İlk yorumu siz yazın!
II. Dünya Savaşı'nın Sanat Cephesi: The Rape of Europa
Bir toplumu her türlü derinden sarsan savaş olgusu, şüphesiz ki yaşamın her alanında yıkıcı, derin ve travmatik izler bırakıyor tarihte ilk var olduğundan beri. Dünyanın bugünkü sınırlarının çizilmesinde en etkili, tarihin yaşanan en büyük acılarına sebep olmuş, Avrupa kıtasının kana bulandığı II. Dünya Savaşı da bunlardan biri. Bugüne kadar birçok cephesinde yaşananları defalarca filmlerde izlediğiniz, tarih kitaplarında okuduğunuz, Avrupa’nın türlü kentlerindeki müzelerde yaşanan acılara empati duymaya çalıştığınız o savaşa bambaşka bir açıdan bakmaya hazır mısınız? İşte sanat tarihi açısından oldukça önemli bir dönemi anlatan belgesel, The Rape of Europa…
Dünya tarihinin en büyük katliamlarından Holocaust’un yaşandığı, asker ve sivil olarak 60 milyondan (1939’daki dünya nüfusunun %3’ü) fazla insanın hayatını kaybettiği II. Dünya Savaşı… Böyle bir savaşta, dünyanın kültürel mirasının önemli bir yüzdesini barındıran Avrupa kıtasındaki sanat eserlerinin ya da mimari başyapıtların nasıl korunduğunu, nasıl günümüze ulaştığını düşündünüz mü hiç? Cevabınız, bunca acı yaşanırken sanatı dert etmenin söz konusu olamayacağı ise büyük bir yanılgı içindesiniz. The Rape of Europa, sanat eserlerinin gerek stratejik gerekse duygusal anlamda savaş döneminin önemli aktörlerinden olduğunu ve bu derdin o acıları yaşayan halklar tarafından dahi öncelikli olduğunu gösteren bir belgesel.
1938’de, Paris’in işgal edilme ihtimallerin konuşulduğu dönemde Louvre Müzesi’ndeki tüm eserlerin paketlendiğini ve olası bir işgalde şehrin dışındaki şatolara, gizli evlere dağıtımının planlandığını biliyor muydunuz örneğin? Peki bu tahliyenin gerçekleştiğini? Ya da Amerikan ordusunun Floransa’ya saldırmadan önce askerlerine Avrupa sanat tarihi brifingleri verdiğini ve şehirde kesinlikle bombalanmaması gereken binaları haritalarda özenle işaretlediğini biliyor muydunuz? The Rape of Europa‘nın en etkileyici yanı, kültürel miras ve sanat eserlerinin Avrupa insanı açısından ne denli önem taşıdığını, canlarını kurtarmak için kaçarken dahi olsa -yalnızca evlerindeki değil- kentlerinin müzelerindeki tablo, heykel ve arkeolojik mirası kurtarmayı da dert edinmiş olmalarını göstermesi.
Diğer yandan yakın tarihin en büyük diktatör ve katili Adolf Hitler’in Almanya’yı yönettiği yıllarda Munich Museum of German Art’ı kurduğunu ve savaşı kazandığı günlerin hayalini kurarken Avusturya’da doğduğu kasaba olan Linz’e dev bir kültür-sanat kompleksi inşa etmeyi, buradaki müzeye Avrupa sanat tarihinin tüm başyapıtlarını doldurmayı planladığını öğreniyoruz. Belgeselin bir diğer etkileyici yanı, propaganda ve savaş stratejileri açısından da kültür ve sanatın ne denli önemli olduğunu gözler önüne sermesi. Nazi ordusunun ulaştığı her şehirde yaptığı ilk işlerden birinin elinde bulunan, Linz Complex için ‘gereken’ sanat eserlerinin sıralandığı alışveriş listesine bakıp müzeleri, kiliseleri ve özellikle Yahudi ailelerin evlerini soymak olduğunu öğreniyoruz örneğin. Kişisel koleksiyonlarda bulunan Michelangelo’ların, Rafael’lerin ve daha nicesinin bugün halen kayıp olduğunu, yalnızca Polonya’da 600 bine yakın kayıp eser olduğunu…
The Rape of Europa, bizi sırasıyla Varşova, Krakow, Paris, St. Petersburg, Floransa ve Pisa’ya götürüyor. Bir yandan Hitler’in Yahudi ve Slav kültürlerini Avrupa haritasından silmek için nasıl kütüphaneleri yaktığını, sanat eserlerini yok ettiğini; diğer yandan değerli bulduğu sanat eserlerini hayalini gerçekleştirmek için nasıl kişisel koleksiyonuna kattığını görüyoruz. Halkın yalnızca canını kurtarmak için değil, müttefiklerin yalnızca savaşı kazanmak için değil; sanatı korumak adına neler yaptığını öğreniyoruz. ABD ordusunun Monuments Men (George Clooney’nin geçtiğimiz yıl vasat bir kurmaca filme konu ettiği) adı verilen ve sanatçı, sanat tarihçisi ve arkeologlardan oluşan birlik ile tanışıyoruz.
Savaş, 21. yüzyılda dahi halen kütüphanelerin yakılması, heykellerin parçalanması, müzelerin yağmalanması anlamına geliyor. Diğer yandan, savaş hali olmayan bu ülkede, kültürel miras bilinçsizce, düşüncesizce anlayışıyla yok edilmeye devam ediyor. Belki de hepimizin ders alması gereken, 20. yüzyılın en büyük katliamlarından birinin ortasındaki halkın sanat eserlerini korumak için yaptıkları. Belki de hepimizin korkması gereken, “sanatın da en iyisini biz biliriz” düşüncesiyle ürettirip ya da yok ettirip, kültür ve sanatı da savaş stratejilerinin, diktatörlük düzeninin bir parçası haline getirmeye çalışanlar…
İlginizi çekebilir: Ceren Muslu’dan Hitler’in Sanat Koleksiyonu
en kısa zamanda izleyeceğim, sayende harika bir belgesel öğrenmiş olduk.