Requiem For A Dream: Bağımlılık ve Paramparça Hayatlar
IMDb’deki oylamalara göre en iyi 83. film olan Requiem For A Dream, 90ların sonu ve 2000lerin başına denk gelen ekonomik ve toplumsal sarsıntıların sınıfsal ayrımlarda yarattığı etkiyi, devletin ve ekonominin sebep olduğu stres karşıtı bağımlılıklar üzerinden anlatıyor.
IMDb Top 100 listesinde 83. sırada yer alan Requiem For A Dream, uyuşturucu kaynaklı ütopyaları, bağımlılıklarının ileri seviyelere gelmesiyle paramparça olan 4 insanı konu alıyor. Uyuşturucu ve yarattığı sorunların saklanamaz hale geldiği dönemi anlatan film, hem toplumun hem de siyasetin izlediği yolu gün yüzüne çıkararak duruma ilişkin yapılacak yorumu ve konulması gereken tepkiyi izleyiciye bırakıyor.
Requiem for a Dream’in Amerikan yapımı olması ve Amerika’da geçiyor olmasından dolayı uyuşturucu ve bağımlılıkların Amerikan tarihindeki yerine bakmak gerekiyor öncelikle. Kokain’in coca yaprağından elde edildiği ve Amerika’nın en köklü şirketlerinden olan ve 1889 yılında kurulan Coca Cola’nın adı dikkate alındığında sanırım daha fazlasını söylemeye gerek yok. Kısacası Amerikalılar yüzyıldan uzun süredir kokainle birlikte. Amerika’nın uyuşturucuyla olan mücadelesi ise bana kalırsa bundan daha ilginç, zira uyuşturucuya karşı 1914 yılında mücadele adımları atılsa da 1971 yılında Nixon gelene kadar bu savaş tam olarak başlamamış. Daha ilginci ise bir uyuşturucu olmasına ve bunun biliniyor olması karşın kokain (ve coca’nın) 1990 yılında Bill Clinton gelene kadar bu mücadelenin dışında bırakılması. Hatta mücadele yıllarında –ki “War on drugs” dönemi olarak da anılıyor– eroin ve marihuana kullanımlarının kısıtlanmasından dolayı kokain kullanımı ve ithalatı yüksek oranda artmıştır. 2011 yılına gelindiğinde ise alınmış olan tüm önlemlere ve yapılan yasal sınırlandırmalara karşın Amerikan başta olmak üzere küresel arenada uyuşturucuyla olan mücadele GCDP (Global Commission On Drug Policy) tarafından “The global war on drugs has failed” başlığıyla bir başarısızlık olarak ilan edilmiştir.
Requiem For A Dream filminin yalnızca uyuşturucu, uyuşturucunun etkileri ve doğurduğu sonuçlar üzerinden işleniyormuş gibi görünse de aslında durum sanıldığından çok daha farklı. Bu farklı yapının katmanlarını ve öğelerini incelerken ilk olarak karakterlerden bahsetmek gerektiğine inanıyorum. Bunlardan ilki tabii ki filmin ana karakteri olarak da görebileceğimiz Harry Goldfarb (Jared Leto). Ailesinden geriye yalnızca büyükannesi kalmış bir “beyaz” olarak Harry, Amerikan toplumundaki işsiz genç beyazları temsil ediyor. Irkçılığın belli sınıflarca gündeme getirildiği dönemde işsiz ve genç oluşuyla bu sınıfların dışında kalan Harry’nin asıl sorunu, 1900’lerde başlayan ve “dot com boom” olarak da anılan ekonomik sorunun dünyada ve özellikle Amerika’da yarattığı etki. Bu krizle birlikte birçok insan işsiz kaldı, Amerika’da bir süreliğine de olsa %5’in altına düşen işsizlik oranı yeniden yükseldi ve yetişen gençler ekonomik krizin de etkisiyle ülke ekonomisinde kendine yer bulmakta zorlandı. Bunun yarattığı stresin sonucunda da stresle başa çıkma yöntemleri gündeme geldi ki bunlardan ilki de en hızlı ve en etkili yöntem olan uyuşturucu oldu. Harry de kendini maddi anlamda destekleyebilecek bir aileden yoksun olarak haliyle yaşadığı stresten kurtulmak adına kendini uyuşturucu batağında buldu. Harry Goldfarb adı üzerinde de durmak gerekiyor sanırım, zira Harry’i diğerlerinden, yani kendi gibi işsiz olanlardan ayıran ve bir fark yaratacağını gösteren önemli bir nokta. Almancada altın rengi anlamına gelen Goldfarb soyadı bizlere Harry’nin etrafına ışık saçtığı, etrafındakilere umut verdiği mesajını ve de altın olmasıyla da değerli olduğunu gösteriyor. Fakat bunun bir renkten ibaret olması da bu yeti ve özelliklerinin aslında yeterince güçlü olmadığını, hatta imitasyon diyebileceğimiz kadar önemsiz sayıldığını vurguluyor.
