük bir havuz, o da ölümden sonra insanların toplanacağı mahşer günü alanını temsil ediyor. Ben çok etkilendim. Şehrin her yerinde ders alınabilecek bir yapıt, bir yaşam, hikâye var….
Umarım siz de bu harika yerleri gezme fırsatını tez zamanda yakalarsınız.
İlk yorumu siz yazın!