Brooklyn: Bir Göç ve İki Aşk Hikayesi
Brooklyn, görkemli, epik bir dram olarak da çekilebilecek bir konuyu yumuşak bir ritimle akan, mütevazi, kimi zaman mizahi yaklaşımıyla da günümüz seyircisinin zevkine uygun bir şekilde kotarmış bir yapım. Sonuç olarak da ortaya eleştirilecek pek çok yanı bulunmasına rağmen seyirlik ve vasatın üzerinde bir film çıkmış. Eski tarz melodramlara gönderme yapan ama aynı zamanda İrlanda, göç, kasaba yaşamı ve aşk ile ilgili ciddi sözler söyleyen Brooklyn, 3 Oscar adaylığı elde edecek düzeyde bir film olmasa da, çok başarılı bir romandan, Nick Hornby gibi büyük bir isim tarafından uyarlanan senaryosu biraz hayal kırıklığı uğratsa da görüldüğünde pişmanlık yaratmayacak kalitede bir yapıt.
2016 Oscar Ödülleri’nde En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu (Saoirse Ronan) ve En İyi Uyarlama Senaryo dallarında adaylık kazanan Brooklyn uzun bir gecikmeden sonra geçtiğimiz hafta sonu gösterime girdi. En İyi Film dalındaki 9 aday içinde Brooklyn’in Türkiye’de ve diğer bazı ülkelerde bu kadar geç gösterime girmesinin temel nedeninin mütevazi bütçesi ve sinematografik yaklaşımı olduğu söylenebilir. Adaylar arasında en mütevazi prodüksiyon olması bir yana Brooklyn’nin nasıl olup da bu dalda aday gösterildiği de ayrı bir tartışma konusu. Ben açıkcası filmin Carol yerine listeye eklendiğini düşünüyorum. 1950’ler Amerikası’nda, New York’ta geçen bir dönem filmi olması; odağında iki aşk arasında kalan bir kadın hikayesinin yer alması gibi benzer temalar Akademi’nin bir lezbiyen aşk hikayesi yerine daha anlaşılabilir, melodramatik öğeleri daha baskın ve daha ortalama bir film olan Brooklyn’i aday göstermesine yol açmış olabilir. Brooklyn’in olduğu bir listede Carol’un olmaması sinematografik açıdan ciddi bir ayıp ama biz yine de konumuza, filme dönelim.
Carol’un yer almadığı bir listede diğer aday filmlere göre ‘düşük profilli’ bir yapım olan Brooklyn yine de ortalamanın üzerindeki oyunculukları; dönemin Amerika ve İrlandası’nı çok başarılı bir şekilde yansıtan sanat yönetimi ve kostüm tasarımı; son dönemin en popüler İngiliz yazarları arasında yer alan Nick Hornby’nin yine son dönemin en önemli İrlandalı yazarlarından Colm Toibin’in aynı adlı romanından uyarladığı senaryosuyla seyredilmeyi hak eden vasatın üzerinde bir dram.
Brooklyn, Ellis Lacey (Saoirse Ronan) isimli genç bir İrlandalı kızın 1950ler İrlanda’sının iş ve eğitim olanakları kısıtlı; baskıcı ve bunaltıcı muhazafakar ortamından kurtulmak amacıyla ablasının yardımıyla ABD’ye, New Yok’a göç etmesini, bu göç sonrası değişen yaşamının hikayesini ve iki aşk arasında kalmasını anlatıyor.
Ellis, daha iyi iş, eğitim fırsatları ve sosyal olanaklar için ablasını, annesini ve doğup büyüdüğü kasabayı büyük bir duygusal zorluk ile geride bırakıp New York’a gider. Özellikle ilk zamanlar gerek ‘gurbet’ acısı gerek tezgahtar olarak çalıştığı mağazdaki işi ve gerekse de otoriter Bayan Madge Kehoe (Julie Waters) tarafından yönetilen ve başlarda onu küçük gören kızlarla yaşadığı ev ortamı yüzünden oldukça mutsuz olur ve bu mutsuzluğu Amerika’da yaşama fikrini sorgulamasına yol açar. Ancak New York’da İrlandalılar’a kol kanat geren ve aynı zamanda da Ellis’in mentörlüğünü üstlenen Peder Flood’un (Jim Broadbent) yardımı ve gerek iş gerekse de ev yaşamının rutin bir hal almasıyla zaman içinde Amerika’daki hayatına alışır. Özellikle de genç İtalyan tesisatçı Tony (Emory Cohen) ile başladığı ilişki de yaşamının renklenmesine; aşkı, cinselliği ve kadınlığını keşfetmesine yol açar. Aldığı muhasebecilik eğitimini de başarıyla tamamlar ve kariyer anlamında da önüne yeni fırsatlar çıkar. Her şey tam yolunda giderken İrlanda’dan gelen ablasının ölüm haberi olumlu gitmeye başlayan yaşamının yeniden allak bullak olmasına neden olur. Ablasının cenazesi ve annesine destek olmak için İrlanda’ya gitme kararı alır. Bu yolculuk öncesi de Tony’nin evlilik teklifini kabul eder ve resmi olarak onunla evlenir.