Filmdeki bir diğer önemli karakter olan Tyrone (Marlon Wayans) az sayıdaki sahnesi ve kısıtlı rolüne karşın önemli bir kesimi temsil ediyor. Requiem for a Dream her ne kadar ekonomik krizin yalnızca siyahları değil beyazları da vurduğunu, alt tabakada kalan ve mağdur durumdakilerin yalnızca siyahlar olmadığını söylese de bunu yeterince anlatabilmek için daha ziyade beyazlar üzerine kurulu bir senaryo tercih ediyor. Fazlasıyla beyaz merkezli olduğu için ırkçı bir senaryo olarak yorumlanabilse de film, bir noktada tercihini böyle yapmak zorunda kalıyor. Bu sebepten ötürü de toplumun 2000’lerde bile hala diğeri olarak görülen siyahları temsil etmek tek bir karaktere düşüyor. Fakat filmdeki detaylara dikkat edilirse anlatmaya çalıştığı asıl meselelerin yanında filmin ırkçılıktan da rahatsız olduğunu ve bunu da mesele haline getirdiğini görmek mümkün. Bunun için başlangıç olarak Harry ve Tyrone’nın arkadaşlığını ele alabiliriz. Bu ikili arkadaş olmanın da ötesinde, benzer durumda olduklarının farkındaki iki genç ve bu durumdan kurtulmak için birbirlerinin yardımına ihtiyaç duyduklarının bilincindeler. Öyle ki ortak olarak bir işe girişiyor ve ellerinde ne varsa ortaya koyup bir sermaye oluşturuyorlar. Uyuşturucu işine girişmiş olmalarıyla birlikte toplumdaki diğer azınlıkların ne durumda olduğu da ortaya çıkıyor. Öyle ki azınlık kavramı ırksal, dinsel ya da dilsel bir farklılıklardan ziyade çok daha basit bir farklılık üzerine kurulmuş durumda, para. Devletin umursamadığı dünyada, devletin öteki olarak görüp varlığını reddettiği yapıda kimin parası varsa o hayatta kalıyor, toplumun bir parçası haline geliyor. Tyrone ve temsil ettiği yapıya dair benim en çok dikkatimi çeken ise kullandıkları kokain. Hem yasalar sebebiyle hem de maliyetiyle alakalı olarak eroinden daha ucuz olan kokainin iki türü var. Bunlardan ilki en çok bilinen toz hali ki kullanım kolaylığından ötürü daha çok tercih edileni bu. Fakat toz haline getirildiği için de fiyatı diğer türüne, yani kalıp (Crack) kokaine kıyasla daha yüksek. Bu nedenle de –bence önemli bir bilgi– zaten siyahlar arasındaki yaygınlığı toza göre daha yüksek. Ancak filmde kullanılan kokainin toz olması ve ayrıca eroin olduğu sürece kokaini tercih etmemeleriyle birlikte aslında hem siyah ve beyazların ekonomik olarak birbiriyle benzer seviyelere geldiği (tabii toplumun yalnızca belirli bir kısmı olan alt kesim için geçerli) görülüyor. Böyle yorumlandığı zaman da aslında toplumsal yapıda birçok şeyin değiştiği belirgin bir hale geliyor.
