Sonsuz Şehirde Sinema: Roma Üzerine Çekilmiş 10 Film
Roma oynadığı tarihsel, politik ve kültürel rolü, sanatsal güzelliği, caddeleri, sokakları ve meydanlarıyla başlı başına bir film sahnesi ve bizler, yaşayanları ve ziyaretçileri, birer figüran olarak belli belirsiz gözüksek bile o sahnede bulunmaktan onur, mutluluk ve gurur duyan oyuncularız.
Roma İle İlgili Filmler
Paolo Sorrentio’nun doğrudan Roma’yı değil ama II. Dünya Savaşı sonrası Modern İtalya’da da tarih boyunca gücün merkezi olmayı başarmış bu şehrin tartışmalı sakinlerinden birini; demokratik İtalya’nın en büyük güç simsarını, İtalya tarihininde en çok sayıda başbakanlık yapan Giulio Andreotti’nin yaşamını anlattığı bir başyapıttır Il Divo. Bu filmde Roma’nın kendisi başrolde değildir ama filme konu olan tüm olayların gerçekleştiği, II. Dünya Savaşı sonrasının şeytani, yolsuz ve kaotik İtalyan politik yaşamının merkezidir; Antik dönemin gladyatörlerinin ve vahşi hayvanlarının yerlerini politikacılara, iş adamlarına, Vatikan kardinallerine ve kollarını Güney’den, Sicilya, Campania ve Calabria’dan uzatabilecek kadar güçlü Mafyozilere bıraktığı bir ‘Arena’ olarak sürekli varlığını hissettiren sonsuz şehirdir.
Filmin başlarında İtalyan Hristiyan Demokrat Partisi’nde Andreotti Hizbi’nin bir üyesi olan ve gerek Palermo Belediye Başkanlığı gerekse de sonrasında parlamenterliği sırasında Roma, daha doğrusu Andreotti ile Sicilya Mafyası arasındaki ilişkiyi yürüten kişi olduğu iddia edilen ve sonunda da Mafya tarafından öldürülen Salvatore Lima sıkıntılı bir ruh hali içinde şöyle der:
‘‘Roma, bugün ne kadar da huzurlu ve güzel’’
Roma’nın sadece bir gün değil tarih boyunca güzel olduğuna dair şüphe yok ama ya huzur… Mafya tarafından öldürüleceğini bilen Lima’nın bu sözü söylediği sıradaki ruh hali tarih boyunca şahit olduğu güç savaşları ile bu sonsuz şehrin huzurlu olmasına imkan var mı diye sorar adeta? Yine bir Sorrentino başyapıtı olan ‘‘La Grande Bellezza’’’da baş karakter Jep Gambardella’nin deyişiyle ‘Roma’daki en ilginç insanlar olan’ turistlerin doldurduğu sokakları, caddeleri ve meydanları şehri huzurdan ziyade sürekli bir insan akışına, zamanın tükenişine ve canlılık ile kaos arasında bir konuma sürüklemiyor mu? Cevabı, Fellini’nin ‘Fellini’s Rome’ filminde konuk oyuncu olarak yer alan ve kendini oynayan ünlü Amerikalı yazar Gore Vidal’ın şu sözleri veriyor:
‘‘(…)Bana niçin Roma’da yaşadığımı soracaksınız? Burada yaşıyorum; çünkü burası merkez…Ve burası bir illüzyonlar şehri… Ne de olsa burası hükümetin, kilisenin ve filmlerin şehridir. Bunların hepsi birer illüzyon yapıcıdır. Hatta ben de öyleyim size de öylesiniz.’’
Roma, bir illüzyonlar ve Fellini gözünden bakarsak bir fanteziler şehri olduğuna göre onda istediğimiz herşeyi bulabiliriz. Roma nasıl yaklaşırsanız öyle karşılık verecek kadar zihnimizde hayallerle ve gözlerimizde bakışlarımızla çoğaltılmaya uygun bir şehir. Nasıl hayal eder ve görürseniz sizi öyle kucaklar. Ben bu yazıda onu imgelerle, Vidal’in tabiri ile bir filmler şehri olduğu için, sinematografik bir bakışla hayal etmeye ve görmeye çalıştım. Ve Roma’da huzuru da buldum huzursuzluğu… ve insana dair diğer herşeyi…
Şehirleri kategorize etmenin pek çok yolu var. Şehirleri nüfuslarına, ekonomilerine, yaşam kalitelerine, iklimsel özelliklerine, tarihlerine, kültürlerine ve hatta bitki örtüsüne göre bile kategorize edebilirsiniz. Pek şehirleri sinemaya ve filmlere göre de kategorize edebilir miyiz? Örneğin şehirleri sinematografik şehirler ve diğerleri olarak ayırabilir miyiz?
İtalya dünyanın en güzel ülkelerinden, benim de dahil olduğum pek çok insan için ise belki de en güzel ülkesi. Ve pek çokları için de Roma bu güzel ülkenin en güzel şehri. Nitekim ziyaretçi sayısı da bu görüşü doğrular nitelikte: Roma Avrupa’nın en çok ziyaret edilen 5 şehrinden biri ve İtalya’nın da en çok ziyaret edilen şehri. Genel görüşün aksine ben İtalyan şehirleri içinde en güzelinin Roma (veya Venedik) değil Floransa olduğunu düşünürüm. Hatta Siena, Modena, Ferrara ve Padua gibi tarihi küçük İtalyan şehirlerini bile Roma’ya tercih edebilirim. Öte yandan söz konusu sinema ve filmler olduğunda ise Roma farklı bir boyut kazanır. O açık ara İtalya’nın en sinematografik şehridir. Başka bir deyişle İtalyan şehirlerini sinema ve filmlere göre kategorize edersek ortaya bir ‘Roma ve diğerleri’ durumu çıkar.