Ellis’in İrlanda’ya geri dönüşü filmin ikinci bölümünü ve dönüm noktasını oluşturur. İrlanda’ya geri dönüşünde Ellis değişmiştir ve özünde bu değişiklik annesi ve çevresi tarafından olumlu karşılanır. İrlanda’ya dönüşünün ve ablasının cenaze töreninden hemen sonra Tony ile ilişkisinden ve evliliğinden haberi olmayan arkadaşı tarafından Jim Farrel (Domhnell Gleeson) ile tanıştırılır. Kibar, hafif içine kapanık bir genç olan Jim aynı zamanda bölgenin önemli ailelerinden birinin oğludur ve Ellis’in annesi tarafından ‘Çok iyi bir kısmet’ olarak tanımlanır. Kısa sürede Jim ile arasında bir yakınlaşma başlar. Bu arada ablasının yerine muhasebesine baktığı fabrikadan da iş teklifi alır. Annesi başta olmak üzere tüm çevresi Jim ile evlenmesi ve yeniden kasabaya yerleşmesi için baskı yapmaya başlarlar. Ellis’in Tony ve Jim, Amerika ile İrlanda arasında kararsız kaldığı bir anda devreye filmin en kötü karakteri olan Ellis’in eski patronu Bayan Kelly girer. Amerika’daki uzak bir akrabası aracılığıyla Ellis’in Tony ile evliliğini öğrenmiştir ve onu bu evliliği anlatmakla tehdit eder. Bunun üzerine de Ellis annesine gerçeği anlatır ve Jim’i tercih etmeyerek Amerika’ya ve evlendiği Tony’e geri döner.
Brooklyn özünde bir göç hikayesini anlatıyor ama diğer göç hikayelerinin genelinden temel farklı bir hikayeye sahip. Kitlesel göç içinde anlatılan ve o kitlesel göçün yan anlatıları olarak ana hikayeyi zenginleştirilen bireysel anlatılardan farklı olarak 1950’lerde geçiyor. Başka bir deyişle 19. yüzyılın ikinci yarısından 20. yüzyılın başına kadar devam eden İrlandalılar’ın Amerika’ya kitlesel göçünden ayrı olarak sadece özünde değil tarihsel olarak da ‘bireysel’ bir hikayeye odaklanıyor. Nitekim Ellis Amerika’ya vardığında yerleşmiş, özellikle de kilise ve yardım kurumları ile kurumsallaşmış bir İrlandalı göçmen topluluğu ile karşılaşır. Bu topluluğun önderlerinden biri olan Peder Flood’un yardımı sayesinde hem iş ve eğitim olanağı ve yaşayacak bir yer bulur hem de göçün yarattığı ‘gurbet’ acısı biraz olsun hafifler. Şöyle der Peder Ellis’in mutsuzluğunu gördüğünde:
‘Sıla özlemi de diğer hastalıklar gibidir: Başlangıçta seni perişan ve bitkin yapar. Sonra da seni bırakıp başkasına bulaşır.’’
