Rock Werchter: Belçika'da Unutulmayacak Bir Müzik Festivali
Yaklaşık 6 ay önceydi, bir arkadaşımın facebook sayfasında Rock Werchter 2011 Line up’ı yazıyordu, gördüğüm anda “ben bu festivale gitmeliyim” dedim. Ancak şöyle bir problem vardı, ben böyle çoook kez ‘bu festivale gitmeliyim’ dedim ve 1 kere bile gitmek nasip olmadı, Rock’n Coke dahil! Bu seferki farklıydı, daha Line Up net belli olmamasına rağmen, Coldplay, Portishead, Kings of Leon, Iron Maiden, Chemical Brothers gibi gruplar ve birçoğu programda yerlerini almışlardı bile. Bir anlık gaza gelmeyle ve bu iş yatmasın diye hemen festival biletlerini aldık…
Ufaktan festivalle ilgili bilgi vereyim, Belçika’nın küçük bir kasabası olan Leuven’de yapılıyor festival. Leuven 3000 küsür kişilik bir nüfusa sahip, ancak önceki sene festivalin sadece Pazar günü için satılan bilet sayısı 90.000, bu vesileyle kısa vadeli de olsa, ufak bir nüfus patlaması yaşanıyor kasabada. Son 4 senede Avrupa’nın en iyi festivali ödülünü 3 kez almış Rock Werchter. Kombine 4 gün için de bilet alanların çok büyük bölümü çadırlarda, küçük bir bölümü de kasabadaki evlerde kalıyor. Festival, diğer büyük festivallerin aksine sadece 2 sahnede gerçekleşiyor, bu yüzden çok dağılma olmayıp, muhteşem bir atmosferde gerçekleşiyor.
Neyse biz ufak ufak olaya girelim, 2 günlük Fransa seyahatinden sonra trene atladık ve Brüksel’e geçtik, Brüksel’den de trenle festival alanına doğru yola çıktık. Bu arada son saniyede ayarlandığımız için, hiçbir araştırma yapmadan, ne almamız gerektiğini bilmeden, çadırsız yola çıktık, o yüzden Brüksel’de bir marketten 2 kişilik bir çadır aldık. Kamp alanına geldik, ‘ne kadar büyük bir kamp alanı’ dedik ki, bu tarz 10 tane daha kamp alanı olduğunu öğrendik, nasıl devasa bir olay olduğunu siz düşünün artık. Birkaç kamp alanında yer bulamadıktan sonra festival alanına yakın olmayan bir kamp alanında çadır kurmak için uygun bir yer bulduk. Yalnız ufak bir sorunumuz vardı, bu sorunu çadırı kurunca anladık, 2 kişilik diye geçirdikleri çadır, kamptaki en küçük çadır çıktı, ciddi şekilde 1 kişinin dahi kalamayacağı çadırda biz 2 kişi kaldık!
Festival alanına ilk geldiğimizde en azından Hives’ın sonuna yetişebildik, 2-3 şarkı dinledik, gayet iyiydiler. Ardından Anouk çıktı, kendisiyle o kadar da ilgilenmememiz ve açlık bizi yemek bölümüne doğru itti. Döndüğümüzde Linkin Park’a 5-10 dakika kalmıştı, daha festival havasına girememiştik, yağmur ve soğuk hava vardı, hiçbir şey istediğimiz gibi gitmezken, Linkin Park çıktı. Ve beklentimin çok üzerinde bir performans sergilediler. Özellikle ‘Breaking the habits’ çok iyiydi. Bu arada ortam inanılmazdı, ayık gezen yok, o koku festivalin ana sponsoru gibi! Bira tüketiminden bahsetmiyorum bile, herkese Belçika’nın Jupiler birasını tavsiye ederim, ben ki bira çok sevmem, hasta oldum.
Ve sıra Chemical Brothers‘da… Konserin başlaması ve sahne şovuyla birlikte girdiğim transtan 1 saat sonra çıkabildim. Portishead’le birlikte festivalin en iyi performansıydı kesinlikle, adamlar ‘Galvanize’ çalmayıp, final şarkısını ‘Block Rockin Beats’ yaparak bu güzel performansa, bir de içsel tatminimi de eklediler, o da tuz biber.
Sabah ilk dinleyeceğimiz grup ‘Grouplove’dı. Grouplove’la ilgili çok bir fikrimiz yoktu ancak onlar da çok iyi çıktı, çok keyifli, içten ve sahne performansı çok hareketli bir gruptu. Grouplove’dan sonra Lissie vardı sırada. Son dönemin en beğendiğim kadın vokallerindendir normalde kendisi, ancak bu sefer biraz hayal kırıklığı oldu. Sadece ‘When I’m Alone’ ve ‘In Sleep’ şarkıları yeterli keyfi verdi.
Lissie’den sonra, festivalin en alakasız, en saçma ismi sahnede yerini aldı: Kesha! Hayatımda izlediğim en enteresan deneyimdi diyebilirim, gördüğüm en klişe sahne şovları, canlı dinlediğim en kötü ses ve teenage manyaklığına rağmen, o kadar kötüydü ki eğlendim. Her şarkıyı biliyor olmam da ciddi şekilde kendimi sorgulamama neden oldu! 🙂
Ve küçüklüğümün en iyi gruplarından birine gelmişti sıra: Jimmy Eat World. Konser boyunca bütün şarkılarını ezbere bildiğim tek grup, herkes onları ‘The Middle’ şarkısıyla bilir ki, son şarkıları da oydu, herkesin hep bir ağızdan ‘The Middle’ ı söylediği dakikalar, festivalin benim için en iyi anlarından biriydi. Akşam Arctic Monkeys ve Kings of Leon vardı, ancak arkadaşımın baskılarıyla, bu iki grup yerine, Brüksel’e gitmeyi tercih ettik, o yüzden bu iki performansla ilgili bir yorum yapamayacağım, pişmanım, bu konuyu kısa kesiyorum.