Bazı şehirlerin sinema ve filmler ile özel bir ilişkisi vardır. Roma sinema ile özel, daha doğrusu metafizik bir ilişki kurabilmiş ender şehirlerden biridir. Dünya üzerinde sayısı çok az olan gerçek anlamda sinematografik şehirler içinde New York ve Paris ile birlikte çok ayrıcalıklı bir konuma sahiptir. Neredeyse büyük İtalyan sinemasının üzerine kurulduğu bir sinema mekkesidir. Dolayısıyla Roma’ya yaptığım son ziyaret sonrasında bu görkemli şehir üzerine yazmak istediğimde aklıma sinemanın ve filmlerin gelmesi hiç de şaşırtıcı olmadı. Roma oynadığı tarihsel, politik ve kültürel rolü, sanatsal güzelliği, caddeleri, sokakları ve meydanlarıyla başlı başına bir film sahnesi ve bizler, yaşayanları ve ziyaretçileri, birer figüran olarak belli belirsiz gözüksek bile o sahnede bulunmaktan onur, mutluluk ve gurur duyan oyuncularız.
Bir sinemasal metafor olmanın ve sinema ile metafizik düzeyde bir ilişki kurmasının ötesinde Roma, sinema tarihi ve endüstrisi için büyük önem taşıyan; dünya sinema tarihine büyük izler bırakmış bir sinema şehridir aynı zamanda. Yakın zamana kadar Roma’yı Los Angeles-Hollywood’dan sonra dünyanın en önemli ve büyük ikinci sinema merkezi yapan Cine Citta Film Stüdyoları şehri bir sinema mabedine dönüştürmüştür. 1937’de Faşist İtalya’nın lideri Benito Mussolini tarafından İtalyan Sineması’nın gelişmesi ve ideolojik propaganda için yaptırılan Cine Citta, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar İtalyan ve Dünya sineması’nın önemli filmlerinin çekildiği ve teknik açıdan oldukça gelişmiş bir stüdyo olarak tanındı. Savaşta bombalandığından dolayı zarar gören stüdyo savaşın bitiminden 1950lere kadar savaş sırasında evsiz kalan mülteciler için bir kamp olarak kullanıldı. Yenilenmesinin ardından tekrar film çekimlerine ev sahipliği yapmaya başladı. 11 Oskar Ödülü ile sinema tarihinin en fazla Oskar ödülü kazanan üç filminden biri olan ve o zamana kadar çekilmiş en pahalı yapım olarak kabul edilen William Wyler’in 1959 tarihli Ben-Hur filmi Cine Citta’da çekildi. Sonrasında ise Fellini ile özleşleşen Cine Citta ustanın neredeyse tüm önemli başyapıtlarına ev sahipliği yaptı. Bu filmler ve İtalyan Sineması’nın pek çok başyapıtı yanında Cleopatra (Joseph L. M – 1963), Gangs of New York ( Martin Scorcese – 2002), The Life Aquatic with Steve Zissou (Wes Andersen – 2004), The Passion of the Christ (Mel Gibson – 2004) gibi sinema tarihine iz bırakan önemli filmler de Cine Citta’da çekildi. Cine Citta stüdyoları ayrıca prodüksiyonu BBC/HBO tarafından yapılan ve gösterildiği dönemde büyük bir ilgi gören ROME dizisinde de kullanıldı. Ağustos 2007 ve Temmuz 2012’de meydana yangınlarda önemli filmlerin çekildiği tarihi stüdyoların yanmasından sonra 2014’de ‘Cine Citta Word’ isminde film-temalı bir eğlence parkı açıldı ve günümüzde yılda yaklaşık 1,5 Milyon kişi tarafından ziyaret ediliyor. Cine Citta’nın yanması Roma ve sinema tarihi açısından bir devrin kapanması olarak da değerlendirilebilir. Cine Citta’nın artık bir turistik mekan haline dönüşmesi, örneğin Colosseum gibi tarihsel bağlamından koparılıp kitlesel –tüketici bir ‘fast-food’ turizmin bir parçası haline gelmesi elbette arzu edilen bir durum değil ama Roma ve sinema arasındaki derin ve filmler izlenilmeye devam ettikçe sürecek olan, deyim yerindeyse kutsal ilişki bundan zarar görmez. Roma’yı tarihsel ve sanatsal anıtları ile sadece bir fon, coğrafi ve fiziksel bir mekan olarak kullanmanın ötesinde, onu temalarından biri haline getiren, ona bir oyuncu, hatta başrol oyuncusu olarak yer veren filmler şehri sinematografik imgeler ve görüntülerle hayal dünyamıza silinmeyecek şekilde yerleştirmiştir ve bir büyülü zaman akışı içinde sinemasal algımızı zenginleştirerek yok olmayacak şekilde geleceğe taşımaktadır. Roma’yı kimi zaman Roman Holiday’deki gibi Greogory Peck ve Audrey Hepburn ile bir Vespa üzerinde