Requiem for a Dream’deki –benim için– en önemli karaktere gelmeden önce Marion Silver’dan (Jennifer Connelly) bahsetmek gerekiyor. Beyin ve tatminlik duygusundan derinlemesine bahsetmek ve durumu daha açık anlatmak bu konuyu anlamak adına bir zorunluluk da olsa uzun olduğundan dolayı pek fazla değinmek istemiyorum. Ama özetle söyleyecek olursam en güzel günde canınız sıkılması, en kötü günde ise en azından keyfinizin bazı anlarda yerine gelmesinin beynimizle ilgili bir sebebi var, öyle ki mutluluk ve mutsuzluk uçlarına sahip parametrede belli bir aralıkta kalmamızı sağlamak adına bazı hormonlar salgılıyor. Mutluluk veren araçlar, tatmin duygusunu doyurucu aracılar kullandıkça bir tepki olarak beyin bizi mutsuzlaştırmaya çalışıyor ve bir noktadan sonra bunu bir refleks haline getirerek bizim bağımlılık olarak da adlandırdığımız duruma bizi sürüklüyor. Bağımlılığın en uç noktalarını görebildiğimiz Marion karakterinin yaşadığı sorun da bundan kaynaklı. Uyuşturucunun yetersiz kaldığı noktalarda tatmin duygusunu doyurma ihtiyacı güden Big Tim karakteri ve çevresindekilerin Marion ve diğer kızları seks kölesi olarak kullanma amaçları da bu; uyuşturucunun yetersiz gelmeye ve kendilerine zevk verecek yenilikler bulma zorunlulukları. Bunun yanı sıra Marion’ın düştüğü hal, uyuşturucunun doğurabileceği sonuçları da gösteriyor. Kendini kaybetmesi, açlığını bastırmaya çalışması ve aldığı zevk uğruna her şeye tahammül edebileceğini sırasıyla sunuyor. Ancak bütün bunların bir kadının başına geliyor olması da hem Amerikan toplumunun kadına yaklaşımını düşündürtüyor hem de kapital sistemde güç kazananın hep erkek olduğunu hatırlatıyor. Kadının metalaştırılmasından da öte bir beden, hatta bir ceset olduğu algısının hangi kesimlerce benimsendiğini gösterip bunun nedenini anlama konusunda izleyiciye bir yol gösteriyor.
Filmdeki en önemli karakter olarak Sara Goldfarb’ı (Ellen Burstyn) görmemin –ki Oscar’a aday olduğu da düşünülünce yalnız olmadığım aşikâr– birden fazla sebebi. Bunlardan ilki temelde uyuşturucu bağımlılığını işlediği sanılan bir filmin diğer yönlerini anlamayı kolaylaştırması olsa gerek. Zaten Requiem for a Dream de bu farklı yönle başlıyor, Sara’nın televizyona ve televizyon dünyasının sunduklarına olan bağlılığıyla. Eğer filmin başlangıcı olarak Harry’nin televizyon bulmak için büyükannesinin televizyonunu çalmasını değil de Sara’nın torunu tarafından soyulmasını dikkate alacak olursak filmin merkezindeki düşünce de değişecek ve uyuşturucudan bağımlılığa ilişkin bir film olmaya kayacaktır. Fakat neyin temel alındığı neyin ikinci plana itildiğini tartışmak yerine neyin anlatıldığına bakmak sanırım şimdilik daha sağlıklı olacaktır. İlk olarak Sara ve yaşadığı apartman-vari yaşlılar pansiyonuna bakılırsa, Sara’nın hangi sınıfta yer aldığını anlamak kolaylaşacaktır. Devletin birinci dereceden ilgilenmediği bir kesime mensup olan, komşuları ve arkadaşlarıyla hayatını sürdüren, aynı Harry gibi ekonomiye katkısı olmayan birisidir Sara. Fakat bunun da ötesinde hem maddi hem manevi olarak elinde değerli olarak nitelendirilebilecek yalnızca televizyonu vardır. Bu televizyon ona sahip olamadıklarını sunar. Hayranı olduğu yarışma ona hem televizyona çıkma fırsatını, yani herkesin yakalayamadığı bir şans olarak milyonların onu tanıması ihtimalini ayrıca da kendi temin edemeyeceği hediyeleri sunar. Bu noktada televizyona ve sektöre değinmek gerekir ki bunlardan ilki televizyon dahilindeki reklamcılık sektörü. Programın konseptine bakarsak gelen yarışmacıya seyircilerin seslenmesi ve adını da söyleyerek hoş geldin demesi gibi bir durum söz konusu. Bu da insanlarda haliyle tanınmışlık ve kendini önemli hissetme algısını yaratıyor. Sara gibilerin devlet ve akrabaları tarafından unutulmuş oldukları düşünülünce, televizyona çıkma arzuları daha anlaşılır bir hal alıyor. Bu bakış açısından bakıldığında görüldüğü üzere de hem devlet politikası hem de toplumda kaybolan Amerikan Ailesi ve beraberinde yok olan union (birlik) anlayışı eleştiriliyor. Bunun yanı sıra televizyonun bir başka etkisi olan beyin yıkama meselesi dikkat çekiyor. Programların içeriği biz izleyiciye ne kadar saçma gelse de, filmdeki karakterler hem yapacak “iş”leri olmadığı hem de alıştırıldıkları için bu beyin yıkamaya maruz kalıyor.