Gurbet acısının sulu gözlü ‘ağlak’ bir yaklaşımla verilmemiş olması da filmin en önemli erdemlerinden biri. Ele aldığı konu buna olanak sağlasa da Brooklyn, dramın derin sularında yüzmeyi seçmeyerek o derinlikte kaybolma veya ‘kitsch’e yaklaşma tehlikesini bertaraf ediyor. Senaryodaki mizahi unsurların da etkisiyle Ellis’in sıla özleminden yoğun muzdarip olduğu sürecin gerçekçilik ve doğallık boyutu kuvvetleniyor. Öte yandan film Noel döneminde perişan bir halde, ancak Kilise’nin yardımı ile Noel yemeği yiyebilen ve İrlanda’ya gidecek kadar bile paraları olmayan fakir, yaşlı ve hasta İrlandalılar’ın sefaletini göstererek de göçün her zaman dertlere bir çözüm olmayacağının, sıla hasretinin hayatın sonuna kadar sürebileceğinin altını çiziyor.
Yeni yaşamının Ellis üzerindeki etkisi arasında yer alan kadınlığını keşfetmesi (Buna dair önemli detaylar var filmde. Örneğin daha daha gemide makyaj yapmaya başlar, iş yerinde amirinin önerisi ile daha kadınsı görünür ve davranır. Tony ile ilişkiye başlar ve ilk cinsel deneyimini yaşar) filmde başarıyla yansıtılır. Öte yandan Ellis’in gerek Tony gerekse de Jim ile yaşadığı aşk, filmin hikayesinin genel ruhuna uygun olarak naif ve içten bir şekilde anlatılır. Ellis’in etrafındaki erkeklerin ona yaklaşımı, onun naifliğine gösterdikleri saygı, ilgilerine karşılık almak için gösterdikleri sabır da açıkcası her Ellis’e keşke böyle erkekler düşse dedirtir. Tony’nin Ellis’i okul çıkışında sabırla beklemesi Roland Barthes’in ‘Bir Aşk Söyleminden Parçalar’ yapıtında sözünü ettiği ‘Aşık mıyım? Evet, bekliyor olduğumdan beri’ifadesinin bir karşılığıdır ilginç bir şekilde. Tony için de aşk beklemektir. Tony’nin bu bekleyişleri ve Ellis’e onu sevdiğini söylediği sahne filmin uyarlandığı romanın edebi bir lezzetine ulaştığı anlar arasındadır.
Tony ile Ellis arasındaki ilişkiye benzer bir durum Jim için de geçerlidir. Ellis tıpkı Tony’de olduğu gibi Jim’e de ilk başlarda karşılık verememez; yoğun bir kararsızlık içinde kalır. Bu kararsızlığı başarıyla yansıtması Saoirse Ronan’ın oyunculuğuna artı puan olarak yazılabilir.
Senaryodaki mizahi unsurlar film için bazı yanlardan avantaj bazı yanlardan da dezavantaj yaratıyor. Bu mizahi dokunuşlar filmin dramatik yapısını kolaylıkla klişe bir sulu-gözlü bir dram olmaktan kurtarıyor ve onu daha yumuşak tonlu, deyim yerindeyse samimi bir hale getiriyor. Ellis’in gemide tanıştığı ve beraber yolculuk ettiği kadın ile diyalogları, Tony’nin İtalyan Göçmeni olan ailesi ile tanışmaya gitmeden önce evdeki kızlar ile spagetti yeme çalışması gibi mizahi öğeler filmin yumuşak ve dramdan kaçan tavrını da güçlendiriyor. Öte yandan bu mizahi öğeler aynı zamanda filmin etkileyiciliğini zayıflatıyor ve filmi daha ortalama bir hale getiriyor; biraz abartılı olmakla beraber de filme bir piyasa işi romantik-komedi sosu ekliyor.
Brooklyn, küçük kasabaların dedikodu, kıskançlık ve haset ile örülü ve bunlardan kaynaklanan kendine özgü kötülük anlayışını özellikle de ikinci bölümde alttan alta hissetiriyor. Özellikle Miss Kelly karakteri ile temsil edilen bu toplumsal atmosfer Ellis’in Amerika’ya geri dönmesinde de önemli bir rol oynuyor.
Ellis’in ablasının ölümü üzerine İrlanda’ya dönüşünü ve orada yaşadığı süreyi anlatan ikinci bölüm Ellis’in göç sonrası yaşadığı değişimi ortaya koyması açısından da dikkat çekici ayrıntılara sahip. Ellis’in modern ve geleneksel yaşam; alıştığı, bildiği bir ortamda ve adamın ailesinin konumu gereği herkesin onayladığı ve yakıştırdığı bir evlilik ile bambaşka bir etnik kültürden gelen bir erkekle başka bir ülkede yapılan evilik arasında kaldığı bu dönem filmin en can alıcı bölümü. Öte yandan İrlanda’daki aşk bölümünün hızlıca geçilmiş olması filmin eksik noktalarından biri. Ellis ve Jim arasındaki ilişkinin başlaması ve gelişimi kısa ve biraz derinlikten uzak bir şekilde anlatılıyor ve seyircinin ‘nasıl’ sorusunu sormasına neden oluyor.