geziyoruz; yağmurlu, buğulu ve siyah-beyaz savaş sonrasının yoksul Roma sokaklarında gariban Antonio ve oğlu Bruno ile çaresizce çalınmış bisikleti arıyoruz; Katolikliğin anıtsal mekanları arasında Dr. Robert Langdon ile zamana karşı yarışarak kaçırılan Papa adaylarını ölümden kurtarmaya çalışıyoruz; Bright Star’da yeni aydınlanmaya başlayan bir Roma sabahında, İspanyol Meydanı’nda, John Keats’in sadece 25 yaşındayken son nefesini verdiği evden tabutunu alıp omuzlarımızda İspanyol Merdivenleri’nin önünden geçerek cenaze arabasına götürüyoruz, dilimizin ucunda Keats’den bir dize mırıldanarak ‘‘Bright star, would I were steadfast as thou art’’; ve Trevi di Fontana’da gerçek olamayacak kadar bir rüya güzelliğindeki sahnede Anita Ekberg ile ıslanıyoruz, Marcello Mastroianni ile birlikte Roma’nın Akdenizli sıcaklığında soğuk Kuzey Sarışınlığı’nı arzu nesnesi bir görüntü olarak zamana mühürlüyoruz: Sonsuz şehirde bu görüntü zaman içinde bir kez daha sonsuzlaşıyor…
Oluşturulurken kişisel olduğu kadar objektif olmaya da dikkat etmiş bir liste bu. Seçilen 10 filmin Roma’da geçmesi veya doğrudan Roma hakkında olması en temel kriter oldu listeyi belirlerlen. Liste oluştururken şu konuya da özellikle dikkat edildi: Böyle bir liste tamamen İtalyan Sineması’nın klasikleri ile de oluşturulabilirdi ama İtalyan olmayan yönetmenlerin de Roma üzerine filmleri bulunuyor. Dolayısıyla hazırlanan liste ezici bir çoğunlukla İtalyan yönetmenlerin yapıtlarından oluşsa da listede aynı zamanda bu şehrin sinemasını yapan ve İtalyan olmayan yönetmenlerin filmlerine de yer verilmeye çalışıldı.
Elbette Roma’da çekilmiş ve/veya Roma’yı anlatan filmlerin sayısı bunlarla sınırlı değil. Listede yer almayan sayısız film Roma ile doğrudan ilişkilendirilebilir. Örneğin Vittorio de Sica’nın Leri, Oggi, Domani, Ettore Scola’nın II. Dünya Savaşı öncesi Roma’da geçen Una Giornata Particulare, Türk olmasına rağmen son dönem İtalyan Sineması’nın önemli isimlerinden biri olarak kabul edilen Ferzan Özpetek’in bir ‘Roma Filmi’ olarak pekala kabul edilebilecek La Finestra di Fronte; listeye alıp almamak arasında zorlandığım ama Roma dışında Venedik, Positano, Palermo gibi diğer İtalyan şehirlerinde de geçtiği için listeye almadığım Anthony Mighella’nın The Talented Mr. Ripley başlıklı filmleri gibi pek çok film aklımdan geçti. Sonunda ise aşağıdaki filmler çıktı:
10. Angels & Demons (Ron Howard – 2009)
Listede yer alan filmler içinde muhtemelen en çok seyredileni. Dan Brown’un çoktan kült mertebesine ulaşmış çok satan aynı adlı romanından uyarlanan yapım listede kendine aslında sürpriz biçimde yer buldu; çünkü itiraf etmek gerekirse listede klasik veya sanat yapımı olmayan bir filmin yer bulabileceğini düşünmüyordum. Öte yandan romanın dolayısıyla da filmin odak noktası Roma ve Vatikan olunca tüm film boyunca Roma’nın ve Vatikan’ın sokaklarında dolaşıyor; en önemli dinsel anıtlarını ve mekanları ziyaret ediyoruz. Film o kadar Roma’nın tarihi ile dolu ki Roma’yı ziyaret eden biri sadece bir Angels & Demons Turu gerçekleştirdiğinde neredeyse Roma’nın görülecek tüm mekanları görmüş olur; hatta bir tür hacı olmuş olarak ziyaretini tamamlar. Filmde Vatikan ve Roma içinde kaçırılan Papa adaylarını ararken şehrin hem ilahi hem de dünyevi karakterini görme şansına sahip oluyoruz. Milyonlarca insan yeni papanın seçimi için St. Peter Meydanı’ndan toparlanmışken Dr. Langdon sayesinde de geçmişte Katoliklik adına, Kilise’nin ve Papalığın gücünü ve ilahi dünya üzerindeki tekelini korumak adına işlediği insanlık suçlarını öğreniyoruz. Ve tüm bunlar Roma’da gerçekleşiyor…
Angels & Demons sadece bir solukta izlenen bir gerilim değil aynı zamanda Hristiyan tarihi ve mitolojisi ve bunların Roma ve Roma’daki önemli mimari anıtlarla yakın ilişkisini, dolayısıyla da Roma’nın nasıl hem ilahi hem de dünyevi güç mücadelesinin bir arenası olduğunu gösteren ilginç bir yapıt.
