Le Hérisson / The Hedgehog: Naif Anlar İle Dolu Fransız Filmi
Fransız sinemasını gerçekten çok seviyorum. Bu sevginin en önemli nedeni; Fransız görüntü yönetmenlerinin filmlerin en naif anlarını, olağanüstü bir bakış açısı ile aklıma resmen kazıyor oluşları. Mesela az sonraki tavsiyemi dinleyip Le hérisson / The Hedgehog filmini izlerseniz, Paloma’nın mutfakta bir bardağa su dolduruş anını ve o basit ve sıradan anın nasıl muhteşem bir ana dönüşebileceğini görüp, ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız.
Orijinal ismi Le hérisson olan The Hedgehog son zamanlarda izlediğim en etkileyici filmlerden biri. Ağır ağır akan ama kesinlikle akan bir film. Hani bitmesini hiç istemeyip bittiğinde göğsümüze bastırıp gözyaşlarımızı akıttığımız kitaplar vardır ya, işte The Hedgehog da insana tam olarak bu hissi veriyor.
Filmin konusuna gelirsek; Paloma zeki fakat hayatı sorgulayış ve algılayış şekli nedeniyle çevresiyle iletişim kurmayı bilinçli olarak reddeden, 11 yaşında bir kız. Siyasetçi bir babaya, senelerdir düzenli antidepresan kullanan bir anneye ve burjuva hayatına kendini kaptırmış sorumsuz bir ablaya sahip. Paloma, çevresindeki insanları ve onu bekleyen hayatı öyle iyi analiz ediyor ki; geleceğe dair bir kurtuluşu olmadığı düşüncesiyle “kavanozdaki balık olmak” yerine intihar etmeye karar veriyor. İntihar için belirlediği zaman ise 12. yaşına basacağı gün.
Paloma bu karar sonrası, intihar edeceği gün gelene dek kendine bir amaç ediniyor. Bu amaç; yakın çevresiyle yaşadığı diyalogları ve olayları kamerasına çekip film haline getirmek ve bu sayede verdiği kararın haklılığını intiharı sonrası geride kalanlara ispat etmek.
165 günlük bu süreçte Paloma, filmin diğer önemli kişisi olan ve apartmanlarının kapıcılığını yapan Renée ile harika bir iletişim kuruyor. Bu iletisim sayesinde; apartmanda oturan diğer insanların hiç önemsemediği, görünürde silik bir tip olan suratsız Renée’yi Paloma’nın gözü ile tanıyor, aslında nasıl kültürlü ve donanımlı biri olduğunu öğreniyor, bir de üzerine apartmana yeni taşınan ve Paloma ile ilgi çekici bir arkadaşlık kuran Japon beyefendi Kakuro ile tanışıyoruz. Kakuro; Renée’nin bu donanımlı halini daha ilk konuşmalarında kedilerinin ismini öğrenir öğrenmez anlıyor ve evi kitaplarla dolu olan Renée’ye bu nefis detayı anladığını gösterecek iki kitap hediye ederek duygusal bir ilişkinin başlaması için ilk adımı atıyor. Bu ilişki Renée’ye sosyal durumu nedeniyle gel-gitler ve iniş-çıkışlar yaşatsa da, Kakuro sayesinde içindeki gerçek Renée’yi insanların tanımasını sağlayacak harika bir hayat ışığına kavuşuyor. Filmin en etkileyici yanlarından biri Kakuro’nun hem Renée, hem de Paloma’nın hayatına dokunuş şekli.
The Hedgehog filmi sayesinde, Renée’nin kitaplar ardında koruduğu iç dünyasını tanımak ve Paloma’nın hayata bakış açısını değiştiren insanların varlığı ile nefes alışını izlemek gerçekten çok umut verici. Paloma’nın çizim ve hayal gücü de film boyunca bu umudu en güzel besleyen anlardan. Öyle ki; film sırf onun çizimlerinden akıp sevgiyle yolunu bulan dünyaları izlemek için bile izlenebilir. Ya da yalnızca Renée’nin maskesi ardında sakladığı iç dünyasını keşfettiğinde söylediği “ben büyüyünce kapıcı olacağım” cümlesini duyabilmek için.
Film ile ilgili bir diğer güzel ayrıntı da; yönetmen Mona Achanche’nin 1981 doğumlu oluşu ve ilk uzun metrajlı işinin The Hedgehog filmi olması. Henüz 30 yaşında bile değilken ve ilk uzun metrajlı filmi ile böylesine iyi bir iş çıkartan birini alkışlamayalım da ne yapalım?
Hem Renée de sevmeye hazırdı…
İlk yorumu siz yazın!