Yine Sara üzerinden yapılan bir başka eleştiri de sağlık sektörünün işleyişiyle alakalı. Sektördeki fırsatçıların (Sara’ya ilaçları veren doktor ve benzerleri) yarattığı etki ve sonuçlar Sara üzerinde açıkça görülüyor. Öyle ki bilinçsizce verilen ilaçlardan yaratılan kadın algısına kadar birçok noktada sağlık sektör ve sisteminin payı var. Kendi çıkarları adına başkalarının durumlarını görmezden gelmeyi sorun etmeyen kapitalist algının yarattığı bencillik ve çıkarcılıkla birlikte böylesi sonuçlar ortaya çıkıyor. Fakat bunun da ötesinde 2000 yılına dair istatistiksel bir bilgi, 2000 yılı Amerika’da LSD kullanımının ve LSD kaynaklı sorunların en çok ortaya çıktığı yıl. Öyle ki diğer uyuşturucu türlerinde (eroin, kokain, marihuana) kullanım miktarında büyük bir değişiklik yaşanmamış olmasına karşın LSD’nin sebep olduğu halüsinasyonların sayısı en yüksek ikinci sayının iki katından daha fazla. Filmin 2000 yılında çekildiği ve Sara’nın kullanımı da göz önünde bulundurulduğunda söylenecek daha fazla söze gerek kalmıyor.
Filmde he ne kadar uyuşturucu sektörüne, türlerine ve bağımlılıklara dair bahsedilebilecek noktalar bitmediyse de bariz olduğunu düşündüğüm ve asıl önemli olanın karakterler, karakterlerin temsil ettiği kesim ile durumlar olduğuna inandığım için bahsetme gereği görmüyorum. Yine de söylemek gerekirse bütün bunların, yani toplumsal tabakalaşmadaki değişimlerden bu tabakadaki farklı kesimlerin durumlarına kadar birçok noktada asıl sebep devletin izlediği politika ve ekonomideki değişkenlikler. Kâr amaçlı olarak spekülasyonlarca zedelenen bir ekonomi olmasa ve devlet bazı kesimleri görmezden gelmeyi bıraksa, belki de uyuşturucuya karşı başlatılan savaş başarıya ulaşamasa da bu kadar erken bitmeyecekti. Belki de insanların düştüğü durum böylesi rahatsız edici olmayacaktı.
Filmin ilk yüze girmesine ilişkin söyleyeceklerime başlamadan önce belirtmek isterim ki kanaatimce mükemmel olarak nitelendirilebilecek (en azından izlediklerim arasında) tek film Requiem For A Dream. Karakterleriyle, olay örgüsüyle, teknikleriyle (uyuşturucu kullanımı sırasındaki geçişler kusursuz) ve duruma bir tepki olarak vuruculuğuyla inanılmaz. Hatta Amerikan yapımı bir kuzey filmi bile diyebiliriz. Olayları anlatışından anlatmak, ifade etmek istediğine kadar birçok noktada eksiksiz denebilir. Bütün bu koşullar düşünüldüğünde neden bu kadar gerilerde kaldığını bile sorgulamaktayım kendimce. İzlediğim en başarılı ve belki de içinde dönemin koşulları içinde en önemli film.
IMDb Puanı: 8.3/10
İlginizi çekebilir: Mert Tanöz’den diğer IMDb Top 100 incelemeleri, The Shawshank Redemption, Schindler’s List ve American History X
İlk yorumu siz yazın!