Filmin geçtiği Roma Anıtları ve Mekanları:
Piazza San Pietro ve Basilica di San Pietro
Vatikan Necropolis
Pantheon
Castel Sant’Angelo
Piazza di Poppola ve Capella Chigi
Santa Maria della Vittoria
Piazza Navona ve Fontana dei Quattro Fiumi
9. To Rome with Love (Woody Allen – 2012)
Woody Allen uzun bir süredir Avrupa’da film yapıyor. Üstat, Londra Üçlemesi olarak da nitelendirilebilecek The Match Point (2005), Scoop (2006) ve Casandra’s Dream (2007) başlıklı yapıtları sonrasında Barcelona’da geçen Vicky Christina Barcelona’yı (2008) çekti. Sonra yeniden Londra’ya dönerek You’ll Meet a Tall Dark Stranger’ı (2010) tamamladı. Paris’e, onun modern sanat ve insanlık tarihine katkısına bir övgü ve saygı duruşu niteliğindeki Midnight in Paris (2011) sonrasında ise nihayet sonsuz şehre uğradı. Allen’ın şimdilik ‘Avrupa Filmleri’ serisinin son filmi olarak da tanımlanabilecek olan film, Roma’nın ve İtalya’nın çılgın yaşamını ve kendine has karakterini, Fellini’ye ve onun başyapıtlarına, La Dolce Vita ve Fellini’s Roma’ya da bolca selam göndererek gözler önüne seriyor. Allen’ın diğer Avrupa Filmleri’nde olduğu gibi bir karakterler geçidi olan film Amerikalı ve İtalyan karakterlerin birlikte karıştıkları komik ve neredeyse sürreal olaylar aracılığıyla da iki farklı medeniyet arasındaki kültürel farkları ustanın nükte ve ince eleştiri dolu zekasından süzülen üslubu ile göstermeye çalışıyor.
8. Mamma Roma (Pier Paolo Pasolini – 1962)
Pasoli’nin Roma ile ilişkisi trajiktir: Usta yaşamını 1975 yılında Roma’ın kenar mahallelerinin birinde vahşi bir şekilde dövülerek kaybetti. Bir bakıma sadece İtalyan Sineması’nın değil dünya sinema tarihinin en ayrıksı yönetmenlerinden biri olarak çektiği tartışmalı, yoğun, zorlayıcı ve sert filmleri gibi bir son yakaladı onu Roma’da. ‘Mamma Roma’, Pasolini’den Roma fonunda karamsar bir başyapıt; anne-oğul ilişkisi, modern İtalyan toplumu, Roma sokakları ve Roma sınıf yapısı üzerine bir dram. Pasolini Roma’yı, adeta bütün bir İtalya’nın; çürümüş, dekadan bir İtalyan toplumunun annesi olarak kurguluyor ve nasıl Ettore, annesinin eski bir fahişe olduğunu öğrenince içindeki karanlık yanı keşfedip hapishaneye düşüp orada ölüyor; İtalyan toplumu da Roma’nın bir çocuğu olarak filmde karanlık ve çürümüş tarafı ile yüzleşiyor. Roberta Rosellini’nin ‘Roma Citta Aperta’sına adanan film, onun yolundan ama tersinden giderek felaketlerin kaynağını ‘kötü İtalyanlar’ olarak göstermeyi seçiyor. Bu açıdan da ‘kötü’ olarak Nazileri gösteren Rosellini’den ayrılıyor ve kötü olarak İtalyanları gösteriyor; tıpkı bir II. Dünya Savaşı filmi olarak da seyredilebilecek olan Pasolini’nin sinema tarihinin en aykırı filmi olarak da kabul edilebilecek Salo o le 120 Giornate di Sodoma’da hiç Nazi görmememiz ve tüm işkence ve aşağılamaları İtalyanların yapması gibi. Filmde Roma ile özdeşleşen ve sinemada bir Roma simgesi haline gelen efsanevi Anna Magnanni muhteşem oynuyor. Sinematografisinin ikinci film olan Mamma Mia’da Pasolini yine Marxist, sorgulayıcı, sarsıcı ve Hristiyanlık ve İtalya ile de hesabını görmeye niyetli… Roma’yı başka bir gözle görmek ve tanımak için önemli bir sanatsal fırsat.
7. La Grande Bellazza (Paolo Sorrentino – 2013)
Son dönemin en başarılı İtalyan yönetmenlerinden biri, bence de birincisi olan Sorrentino’nun filmleri modern İtalyan kültürürünün toplumsal ve politik yansımalarını stilize ve sinetografik açıdan kusursuz bir şekilde ortaya koyan çok önemli yapıtlar; hatta IL DIVO gibi başyapıt seviyesinde sinema örnekleri. Sorrentino dünyanın belki de en güzel ülkesinin kalbinin karanlık köşelerine doğru gerçeği, varoluşun anlamını arayan ve bu arayış sonunda da kendilerini bulmaya çalışan karakterleri aracılığıyla bir yolculuk yapmamızı; İtalya’nın modern ruhunu anlamamızı sağlayan filmler yapıyor. La Grande Bellazza bu filmler içinde açık ara İl Divo ile birlikte genç ustanın en önemli başyapıtı. Film, Roma ile ilgili simgeler ve metaforlarla başlar: Bir tepede tarihi, barok bir çeşme, dini bir karaktere sahip müzik, bir ilahi, Japon turistler ve elbette ölüm… Sonrasında ise bir çığlıkla başka bir Roma’ya geçeriz; bir önceki sahnene tasvir edilenden tamamen farklı bir Roma’ya, kahramanımız Jep Gambardella’nın tüm film boyunca Roma’da olduğumuz gerçeğini bize hatırlatan ikonik Collosseum manzaralı evinin terasındaki yaşgünü partisine misafir oluruz ve böylelikle Roma’da Jep Gambardella ile birlikte onun yaşamı aracığıyla yolculuğumuz başlar. Filmin başında Celine’nin ‘Gecenin Sonuna Yolculuk’ romanından yapılan alıntı da bize bu yolculuğun nasıl geçeceğini açıklar:
‘‘Yolculuk etmek çok faydalıdır, hayal gücünü çalıştırır; gerisi ise sadece acı ve kuruntudur. Bizim yolculuğumuz da hayalidir ki gücü de buradan gelir.’’