Ellis’in İtalyan tesisatçı ile yaşadığı ilişki, evliliği ve sonrasında da İrlanda’dan yaşamını onunla devam ettirmek için geri dönmesi gerçekten onu sevdiği için mi yoksa ona yeni vatanındaki yaşamında destek olduğu, kadınlığını hissettirdiği ve düzenli-istikrarlı bir gelecek vadettiği için mi gerçekleşiyor, yine filmde açık olmayan konulardan biri. Bunu senaryonun bir eksiği olarak görmek mümkün. Dolayısıyla seyirci bu konudaki boşluğu kendi yaklaşımına ve hatta karakterine doldurmak zorunda kalıyor. Senaryonun genel yaklaşımı ve Ellis karakterinin temel özellikleri söz konusu olduğunda biraz da mecbur olduğu için Tony ile bir ilişkiye başladığını ve zamanla da onu sevebileceğine inandığı için evlendiğine inanmak olası. Aynı şekilde Amerika’ya geri dönüşü de sadece Tony için değildir. Miss Kelly’nin şantajı ile bir kez daha açık bir şekilde İrlanda’da geride bıraktığı hayatı artık yaşayamayacağının farkına varmış olması da geri dönüşünde çok önemli bir rol oynamıştır.
Saoirse Ronan’ın kararsız ama azimli, çalışkan, gelişime açık; hayat karşısında tecrübesiz, masum ve şaşkın bir genç kız olan Ellis’de genel olarak vasatın üzerinde olduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan bazı anlarda, özellikle Tony ve Jim ile olan sahnelerinde ve bazı dramatik sahnelerde oyunculuğu aksıyor ve sonuçta da adaylık kazanmış olmasına rağmen açıkcası Oscar’a aday gösterilecek düzeyde bir oyunculuk ortaya koyamıyor. Buna karşın filmin cadısı, kötü kadın Miss Kelly rolünde Brad Brennan çok iyi; filmde çok az görünmesine rağmen oyunculuğuyla hafızalarda yer ediyor. Keza Ellis’in ev sahibi rolünde büyük oyuncu Julie Waters da harikalar yaratıyor. Kısa rolüne rağmen bir diğer büyük oyuncu Jim Broadbent de çok iyi. Filmin sürprizlerinden biri de Ellis’in Amerika’ya giderken gemide karşılaştığı kadın rolündeki Barbara Drennan. O da çok az görünmesine rağmen çok başarılı bir performans sergiliyor. Bunlar dışında diğer yan karakterler, başta Tony’yi canlandıran Emory Cohen ve Jim’i canlandıran Domhnall Gleeson ise görevlerini yapıyorlar.
Michael Brook’un müziği filme olumlu katkı yapan ögelerden biri. Çok ön plana çıkmayan ama filmin dramatik yapısı güçlendiren müzik başarılı bir ‘film müziği’ örneği.
Brooklyn görkemli, epik bir dram olarak da çekilebilecek bir konuyu yumuşak bir ritimle akan, mütevazi, kimi zaman mizahi yaklaşımıyla da günümüz seyircisinin zevkine uygun bir şekilde kotarmış bir yapım. Sonuç olarak da ortaya eleştirilecek pek çok yanı bulunmasına rağmen seyirlik ve vasatın üzerinde bir film çıkmış. Eski tarz melodramlara gönderme yapan ama aynı zamanda İrlanda, göç, kasaba yaşamı ve aşk ile ilgili ciddi sözler söyleyen Brooklyn 3 Oscar’a, üstelik En İyi Film, En iyi Senaryo ve En İyi Kadın Oyuncu dallarında aday olacak düzeyde bir film olmasa ve çok başarılı bir romandan, Nick Hornby gibi büyük bir isim tarafından uyarlanan senaryosu biraz hayal kırıklığı uğratsa da da görüldüğünde pişmanlık yaratmayacak kalitede bir yapıt.
İlk yorumu siz yazın!