Ertesi gün, festivalin 3. gününde festival alanına döndüğümüzde bizi destansı bir 7 saat bekliyordu, önce Elbow, ardından Pj Harvey, Portishead ve en sonunda Coldplay, ve gerçekten de öyle oldu. Elbow, muhteşemdi, son albümlerinden ‘Birds’ü çaldıklarında sevinçten ağlayacaktım, çalmama ihtimalleri beni konser boyunca öldürecekti. Elbow’un bende yarattığı keyfi, Pj Harvey biraz aldı. Son albümleri ‘Let the England Shake’ direk loop’a aldığım sabah akşam dinlediğim bir albümdü ancak sahne performansları tam bir hayal kırıklığıydı. En sevdiğim ‘In the dark places’ şarkıları dışında konsantre olarak dinlediğim tek parça olmadı.
Pj Harvey’den sonra efsanevi Portishead yerini aldı, şuan şu satırları yazarken bile tüylerim diken diken oluyor, o kadar iyidiler. Roads, Machine Gun, Glory Box, Magic Doors ve nerdeyse Beth Gibbons’ın enstrümansız, tamamen vokal olarak söylediği Wandering Star mükemmeldi. Özellikle Machine Gun performansına söz bulamıyorum.
Portishead’in bitmesiyle, en çok beklediğim an gelmişti, sırada Coldplay vardı. Sahneye yakın bir bölgede, bira stokumuzla birlikte konserden 20 dakika öncesinde yerimizi aldık, o 20 dakika 1 saat gibi gelmiş olsa da, Chris Martin’in çıkmasıyla o dakikaları unuttuk, kız gibi çığlık atmamdan dolayı yaşadığım kısa süreli utanç, 5 saniyede yerini mutluluğa bıraktı. Benim için festivalin en önemli anı ‘Fix You’yu çalıcakları andı. Belki de hayatımın şarkısını çalmamakta ısrar ettiler, hatta konser bitmiş gibi içeri de gittiler, döndüler ve Clocks söylediler!
Coldplay ve Portishead’den sonra anlatacağım Pazar (festivalin son günü) programından ne kadar keyif alacaksınız emin değilim ama bi özet geçelim. Pazar gününde sabırsızlıkla beklediğim iki grup vardı Two Door Cinema Club ve Kasabian, günün ağır topları da Iron Maiden ve Black Eyed Peas’ti. Sabah Everything Everything diye adını sanını duymadığım bir grupla açılışı yaptık, ama gayet iyidiler, tavsiye ederim.
Sonra sırada Two Door Cinema Club vardı, Pazar’ın net en iyisiydi. ‘What you know’ çaldığı an ortamın nasıl coştuğunu görmenizi isterdim, tanışmayanlar tanışsın, tek kötü şarkıları yok diyebilirim.
Sırada Kasabian… tek kelimeyle açıklayacağım bu grubu, fena gazlar. Bir de üstüne kafalar binbeşyüz olunca, baya bir eğlendik 🙂 Sabahtan beri süren keyifli, rahat dinlediğimiz grupların yerini ağır abiler alacaktı. Önce Grinderman ardından Iron Maiden, zaten Pazar’a kadar festival alanında gördüğümüz renkli t-shirtler, yerini siyah Iron Maiden t-shirtlerine bırakmıştı. Nasıl bir deliliktir Iron Maiden, onu da bu festivalde anlamış olduk, çok tepki alıcak olsam da, ben açıkçası Grinderman’i solist farkıyla daha çok severim ki onlar da yüzümü kara çıkartmadılar, ha bi de ekliyim Nick Cave tam bir ruh hastası. Iron Maiden’da seyirci performansı görülmeye değerdi, ama sahne performansları benim için biraz hayal kırıklığıydı, performansları demiyim de sahne şovu açısından daha iyi bişey beklerdim. Yine de Iron Maiden’dan bahsediyoruz, onları da canlı izlemiş olmaktan dolayı mutluyum.
Kapanış partisi A-Trax ardından Black Eyed Peas’le olacaktı, aynı zamanda A-Trax yerine küçük sahnede Robyn de tercih edilebilir bir seçenekti ki zaten izlemesem de öğrendiğim kadarıyla baya iyimiş. Black Eyed Peas çok keyifliydi, sahne performanslarından bahsetmeme gerek yok zaten, ‘I gotta feeling’de herkes ayrı bir gazdı. O festivalin bitişinde yaşadığım keyifsizliği, Black Eyed Peas baya bir aldı. Sonuç olarak, böyle birşeyi ilk kez yapmamız, özellikle Coldplay, Chemical Brothers ve Portishead konserlerleri, kamp tecrübesizliklerimiz ve festival havasına uygun yağmurlu havasıyla muhteşem bir 4 gün yaşadım!
İlk yorumu siz yazın!