Kahramanımız Jep Gambardella da o gece, yani 65 yaşına bastığında yeni bir yolculuğa çıktığını ve aslında bu yolculuğun geçmişine doğru olduğunu şu sözlerle açıklar bize:
‘‘Şu soruya, çocukken, arkadaşlarım çoğunlukla şöyle cevap verirlerdi: Vajina… Oysa ben şöyle cevaplardım: Yaşlı insanların evlerinin kokusu… Soru şuydu: Gerçekte, hayatta en çok neden hoşlanıyorsunuz? Benim kaderim duyarlılıktı… kaderim yazar olmaktı… kaderim Jep Gambardella olmaktı…’’
Roma’nın da ona eşlik ettiği bu yolculuğun içeriğini de bize şu sözlerle açıklar:
‘‘65 olduktan bir kaç gün sonra keşfettiğim en önemli şey artık yapmak istemediğim şeyleri yaparak vaktimi boşa harcayamayacağım.’’
Film Jep’in bu içsel yolculuğunda farklı ve karşıt duraklar içerdiğini ama ne olursa olsun bu yolcuğunu Roma’da, Roma üzerinden ve Roma ile yaptığını anlatır bize. Bu sayede de tüm film boyunca Roma’nın karşıtlıklarını görürüz: Jep’in evinin terasından gördüğümüz Roma’nın sembolü, tarihsel geçmişinin simgesi Collosseum yanında adeta gecenin lacivert gökyüzüne renkli bir zamk gibi yapışmış, günümüz yaşamının hedonist, tüketici yapaylığının simgesi neon ışıklı ‘Martini’ reklamı; çılgın partinin sabahında çocuk rahibe adayları ve huzurlu, sessiz, neredeyse ruhani Roma sokakları; sözde modern sanatın yozlaşmış, bir metaya dönüşmüş çağdaş dekadansından Roma’nın klasik ve görkemli güzelliklerine açılan kapılar… Filmin sonunda kaderi duyarlılık olan Jep Gambardella yaşamın anlamını buluyor gibi gözükür. Peki çıkılan bu yolculukta yaşamın anlamını bulmak için Roma uygun bir yer midir? Jep’in yakın dostu Romano 40 yıl yaşadığı şehri terkeder yaşamının anlamını bulmak için. O masumiyetini Roma’da kaybetmiştir ve koskaca Roma’da veda edilmeyi hakeden bir tek Jep vardır onun için. Roma herkes için farklı deneyimler vadeder ne için oraya gelindiğine bağlı olarak. Nitekim Sorrentino’ya film niçin Roma’yı seçtiği sorulduğunda yönetmen şu cevabı verir:
‘‘Yedi yıl yaşadıktan sonra bile Roma’ya hala bir turist gibi bakabiliyorum. Roma İtalya’nın başkenti; dolayısıyla pek çok şeyin gerçekleştiği, İtalya’yı temsil eden bir yer. Ona taşradan gelen birinin gözleriyle baktım. Bir Napolili gibi…’’
Roma’nın yaşamın anlamı ve varoluş ile yoğun ilişkisi üzerine La Dolce Vita’dan beri belki de böylesine başarılı bir yapıt ortaya konmadı. Film La Dolce Vita’ya sıkı bir selam gönderir. Hatta Jep, La Dolce Vita’nın Marcellosu’nun ‘başarmış’ daha doğrusu ‘başarmış gibi gözüken’ gelecekteki halidir: La Dolce Vita’nın Marcellosu kitabını yazamamıştır, ‘yüksek yaşamın’ kralı da olamamıştır; o ancak partilere davet edilmeyi başarır ve bununla övünür ama asıl Jep sadece partilere davet edilmekle yetinmez; ‘yüksek yaşamın’ kralı olur ve partileri ‘birer başarısızlığa dönüştürecek gücü de elde eder’. Ve belki de en önemlisi Jep, Marcello’nun aksine yaşamın anlamını bulmuş gibidir…
Filmin 2014 yılında neredeyse tüm önemli ödülleri aldığını; ‘En İyi Yabancı Film Oskarı’ yanında ‘En iyi Yabancı Film’ dalında ‘Altın Küre’ ve ‘Bafta’ ödüllerini kazandığını da hatırlatmakta yarar var.
6. The Belly of An Architect (Peter Greenaway – 1987)
‘‘Bereketli topraklar, sanat, tarih, iyi yemek ve yüksek idealler….’’
Film en başında İtalya’yı ve elbette Roma’yı böyle tanımlar mimar Kracklite.
Sinema tarihinin en aykırı yönetmenlerinden Peter Greenaway bu kez kamerasını sanat, mimari, erkeklik, takıntı, beden, ihanet gibi kavramlara çevirirken arka fon olarak Roma’nın sanatını, tarihinı ve mimarisini seçiyor. Chicagolu mimar Stanley Kracklite takıntı derecesinde hayran olduğu Fransız Mimar Etienne Louis Boullee hakkında bir sergi hazırlamak üzere Roma’ya gelir ve Roma’da sonu intihar ile bitecek bireysel ve tarihsel bir yolculuğa çıkar; bu yolculukta evliliğiyle, sanatıyla ve elbette kendi bedeniyle yoğun ve sorgulayıcı bir mücadeleye girişir. Greenaway, Kracklite’ın bu yokoluş deneyimini adeta bir Roma güzellemesi içinde sunar seyirciye. Yönetmenin tıpkı diğer filmlerinde olduğu gibi görselliğin ön planda olduğu ve görsel sanatlara yoğun göndermelerin yapıldığı; insan bedeniyle mimari arasında metaforik bir bir ilişkinin kurulduğu film Roma’nın mimari ve sanatsal güzelliğini de yüceltir. Merkezde serginin düzenleneceği Altare della Patria (veya diğer adıyla Monumento Nazionale a Vittoria Emanuele I) vardır. Onun dışında sık sık Pantheon’u görürüz. Kracklite, mide ağrıları eşliğinde Roma İmparatorluğu dönemini kalıntıları arasında dolaşır. Ve elbette olmazsa olmaz Collosseum ve Vatikan…
Kracklite adeta sonsuzluğa karışmak ve Boullee gibi sonsuz olmak için sonsuz şehri seçmiştir.
5. Roman Holiday (William Wyler – 1953)
Belki de Roma’yı Amerikalılar için en popüler turistik yer haline getiren, ona ‘romantik’ sıfatını kazandıran ve Audrey Hepburn efsanesini başlatan film. Sinema tarihinin en efsanevi, en ikonik romantik komedilerinden biri; pek çokları için ise birincisi. Şayet bu film çekilmeseydi romantik komedi diye bir tür belki de bu kadar gelişmeyecekti. Yine de efsanevi bir yönetmen ve iki unutlmaz yıldız oyuncusuna rağmen filmi kült derecesine yükselten en önemli faktör Roma’dır. Roma filmdeki başrolü oynar; Audrey Hepburn ve Gregory Peck ise ona eşlik ederler. Film Roma’nın güzelliklerini, canlılığını, siyah-beyaz olmasına rağmen öyle güzel sergiler ki insanda zamanda yolculuk yapıp o yıllara dönerek dönemin Roma’sını ziyaret etme isteği uyandırır. Tüm film ikonik bir Roma panoraması içinde geçer ve Roma imajını parlatmak için filmde Roma’ya dair hemen simge kullanılır. Hepburn ve Peck şehir Roma’nın simgelerinden biri olan bir Vespa’nın üzerinde gezerler; hatta Vespa üzerindeki Hepburn ve Peck görüntüsü filmin afişinde yer alır ve ikonik bir imaj olarak sinema tarihine geçer. Eğlenceli olmasının yanında ve özellikle de günümüzde Roma’nın 50 yıl önceki halini görmek açısından da ilginç bir tarafı var filmin.
4. Fellini’s Roma (Federico Fellini – 1972)
Film adı gibi, ‘Roma’’yı değil ‘Fellini’nin Roma’’sını anlatır. Dahi yönetmen bu filmde çok genç bir yaşta doğduğu şehir Rimini’yi terkederek yerleştiği, yaşamı boyunca özdeşleşeceği ve onu en iyi anlayan ve anlatan sakini olarak anılacağı şehri hayal dünyasından, yarı otobiyografik öğelerle olabildiğince kişiselleştirdiği bir şekilde sunar bizlere. 8,5’da Fellini, sinema, filmler, yönetmenlik, sanatsal yaratıcılık ve kadınlarlarla olan ilişki hakkında fantezinin sınırlarında dolaşır. Fellini’s Roma da ustanın Roma ile ilişkisi üzerine yaptığı bir 8,5 denemesidir. Fellini için sinema, yönetmenlik ve yaratıcılık ne ise Roma da yaşadığı, filmlerini çektiği ve sinematografik olarak en üst noktaya taşıdığı şehre yönelik fantezileri de odur: onun yaratıcı alt egosunun ayrılmaz unsurlarından biri.
Filmin başında bir öğretmen öğrencilerine şöyle seslenir: Roma’ya Roma’ya. ‘Bütün yollar Roma’ya çıkar’ sözünün adeta bir kanıtı gibidir.
Roma baştan çıkarıcı sürprizlerin şehridir: Faşist İtalya’da Roma’nın görkemli tarihinin simgesi olan anıtlar geçmişin görkeminin birer yansımaları olarak yüceltilirken aradan çıkan erotik bir kadın resmi Fellini’nin kendi gözünden, daha doğrusu hayal gücünden süzerek bize anlatmak istediği Roma’nın bir metaforudur adeta: Bütün o tarihi görkemi, ilahi ve dünyevi ağırlığı içinde kenar mahalleleri, fahişeleri, ilk bakışta sıradan gözüken, fakir ama ilginç sakinleri ile kaotik, gürültülü, neredeyse gerçeküstü bir Roma panoraması. Bir zaman yolculuğu içinde Roma’nın farklı dönemlerinden kesitler sunan film 1970ler’in başında gerçekleşen bir başka Roma’nın varlığına dair tartışmalara da gönderme yapar. Bilinen imajı ile mi yoksa travestilerin, hippilerin ve uyuşturucu müptelalarının sığınağı haline gelen yeni Roma mı?
Fellini’s Roma seyirciyi farklı tarihsel dönemler arasında yarı gerçek – yarı hayal ve yarı otobiyografik bir yolculuğa çıkaran; belli bir senaryoya bağlı kalmadan muhteşem bir görsellik içinde Fellini’nin Roma’ya dair fantezilerini içeren ve Roma’ya adanmış bir başyapıt. Kimi zaman bir belgeseli andırsa da özellikle genelev, kabare, metro inşaatı ve Fellini’nin bizzat görünüp kendisini oynadığı yağmur altında film çekme sahneleri ile gerçeküstüne yaklaşan bir sinemasal fantezi.
3. Roma Citta Aperta (Roberto Rosselini – 1945)
Gelelim listenin ağır abilerinden birine. İtalyan Neo-Realismo (yeni gerçekçilik) akımının ilk ve en önemli filmi; akımı kuran ve kurallarını koyan başyapıtların ilki. Roma’nın tarihinin görece az bilinen bir dönemine, Nazi İşgali’ne kamerasını çeviren Rosellini, o tarihte ‘açık şehir’ olarak görülen, savaşın sıcak olarak yaşanmadığı; ancak Avrupa’nın diğer pek çok şehrine göre çok daha rahat gözükse de içten içe Nazi işgalinin ve Faşizm’in etkilerini yaşayan Roma’nın ve Romalılar’ın savaşın dehşetinden paylarını nasıl aldıkları üzerine müthiş bir tarihsel dram ortaya koyuyor. Roma’da Alman işgalcilere ve Faşist Mussolini rejimine karşı savaşan direnişçiler ve onların davasını destekleyen ve saklanmalarına yardım eden ama sonunda bunun bedelini ağır ödeyen bir katolik rahip etrafında gelişen olayları konu alan film savaşın yanında inanç, ahlak, sadakat, dayanışma ve kahramanlık gibi ulvi değerler üzerinden bir politik, toplumsal ve insanlık durumu anlatıyor. Katolik rahip Don Pietro başta olmak üzere filmdeki tüm kahramanların farklı ideolojik kökenlerden gelmelerine rağmen dayanışma içinde olması savaş sonrasının yeni kurulan İtalyası için de bir umut vadeder. Bu bağlamda Rosellini’nin çizdiği sefil Roma resmi ile filmin verdiği mesaj arasındaki tezat aynı zaman geleceğin kurulmasının kolay olmadığının da altını çizer. Nitekim yukarıda sözü edilen Pasolini ve Sorrentino filmleri Rosellini’nin karamsar ama alttan alta da yoğun olumlu mesajlar veren filminin mesajlarının belli açılardan hedefini bulduğunu ama büyük oranda gerçekleşmediğini anlatırlar. Dolayısıyla da Rome Citta Aperta, Roma üzerine yapılan filmler için de aslında bir tür referans kaynağıdır.
Günümüz seyircisi için, itiraf etmek gerekir, arkaik bir sinema anlayışını ve sinematografiyi temsil etse de başta sonu olmak üzere etkileyici sinemasal anları, tarihsel önemi ve Roma ile kurduğu sinemasal ilişki için bile seyredilmeyi hakeder. Roma efsanesi Anna Magnani bu film ile doğmuştur.
2. Ladri Di Bicclette (Vittorio De Sica – 1948)
Neo –realismo deyince akla gelen ilk filmlerden biri; Roma Citta Aperta ile beraber akıma adını veren, kurallarını belirleyen başyapıt. II.Dünya Savaşı sonrası’nın depresif, savaş yorgunu ve fakir Roma’sından iç burkan, yalın ama bir o kadar da etkileyici bir insan dramı. Ekmek teknesi olan bisikletinin çalınması sonrasında oğlu Bruno ile Roma sokaklarından bisikletini arayan Antonio’nun çaresizliğini artıran bir boyutu vardır Roma’nın. Sınıfsal olarak Roma’nın birbirine aykırı dünyaları savaş sonrası İtalya için hiç de umut vadetmez. Çok az filmde Roma bu kadar karanlık, depresif ve umutsuzdur. Sinema tarihinde basit ama bu kadar etkili çok az film vardır. De Sica’nın siyah-beyaz Roma görüntüleri bu etkiyi arttıran önemli bir sinematografik unsurdur. 1953 yılında çekilen Roman Holiday ile arasında sadece 5 yıl vardır. İki filmi arka arkaya seyretmek hem siyah-beyaz Roma görüntülerinin birbirinden tamamen farklı sinemasal yaklaşımlara ve amaçlara sahip iki büyük yönetmenin elinde nasıl ustaca kullanıldığını görmek hem de İtalya’nın savaş sonrasında beş yıl içinde katettiği yolu anlamak açısından da ilgi çekici olabilir.
1. La Dolce Vita (Federico Fellini – 1960)
Roma denince akla gelen ilk filmlerden biri, belki de birincisi… Roma fonunda bir varoluş manifestosu… Modern keyifsizlik, bireysel ahlakın kayboluşu üzerine dahice bir başyapıt… Dönemi geçmiş, dekadansın dibininde yaşayan aristokratlar; tatminsiz, keyifsiz ve nihilizmin eşiğindeki burjuvalar ve ünlü olma hayali ile Roma’nın batakhaneye dönüşmeye başlayan kabarelerinde dans eden taşra kızları eşliğinde, Rogert Ebert’in tanımlaması ile merkezi olmayan bir adam, Marcello Ribini ile beraber çaresizce Roma’da yaşamın anlamını arıyoruz. İsterik nişanlısı ile henüz bir merkezi, yaşamının bir anlamı olup olmadığını keşfedemediği Roma’da oradan oraya sürüklenen Marcello karakterinde Fellini modern toplumun ve yaşamın eleştirel bir analizini yaparken tüm görünen görkemine ve yoğun hedonizmine rağmen Roma’nın da karmaşık ve hüzünlü hikayesini anlatır bize. Filmin başlarında Marcello şöyle der: ‘‘Roma’yı seviyorum. Bir orman gibi sıcak, sessiz ve saklanmak için çok ideal.’’ Peki Marcello’nun Roma’sı hangisidir? Hangi Roma onun için saklanmaya uygundur? Filmin açılış sahnesinde bir helikopter görürüz. Helikopter bir İsa heykeli taşımaktadır. Marcello ise onu takip eden diğer helikopterdedir. Helikopterler bir terasta güneşlenen bikinili kızların üzerinden geçerken Marcello kızlardan telefon numaralarını ister. Sonra helikopter heykeli asıl olması gereken yere, Vatikan’a götürür. Bir popüler kültür projesi, yaratılan bir imaj, bir oyuncak olan İsveç asıllı Amerikalı oyuncu Slyvia rahibe kostümlerini andıran kıyafeti içinde St. Pietro’da gezerken ona eşlik eden Marcello’ya sorar: ‘‘Bana Campanile di Giotto’yu gösterir misin?’’ Marcello cevap verir: ‘‘O Roma’da değil Floransa’da’’. İsa heykeli altında bikinili kızlar, St.Pietro’da sahicilikten uzak bir kostüm içinde bir seks sembolü bir Hollywood imaj projesi… Marcello’nun yaşamı gibi yaşadığı şehrin, Roma’nın da merkezi kaymış gibidir. Nitekim bu merkezin kaybolmasına bağlı olarak film Marcello’nun Roma’nın farklı bölgelerinde farklı kişilerle yaşadığı olaylarla devam eder.
La Dolce Vita’nın bir kült olmasına neden olan en unutulmaz sahnesi ise Roma’yı ziyaret eden İsveç asıllı Amerikalı oyuncu Slyvia’nın Marcello ile birlikte sabaha karşı Fontana di Trevi’nin suları içinde yürüdüğü sahnedir. Sahne, sadece sinema dünyasının en bilinen en unutulmaz sinematografik görüntülerinden biri olarak değil aynı zamanda Roma’ya dair en ikonik sinemasal imge olarak da hafızalara kazınmıştır. Hedonizm dolu bir gecenin sonunda modern keyifsizliğin-tatminsizliğin kurbanı Slyvia huzuru Roma’da, onun en bilinen simgelerinden biri haline gelen Fontana di Trevi’de arar. Marcello da kendi evinde, Roma’da bir an da olsa huzuru bulmuş gibidir. Oysa Marcello’nun huzuru, yaşamının merkezini ve varoluşunun anlamını bulması bundan çok daha uzun sürecek derin bir sorgulayış ile mümkündür. Ona bu arayışında büyük ilham veren ve bir dönem için kendini, yaşamdaki merkezini bulmaya yaklaşmasını sağlayan Steiner varoluğun ağırlığını kaldıramayarak trajik bir şekilde önce çocuklarını sonra da kendini öldürür. Bu olayın ardından Marcello, yaşamdaki tek ilham kaynağını ve mentörünü kaybeder ve yokuş aşağı yuvarlanır. Filmin final bölümüdeki Marcello dekadansı yeniden keşfedercesine ve geri dönülmezcesine kendini kaybeder. Kendini o kadar kaybetmiştir ki alemden dolayı hiç uyumadığı gecenin sabahında kısa bir süre önce bir kafede karşılaştığı ve masumiyeti temsil ettiğine inandığı Umbrialı kızı bile tanıyamaz. Kız ona ‘benim der’ ısrarla ama Marcello yüzünde yarı sarhoş yarı mahcup bir ifade, kıza ona tanımadığını söyler ve sonra arkasını dönerek onun gibi dekadansın dibine sürüklenmiş arkadaşlarının arasına karışır. Bu Marcello’nun kurtuluş umutlarının da sonudur.
Sinema tarihinin en efsanevi filmlerinden biri olan La Dolce Vita, bir yaşam tarzına adını vermiş, Fellini’yi sinema tarihinin en önemli yönetmenlerinden biri haline getirmiş, Marcello Mastroianni’yi büyük bir aktör olarak dünyaya tanıtmış, sadece bir sahne ile Anita Ekberg’i sinemanın unutulmaz cazibe kraliçelerinden biri yapmıştır. Ve Roma… herşeyiyle yaşanılacak ve keşfedilecek, La Dolce Vita’nın, tatlı bir hayatın izi sürülecek sonsuz şehir, bu film ile sonsuzluğunu perçinlemiştir.
İlginizi çekebilir: Bülent Tunga Yılmaz’dan Roma’da Parlak Yıldızın Peşinde: Bir Şair, Bir Film ve Bir Müze
İlginizi çekebilir: SineMagger’dan Film Önerileri
İlk yorumu siz yazın!